Mir Abdurrezak Bedirxan’ın kendi ifadesi:
"Ben Van'a geldikten sonra Rus bölge komutanı, benim hemen Botan Çayı güzergahı ile Xisxér'e (Pervari)gitmem için talimat verdi.Aynı günlerde Ermeni güçleri Moks, Şatak ve
Ermeni köyü Erméşat'a varan tüm bölgede egemenlik sağlamıştı. Ancak Şatak'ın güneyindeki köyler Ertoşiler tarafından savunulmaya çalışılıyordu.
Van'dan, Şatak'ın içinden Héşet köyüne geçerek orada Berwari aşiretini Osmanlı devletine karşı ayağa kaldırmayı ve Xisxér köyünü almam gerekiyordu.Askeri birliğin
komutanı Kürt düşmanı olarak nam yapan bir subaydı. Hep benimle birlikte kalıyordu.Yumuşak davranarak benim çabuk davranmamı sağlamaya çalışıyordu.Bana verilen talimat
gereği ilerlemem gerektiğini vurguluyordu.
Ancak benim ilerlemem için 600 kişilik ekmek,atlarımızın nallanması,seksen yük ön erzak, çuval, sicim vs olması gerekiyordu.Ben birkaç kez General Nikolayeve
söyledim.O da başkasına talimat verdi ki, isteklerim yerine getirilsin diye.Ama bu iş, çok yavaş ilerliyordu.
Askeri levazım sorumlusu sayın Hagop idi.600 kişilik ekmeği bir defada vermesi gerekirken bir hafta içinde azar azar verdi.Öyle yaptı ki,350 kişilik yiyecek zaten
bu sürede yiyilivermiş oldu.Atların nalını çakmak için nal esksikliğ vardı.Nal yapmam için eski bir demir top verdiler ki, işleyip nal haline getireyim.Benim gitmemi
istemeyen ve bunca zorluk çıkaran insanları aşıp Botan'a gitmem zorlaşıyor diye şikayette bulundum.Yalnız Rus birlikleri içinde Bakülü Saruhan Bey
(kendisi son derece sevilen ünlü biriydi) General ile birlikte beni dinleyen, her türlü yardım ve çabayı harcayan,benim için elinden geleni yapan biriydi.
Tiflis'ten çıktığımdan beri yol harçlığı için dahi herhangi bir şey almış değildim. Burada 5.000 ruble elime tutuşturdular. Bu paranın 1.160 rublesini Agop'a olan
ekmek borcumu verdim.Adamın hep aklında cebimde ne kadar para var ve onu nasıl alabilirim düşüncesi vardı. Ben onları ellerindeki fazla tüfekleri versinler diye
ikna etmeye çalşıyordum.Bu nedenle ekmekle beni oyalamamalarını istiyordum.Fakat bir emirle bana tüfek vermediler.Bu şartlarda gidemeyeceğimi ve Kara-éyné'ye
döneceğimi söyledim.
Çok zor bir durumdaydım.Bir taraftan geri dönmem benim için ayıp bir şeydi.Bir taratan da erzaksız, teçhizatsız ve silahsız yola düşmek olmuyordu.
General Nikolayev beni bilgilendirdi ki, bin kişiden fazla bir Kürt milis gücü Erméşat ve Şatax'a saldırmaya kalkışmış.Daha henüz çatışmaya başlamışlar.Gidip oradaki
durumu değiştirmemi istiyorlardı.Ayrıca Rus askerlerinin Bitlis'i alması an meselesi diye ümitliydi.
Eğer Bitlis Rus askerinin eline düşseydi bu benim planımı oldukça kolaylaştıracaktı.Çünkü Siirtin üzerine yürüdüğümde Ruslar hemen yanıbaşımda beni destekliyeceklerdi.
Diğer gün Şatax'av ardık.Ermeni Devletinin geçici ve buradaki vali yardımcısı Samuel(Mesropyan), bizim önümüze çıktı.Bizi konağına davet etti,gittik.
Bir dönem dedemin mülkü olan bu şehire benim gelişimle buradaki Ermeniler dostane bir şekilde önüme çıktılar.Diğer taraftan da çevrede yaratılan güvensizlik ve
dedikodular neticesinde ;inanıyorlardı ki Kürtler kendilerine saldıracak.Bu nedenle Van'dan ağır ağır yardım almaya başlamışlardı. Tahminlerine göre saldıracak
Kürtlerin sayısı 6.000 'den fazla olacaktı.Bu kuvvete karşı koyacak kadar silah ve erzak tedariki için çaba sarfediyorlardı.Bir taraftan da Şatax'ın bu saldırıya karşı
koymaya inancı yok değildi.Şatax'ı zor günler bekliyor inancındaydılar.
General Nikolayev,benim için ne gerekli ise yapmamı istiyordu.Bu nedenle Şatak Çayı'nun güneyinden Xumar'a kadar gitmem gerektiğine inanıyordu.Çünkü,Celkan ve Héşet
köylerinin tümü viraneye dönmüştü.Köprüleri yıkılmıştı.Bizim gezmemiz için Erméşattaki Ermenilerin bize kolaylık göstermeleri gerekiyordu.
Yola çıktık.Xumar ve Şatax arasındaki yol öylesine kötüydü ki, çok sayıda atımız yükleriyle birlikte yuvarlanarak suda öldü.
Ben Xumar'a varır varmaz;batı civarlarının lideri Hamid'i Gorandeş'ten, Evdal Bey'i Héşet'ten,Gravyanların lideri Heci Mehmet Emin Ağa'yı ve daha saymadığım diğer
aşiret liderleri ile Kürtlerin ileri gelenlerini yanıma çağırdım.Bunlar bana dediler ki; Ermeniler bizim bu köprüleri yapmamızı istemiyorlar.Bu nedenle bana
önerilerde bulunarak; dağ yolundan yaya olarak, dedem döneminde yapılan yollardan ve Kato Dağı'ndan geçerek gidelim dediler.Bu yaya yolu yaklaşık üç verstalık bir
uzunluğa sahipti. Ve bir o kadar da engebeliydi
Üçgün sonra sabah Xumar'a yol aldık.Akşama doğru Şaminis'e yaklaştık.Köy, Kato Dağı'nın eteğindeydi.Dağ ile bizim varmak istediğimiz Héşet arasında duruyordu.
Batıdaki Kürt aşireti Axlanlar(Alanlar) da kayıtsız şartsız bize katılmaya razı oldular. Ancak Graviler şeriat şartlarına göre yönetilmek istediklerini belirttiler.
Ve bu konuda söz vermemi istediler.Bunlar haç resminin bulunduğu komutanlıklardan emir almak istemiyorlardı.
Şaminis'ten Cizreye kadar 12.000 göçer çadırı vardı.Bunlar Van ve Botan'lı muhacirlerin çadırlarıydı.Ben bir manifesto yazarak Şeyh Halid ve Evdal Bey'i Botan ve
Berwari/Xıshér ile Déhlé'ye, Eli Ağa'nın eliyle de Gravyan ve Ertoşi aşiretlerine gönderdim.
Manifestoda şunları belirttim;
"Dedem nasıl ki sizin gerçek komutanınız idiyse , ben de aynı esaslarla sizi Osmanlı Devletinin egemenliği veesaretinden kurtrmak istiyorum.Çünkü onların komutanlığı
haklılığa karşıdır.Benim Ruslarla birlikte hareket etmem Türklein anlattığı gibi değildir.Ben ülkemi Ruslara kurban etmeyecek kadar gururlu bir insanım.Ruslarla
birlikte olmamın nedeni;onların silahlarının bizim zorbalara yönelmiş olması ve Romi kovmayı amaçladığı içindir.
Emenilerle ilgili olarak da şunları söyleyebilirim;bizim Van dışındaki Ermeni yönetiminden korkmamamız gerekir.Özellikle Botan'daki Ermenilerden hiç korkmamamız
gerekir.Çünkü onlar bizim etkinliğimizdedir.Şeriat sistemlerini de kabul edemeyiz.Çünkü onların da asla zarar görmelerini istemem.
Eğer Şatax'a saldırırlarsa ben de Rusların elindeki silahlar ve güçlerimizi onların üzerine saldırarak hiç ummadıkları bir durumla karşı karşıya bırakır,onların
topraklarını dahi ellerinden alırım."
Bölgedeki Kürt aşiretlerinden , ellerinde tuttukları Ermenileri salıvermelerini istedim.Yazımın sonundada;" Almanların verdiği sözlerin tamamen yalan olduğu ve
innmamalarını söyledim."onların müslümanlaradost olduğunu belirtmeleri tam bir ikiyüzlülüktür.Müslüman liderler, Almanlarla ittifaka ve şeriata karşıdır diye yazdım.
Bunun üzerine Gravi ve Ertoşiler benim adamlarım için kesimlik hayvan göndermiş ve Şatax'a saldırmaktan vazgeçerek, Şatax'a yakın bölgelerden çekilmiş güneydoğuya
doğru 120 verste uzakta bir yere yerleşerek konaklamışlardı.
Şeyh Halid ve Evdal Bey bana dönerek;"Manifestoyu dağıttıklarını ,aşiret liderlerinin iyi cevaplarını getirdiklerini,1.000 kişilik bir gücü destek vermek üzere
Héşet'e gönderdiklerini ,Kato Dağı'ndaki yayan(patika) yolunu rahatlıkla çıkabilecek şekilde düzeltmeye giriştilerini açıkladılar.
Benim gelişimin haberi yayılınca Xızxır ve Déhlé kaymakamları çalışanlarıyla birlikte şehirlerini bırakarak, Siirti de terk etmek üzere olduklarını öğrendim.
Şaminis'e vardığımızda yanımızda yiyeceklerimiz hiç kalmamıştı.Geçtiğimiz ovalarda ekili olan tarlalarn sahipleri ekinlerini bırakarak kaçmışlardı.Adamlarıma emir
vererek;"ekinlerin başaklarını toplayarak ayıklayın, yiyecek hale getirin" dedim.Buradan elde ettiğimiz buğday bizi o zor andan kurtardı.Héşet'e vardık.Oradan da
elimize geçen özel yiyecekleri hastalar için sakladık.Yiyecek açısından zorluğunu çekmeden temin ettiğimiz şey,hayvan etiydi.İlk yediğimizyemeklerden mi yoksa Van
kampından mı? bir tifo bize bulaştı. Hergün beş-altı insanımızı kaybediyorduk.Yanımızda doktor ve ilaç yoktu.
Ben Şeyh Halid'ten "Kato yolunun açık" olduğunu duyar duymaz, 50 süvarimi göndererek gözleriyle görüp kontrol etsinler ki yol gitmemiz için müsait mi, değil mi?
görsünler, diye. Biz de olumlu haberi beklerken bir taraftan da yola çıkacakmışız gibi hazırlık yaptık.
Yaklaşık iki saat sonra bir subay bize;pek çok denemeden sonra atların bu yoldan zor geçtiklerini,iki atlarının da yuvarlanarak öldüğünün haberini ilettiler.Yüklü
atların ise geçebildiklerinin imkanı olmadığını söylediler..Dağdan gitmenin olanaksız olduğunu, suyu geçmek için de Celkan Suyu üzerinde köprü olmadığı için Şatax'a
gitmek ve suyun kenarını takip ederek, sağ kol üzerinde yol alarak,Erméşat ve Héşet'e kadar yol almayı düşündük.
Ben, Şeyh Halid'i diğer şeyhlerle birlikte Héşet'e göndererek orada bizi beklemelerini emrettim. Evdal Bey'i de yanıma alarak yönümü Şatax'a verdim.
Şatak kaymakamına (Dikran Bağdarasyan); ne varsa bize veriniz ki biz Erméşat'a varabilelim", dedim.O zaman Kaymakamlık Çarlık Rus Devletine bağlıydı .Kaymakam
,imkanlarının çok sınırlı olduğunu, Aram Paşa'dan izin alarak ancak bu isteğe cevap verebilirim dedi.
Bunun üzerine Evdal Bey'i Héşet'e gönderdim. Botan aşiretlerine haber iletip , bir hafta sonra geleceğimi, hazırlık yapmalarını istedim. Ben de Van'a gittim.
Van'da Mustafa Bey ve Haydaran aşiretinin yakınları benden "bizi rahat bırakın,biz, Kara-éyné'ye gitmek istiyoruz" dediler. Acaba bunlrarın gitmek istemelerinin
nedenleri nedir? diye düşündüm. Köylerden harçlık toplamak için mi,harçlıksız kaldılar da ondan mı acaba?Bilemiyorum.Bu arada Ermeni Bedro,Xumar'dan Kildani(Keldani)
olan Sémûn ise Şeyh Xlid Bey'in yanından dönüp geldiler.Berwari ve Déhlé aşiretlerinin benden haber beklediklerini, Osmanlılara karşı ayaklanmak istediklerini, acele
Héşet'e gitmemi istediklerini bildirdiler.
Ben, Rus devletinden silah, erzak ve mermi vermeleri için ricada bulundum. Son ümit olarak General Nikolayeve gittim. Botan Kürtlerine dağıtmak için Haydaranlılardan
topladıkları silahların bize verilmesini istedim. Yine yalvarıp yakardım ki, Tiblis'te Kredi Bankasında(Banka Kredita) biriktirdiğim 5.000 rubleyi çektirip bana
yetiştirmesini istedim. General isteğimi kırmadı; Korpuser müdülüğüne bir yazı yazarak bunlar için izin çıkarması gerektiğini belirtti. Ancak görülen oydu ki silahlar
Ermenilere dağıtılmış, ne yaptıysa bankadaki parayı da çekemedi.
Bir süre sonra General Nikolayev bana;" artık karar aldık,senin Rus güçlerinin içinde işin kalmadı. Özgürsün, istediğin yere gidebilirsin." dedi.
Ben de;
-Bazı adamlarımla Botan'a gideceğim,diyecevap verdim.Aynı dönemde Ruslar Malazgirtten geri çekilmeye başlamışlardı.Geri çekilme Kop'tan Kağızman'akadar varmıştı.
B u arada ünlü devrimci Ermeni Lato, adamlarıyla birlikte bir gece Bédar'ın üzerine saldırdı. Lato, 27 adamıyla birlikte Kürtler tarafından öldürüldü.Kürtler
Ermenilerin ardına düşerek saldırdı. Müks'e kadar kovalayıp üç köylerini ateşe verdiler.
Ben, Botan'a dönmeden önce resmi olarak;Rus askerleri Van Şehrinden çekileceklerini" açıkladılar.Halk hemen paniğe kapılıp kaçmaya başladı.
Yanımda kalan 27 atı Ermeni Ve Keldanilerden tanıdıklarıma verdim.Panik içinde kaçan halka varmaya çalıştım.
İki hafta sonra 3 Ağustos 1915(16 Ağustos 1915) tarihinde Tiblis'e geldim.Geldiğimde yeniden duydum ki, Ruslar terk ettiği toprakları tekrar ele geçirmiş.
(Elle mühürlenmiş)
Abdurrezak Yezadanşér
AVPR.Esas "Pérsidskiy Stol-B"1912-1914,Defter; No: 489 cilt no:568.
9 Ekim 2018 Salı
30 Temmuz 2018 Pazartesi
Tarihsel hafıza
Cıbran Konfederasyonu lideri Albay Halit bey 1919 yılı ilkbaharında Varto’dan ayrılarak tayinle Erzurum’a yerleşir. Halit beyin gayesi Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanlığı bünyesindeki Kürt subaylara yakın olmak ve onları Kürt örgütlenmesine dahil etmek, Erzurum’un Doğu Anadolu’nun en önemli ticaret merkezi olması nedeniyle bölgedeki nüfus sahibi kişiler ve aşiret reisleriyle yakın temasta bulunmak ve Erzurum’daki, Rus, İngiliz, İran vb yabancı konsolosluklarla ilişki kurarak, en üst seviyede temaslar sağlayarak Kürtleri örgütlemeyi ve milli taleplerini dile getirmeyi amaçlamaktadır.
Halit bey, Erzurum’a yerleştikten sonra yaptığı ilk iş, daha önce Varto’da çerçevesini çizdiği ‘AZADİ’ örgütünü kurmak olur. Her ne kadar bazı kaynaklar 1920 veya 1922 yıllarını işaret ediyorlarsa da, bunun doğru olmadığı kongre dolayısıyla 3 Temmuz 1919 da Erzurum’a gelen Mustafa Kemal’e karşı yapılmak istenen bir suikasttan anlaşılmaktadır. Halit bey, bu suikast görevini İnaklı Abdulkadir’e (Ebdulkadırê Zeynel Abdi’ye) vermek istemektedir. Fakat amcası İsmail ağa ve kız kardeşi Gülo ile evli olan akrabası binbaşı Kasım’ın ısrarlı davranışları sonucu, son anda bundan vazgeçilerek ayni aşiretten akrabaları Kargapazarlı Mıhemedê Xelilê Xeto’ya bu görev verilmiştir.
Bölgeyi ve Erzurum’dan Çabakçura (Bingöl’e) kadar olan güzergahı çok iyi bilen Mıhemedê Xelilê Xeto için, üç ayrı aktarma noktasında atlar dahi hazır bekletilerek, son noktaya kadar varması konusunda bütün detayları hazırlanan suikast planında, Mıhemedê Xetonun son anda devreye sokulması ve onunda bu suikastı çok rahatlıkla yapabilecek kabiliyet ve imkana sahip olmasına rağmen bunu gerçekleştirmemiş olması, İsmail ağa ile binbaşı Kasımın, Halit beyi örgütsel düzeyde ve bu kılıf altında bilinçli bir şekilde yanılttıkları şeklinde yorumlanmıştır. Daha sonraki ilişkiler ağına bakıldığı vakit, suikastı gerçekleştirmeyen Mıhemedê Xetonun, bu ikili tarafından bilinçli bir şekilde tercih edildiğini ve yanıltıldığını ortaya koymaktadır.
Erzurum kongresinden sonra binbaşı Kasım Varto’ya dönerken, Hınıs’ta, esnaf ve eşrafla yaptığı sohbet esnasında sarf ettiği şu sözler, olayın kavranmasında çok manidar olduğu gayet açıktır. O sırada Hınıs’ta bulunan ve bu sohbete şahit olan Varto Kaymakamlık yazı işleri müdürü Hıdır Arslan’ın babası, alevi avdelan aşiretine mensup Gullik köyünden Abbasê Mıhemedê Zılote’nin, Erzurum’dan dönen binbaşı Kasım’ın Hınıs’ta esnafa, “Berê na lê dı paşiyê de mın sed qürışê xwe bı ser Xalıto xıst” dediğini, bununla Mustafa Kemal’e olan yakınlığını ve onun yanında Halit beyden daha fazla ilgi, alaka gördüğünü ve itibar elde ettiğini ima etmiştir. Halit bey yakalandıktan sonra AZADİ örgütü belgelerinin İsmail ağa tarafından Erzurum’dan alınarak Varto’ya götürülmesi ve tandırdan yakılması, Şeğ Said kıyamı nedeniyle devletin İsmail ağayı binbaşı Kasım’la birlikte Söke’ye göndermesi, işin başından beri İsmail ağanın binbaşı Kasımla birlikte, ittihat ve terakki yöneticileriyle dirsek teması içerisinde hareket ettikleri anlaşılmaktadır. (akrabalık düzeyindeki bu ilişkiler ağına ileride daha detaylı açıklık getireceğim)
Halit beyin çalışma hayatında çok ölçülü ve disiplinli davrandığı, sabırlı ve kararlı bir yapıya sahip olduğu göz önünde bulundurulunca, baştan beri bütün kararları örgütsel bazda ele aldığı, yalnız başına karar verme izleniminde kaçındığı için Mıhemedê Xetoyu tercih etmek zorunda kaldığı ve bu dönemde peş peşe yaşanan olaylara bakıldığında AZADİ örgütünün 1919 yılı başında kurulduğu ortaya çıkacaktır.
Halit beyin Erzurum’a yerleşmesinde, Şeğ Said efendinin çok büyük etkisinin olduğu bilinmektedir. Adettendir Kürt halkının ileri gelenleri bir yerden başka bir yere giderken yol üzerindeki köylüler, kendisine komşu köye kadar refakat ederlerdi. Nitekim 1918 yılı sonu 1919 yılı başında kışın Varto’da Halit beyi ziyaret eden Şeğ Said efendi, alevi avdelan köyleri olan kalçıktan dere Gullik köyüne götürülürken köy halkı kendisine çok büyük ilgi ve alaka göstererek onu misafir eder. Fakat orada çok ilginç provokatif bir olay yaşanır.
Şeyhin yanındaki kendini bilmez bir şahıs, Süleyman Kaya’nın babası Hüsênê Hemed’e, yok yere kurşun sıkar, adam yara almaz ama köyde büyük bir infial oluşur, haberi alan Şeğ Said efendi, derhal o şahsın silahını elinden alır ve ona çok sert mukabelede bulunarak onu köyden ve mahiyetinden kovarak ortalığı yatıştırır. Böylece AZADİ örgütünün kurulma aşamasında, ta işin başında bir provokasyonun önüne geçilerek “şeğ Said efendi uğradığı alevi köylerinde zülüm ve katliam yapıyor” şeklindeki bir propagandaya set çekmiş oluyor. (anlatan H.ARSLAN), Fakat bir iki ay sonra ferê ailesinden Xelo, Alevi köyü olan Kalçık, Saçêğ ve Kovik köylerinde bir yıldan beri misafir olarak kalan Halit bey ve ailesine saldırarak bu olayı kullanacaktır.(daha sonra bu konuya ayrıca açıklık getireceğim)
Erzurum’a yerleşen Halit bey, hemen 15. Kolordu bünyesindeki bütün Kürt subaylarla ilişkiye geçerek onları bir askeri disiplin içerisinde örgütler. En önemlisi Halit beyin Erzurum’un yerli ailelerinden Fevzi Alemdar ailesi, Nalbantlar ailesi, Gemalmazlar ailesi, Korukçular ailesi, Gani beyin babası Akif Kulebi ailesi, hacı Osman efendi ailesi, tırpancı Şaban ailesi, Qulili Mustafa ailesi, Acıkoculu Süleyman efendi yê Mırunê vb birçok aile ve etkili şahsiyetlerle örgütsel düzeyde ilişki içerisine girdiği, bu şahıs ve ailelerden bir kısmının Şeğ Said kıyamından sonra idam ve sürgün edilmelerinden anlaşılmaktadır.
Bu ailelerin bir kısmı Kürt, bir kısmı da muhafazakar ve dindar Türk aileleridir. Aynı şekilde Halit beyin Kars, Kağızman, Ağrı, Patnos, Bitlis, Muş ve Bingöl’e kadar bütün aşiret reisleri ve ileri gelen ailelerle, özelikle Tutakta sipkan aşireti lideri Abdulmecit bey, Patnos’ta haydaran aşireti lideri kor Hüseyin paşa, Kağızman da Türkmen aşiretlerinden, Karapınar köyünden mükim Karkarut aşireti reisi Abbas bey, Malazgirt’den Hasanan aşirti lideri Halit bey, xoyti aşireti reisi hacı Musa bey, Tekman Madrag köyünden Selim bey, Karayazı söylemzli Kulixan bey ailesi ve Keremê kol ağası, Hınıs da Şükrü ağa ve Alaeddin bey ailesi, Muşta Pag beyleri, Anzarlı Mehmet bey ailesi ve Mele Emin ailesi, mala Felemez ailesi ve Şeğ Said hareketinin beyni durumundaki şeğ Said efendi ile mala mele Kal olarak adlandırılan Melekanlı şeğ Abdullah ailesi ve Hacıbeyli Şeğ Aliyê şeğ Mus ailesi ve bu üçlü vasıtasıyla omeri, zıkti, tawsi, solaxi, şükre gibi zaza aşiretleri ve daha yüzlerce Kürt aşiret ve hanedan ailelerle ilişki içerisindedir. Halit beyin amcası İsmail ağa dışında Varto’daki şêwırmendleri (danışmanları) Karaseyitli hacı Dewrêş, İnaqli Zeynel Abdi ve alevi avdelan aşireti reisi Kalçıklı İsmailê Seyitxandır. Halit beyin Varto’daki köşkünün yapılmasında ve aile masraflarını karşılamada en büyük finansörü karaseyitli hacı Dewrêş’dir.
Ayrıca Erzurum’a yerleşen Halit bey örgütsel düzeyde Rus ve İngiliz konsoloslukları vasıtasıyla bu devletlerle ve özellikle yeni Sovyet devleti yöneticileriyle ilişki kurmaya çalışmış, Kürtlere destek ve yardım talebinde bulunmuştur. AZADİ örgütüne ait bazı bilgi, belge ve bildirilerin Rus arşivlerinden çıkması, örgütün Sovyetler birliğiyle ciddi ilişki içerisine girdiğini gösterir.
Erzurum/Tekman Duzordu köyünden merhum hacı Giyasettin Yalçın’a atfen oğlu hacı Ahmet ile Giyasettin Yalçın’ın damadı olan Varto İnaqlı mele Abdulkerim Han’ın anlatımına göre O dönemde bütün konsolosluklar iki katlı havuzlu hanın üst katında bulunuyorlardı, alt katta ise tüccar, esnaf ve çay ocakları mevcuttu. Halit bey Kürtlerle ilgili bilgi ve belgeleri daha önceden Sovyet sefaretine vermiş olacak ki, arada geçen sürede cevap almayınca, Süleyman efendiyê Mırunê’yi sefarete gönderir, bu şahıs Rusya’ya ihracat-ithalat yaptığı için ilişkileri iyi düzeydeydi, Süleyman efendi havuzlu hanın alt katındaki iş yerinde otururken Sovyet sefirinin içeri girdiğini görür ve onu işyerine çaya davet eder, sefir (konsolos), Süleyman efendi ile Halit beyin ilişkilerini bilmiş olacak ki “siz Kürtlerin çayı menfaat içindir, sizler ya işiniz düşünce veya bir kişi size misafir gelince, insana çay ikram edersiniz, eğer sen gerçekten menfaatten uzak bir çay içmek istiyorsan, buyur gel hem çay içelim hem de sohbet edelim” diyerek Süleyman efendi ile birlikte sefarete çıkarlar.
Süleyman efendi Halit beyden aldığı direktif/talimat doğrultusunda daha önce kendisine sunulan Kürt talepleriyle ilgili düşünce ve destekleri konusunda, yeni Sovyet devletinin tavır ve niyetini öğrenmek ister. Sovyet sefiri (konsolosu) “bütün milletlerin sözleri bir fındık kabuğunda bir araya gelebiliyor, fakat siz Kürtlerin sözü, bir torbadan yere dökülen darı misali onu tekrar toplamak ve bir araya getirmek mümkün olmuyor” diyerek o güne kadar beklemede tutuğu Kürt taleplerini bir kripto ile Moskova’ya bildiriyor ve “Kürtler Osmanlılardan ayrılarak bir beylik kurmak niyetindedir” şeklinde bir not düşerek elindeki bilgi ve belgeleri Moskova’ya iletiyor. Buda yeni Sovyet yöneticilerinin Kürt taleplerini hiçbir zaman ciddiye almadıkları ve üzerinde düşünmeye değer bulmadıklarını göstermektedir.
Bundan büyük oranda Ermeni meselesinin etkisinin olduğu, Ermenilerin Erzurum, Sivas, Harput, Diyarbakır, Bitlis, Van gibi Kürt nüfusunun çoğunlukta olduğu bu iller üzerinde hak iddia etmeleri ve buraları halen batı Ermenistan olarak görmeleri, göz önünde bulundurulunca, Sovyetlerin Kürt meselesini Ermenilerin niyetleri doğrultusunda ele aldığı ve onların taleplerine bağlı değerlendirmeye tabi tuttuğu ortaya çıkmaktadır. İşte “Ben Ermeniyim” diye bağıran ve “sosyalizm gelecek halklar özgürlüğüne kavuşacak” diye yırtınan Kürtlere, Sovyetlerin sadece bu davranışı ve Ermenilerin bu emelleri, kulaklarına küpe olması bakımından yeterlidir.
Erzurum’un batı kapısı olan Ilıcada Mustafa Kemal ve temsili heyetine, 3 Temmuz 1919 da bir karşılama töreni yapılmıştır. Bu törende Mustafa Kemal’e, Hamidiye alayı mensuplarının at sırtında kamçı ve özengi uzatarak protokol kurallarına uygun olmayan resmi geçişteki tavırları ile alayın atış tatbikatındaki performansını gören Mustafa Kemal, gözlemlerini, daha önce İngiliz ve Ruslardan aldığı istihbarat bilgileriyle birleştirince, Halit beyin niyetini gayet iyi anladığı için, bu mihval üzere ona yaklaşım göstermiştir.
Onun 15. Kolordu komutanı Kazım Karabekir’in mahiyetinde kalmasının isabetli olacağını ve yanına yerleştirilen bir kısım insanlarla faaliyetlerinden haberdar olmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Bütün bunların bilincinde olan ve olayların kendi kontrolünde geliştiğinin rahatlığıyla hareket eden Mustafa Kemal, 23 Temmuz günü Erzurum kongresini toplamış ve kongreye Halit bey gibi önemli bir şahsiyeti dahi çağırmamıştır.
Konuyla ilgili olarak binbaşı Kasım’ın Hınıs’ta söyledikleri ile İnaqlı Abdulkadir’in oğlu Giyaseddin (Şevket) Han’ın bana anlattıklarını yan yana getirince Mustafa Kemal’in Halit beyden ziyade binbaşı Kasım’la olan ilişkilerini ön planda tuttuğu anlaşılır. Giyasettin Han şunları aktardı. “Mustafa Kemal Erzurum’a gelirken Ilıcadaki karşılama töreninde Mıhemedê Xeto tarafında vurulacaktı. Fakat o Silahı yerine kamçısını ve ayağını heyete doğru uzatarak atını hızlı bir şekilde sürmüş ve alandan uzaklaşmıştır. planının boşa çıktığını gören Halit bey bundan çok büyük üzüntü duyar, fakat üzüntüsünü dışarıya sezdirmeme adına, devlet erkanı ve eşraftan bir kısım şahısların da davet edildiği akşam yemeğine binbaşı Kasım ve bazı şahıslarla birlikte katılır. Ertesi gün 15. Kolordu tarafından Halit beyin alayının da katıldığı bir atış tatbikatı yapılır ve Mustafa Kemal bu atışı tatbikatını bizzat izler, sıra babam Abdulkadir’e gelince o, arka arkaya hedefi tam isabetle vurunca, Mustafa Kemal, elini onun omuzuna koyarak (Halit bey! ben harpte, bıyıklı Abdulkadir gibi attığını vuran subay istiyorum) diyerek beğeni ve memnuniyetini dile getirir. O gün orada hazır bulunan ve söylediği bu sözü, Şeğ Said kıyamından sonraki yargılamalarda Mustafa Kemal’e hatırlatan binbaşı Kasım, babam Abdulkadir’in idamdan kurtulmasına vesile olur.” (Bu idam konusunu ayrıca yazacağım)
Mustafa Kemal’in Ilıca karşılamasını Varto İnaqlı öğretmen Salih Şahin, aynı köyden dayısı hacı Sait Bektaş’a atfen şöyle anlatmıştı “Ilıca karşılaşması Halit beyin tasarladığı plana uygun neticelenmeyince, akşam tertiplenen protokol yemeğinde üzüntüsü yüzünde okunan Halit beye, temsil heyetinden bir subay laf dokundurur ve (sen hangi sıfatla bu yemeğe katılıyorsun? kurtuluş savaşına katılma adına mı yoksa Kürdistan’ı kurma niyetiyle mi buradasın) deyince, Halit bey de (halkım için hangisi hayırlı ise onun adına buradayım) şeklinde cevap verir ve masada soğuk duş etkisi oluşur, daha sonra Halit bey yemekten ayrılınca duzordulu Selimin salonda kalması telkininde bulunur.
Bu olayı mele Abdulkerim HAN ve kayınbiraderi hacı Ahmet Yalçın, hacı Giyaseddin Yalçına atfen bana şöyle anlatılar. “Ilıcadaki karşılamadan sonra morali bozulan Halit bey yemekte fazla kalmaz fakat gözlemci olarak Giyaseddin’nin babası Selimê Mıhemedê Xudeydanın orada kalması talimatını verir, gayesi kendisi ayrıldıktan sonra olup bitenler hakkında bilgi sahibi olmaktı. Selimê Xudeyda, ayrı masada oturan binbaşı Kasım’ın yemekten sonra Mustafa Kemal’le yan yana geldiğini ve ondan büyük iltifat ve alaka gördüğünü anlatır. Binbaşı Kasım kendisini görünce de (sen burada ne arıyorsun) diyerek rahatsızlığını dile getirdiğini, babam Selim de, kendisine (sen nasıl davetli isen bende öyle davetliyim) şeklinde cevap vererek renk vermemiş ve sonra olup bitenler hakkında Halit beye bilgi vermiştir.” Selimê Xudeydanın bu gözlemi ile Binbaşı Kasım’ın Hınıs’ta esnafla olan sohbeti yan yana getirildiğinde, Kasım’ın Mustafa Kemalle ilişkisinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bütün bu gelişmeler Mustafa Kemal’in Halit bey gibi önemli bir şahsiyeti 23 Temmuz 1919 günü yapılan Erzurum kongresine neden çağırmadığının ipuçlarını vermektedir.
Ayrıca Giyasettin (Şevket) HAN babasına atfen şunları anlattı. “Tatbikat esnasında Mustafa Kemal’in babam Abdulkadir’e duyduğu o hayranlığı fırsat bilen binbaşı Kasım, daha sonra ona (Abdulkadir ben Kemal’le anlaştım bana Aydın Söke’de arazi verecek, gel sende Halit beyden vazgeç, ben kendisine söylerim sana da orada arazi alırız) dediğini, babamda ona (Halit beye herhangi bir katkım yok, yalnız, sende bilirsin savaşta birlikte çok ölümlerden döndük, hep dostane ilişkilerimiz oldu, birbirimize can borcumuz var, benim ondan ayrılmam, onun gıyabında işler çevirmem hoş olmaz, yalnız siz ikiniz akrabasınız, benim sizin aranıza giremem ve işlerinize karışamam doğru değildir, ama benim Halit beyden vazgeçmeyeceğimi sizde çok iyi bilirsiniz) demiş, (serikiye mın daye vi oğırê) diyerek kararlılığını dile getirmiştir. Daha sonra babam bunları Halit beye anlatınca, o da her şeyin farkında olduğunu, bazı şahısların kendisini yılan gibi sokmaya çalıştığını bildiğini, fakat bu şahısları etrafından uzaklaştırmanın bunları daha da tehlikeli hale getireceğini belirterek sabırlı ve dikkatli olunması gerektiğini söylemiştir.”
Sonuç olarak; 1919 yılında Erzurum’a yerleşen Halit Bey, AZADİ örgütünü kurmuş ve bu örgüt adına Sovyetler birliğiyle temasa geçerek, Kürtlerle ilgili niyetini onlarla paylaşmış, yardım ve desteklerini almaya çalışmıştır. Fakat Ruslar, Halit bey ve Kürtler yerine, Mustafa Kemal ve ekibine destek vermiş ve yardımda bulunmuşlardır. Hatta Ruslar, Halit beyin Kürtlerle ilgili niyetini, örgütsel düzeydeki çalışmalarını ve faaliyetlerini Mustafa Kemal’e bildirerek tedbir almasını sağlamışlardır. Şu bir gerçektir ki Türklerle Ruslar, doğu Anadolu da, yanı Türkiye Kürdistan’ında hiçbir zaman karşı karşıya gelmemişlerdir.
Bu topraklarda daima Kürtler, Osmanlı imparatorluğu adına Ruslarla savaşmış ve onların sıcak denizlere (Ak denize) inmelerine engel olmuşlardır. Bu nedenle de Ruslar, kendi burunlarının dibindeki bu Müslüman Kürt halkına hiçbir zaman güven duymamış ve her fırsatta Kürt topraklarının komşu devletler arasında bölünmesine vesile ve yardımcı olmuşlardır. Tarihte, ilk Kürdistan toprağının bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasında rol oynayan ve bunu gerçekleştiren çarlık Rusya ve Pers (İran) imparatorluğudur. Bu iki devletin günümüze kadar Kürtlere karşı hiçbir şekilde dostane davrandığı görülmemiştir. Her ne hikmetse, tarih boyunca Kasrı şirinden Kürdistan’a Sora, Mahabat dan günümüze kadar, Rusların Kürtlere karşı bu hasmane tutum ve davranışları belli olduğu halde ve en son PKK lideri Abdullah Öcalan’ı, kendi ülkelerinden kapı dışarı eden Ruslar, onun Afrika’nın Kenya çöllerinde sefil, perişan ve çaresiz kalmasına ve ABD tarafından Türk devletinin kucağına atmasına sebep oldukları halde, bizim halen aklı bir karış havada olan Kürt solu ve Kandildeki Stalinist zihniyetli Şii taşeronları, Ruslarla olan göbek bağını bir türlü koparamamıştır. Saygılarımla…
22.05.2016
Abdulbari HAN
Halit bey, Erzurum’a yerleştikten sonra yaptığı ilk iş, daha önce Varto’da çerçevesini çizdiği ‘AZADİ’ örgütünü kurmak olur. Her ne kadar bazı kaynaklar 1920 veya 1922 yıllarını işaret ediyorlarsa da, bunun doğru olmadığı kongre dolayısıyla 3 Temmuz 1919 da Erzurum’a gelen Mustafa Kemal’e karşı yapılmak istenen bir suikasttan anlaşılmaktadır. Halit bey, bu suikast görevini İnaklı Abdulkadir’e (Ebdulkadırê Zeynel Abdi’ye) vermek istemektedir. Fakat amcası İsmail ağa ve kız kardeşi Gülo ile evli olan akrabası binbaşı Kasım’ın ısrarlı davranışları sonucu, son anda bundan vazgeçilerek ayni aşiretten akrabaları Kargapazarlı Mıhemedê Xelilê Xeto’ya bu görev verilmiştir.
Bölgeyi ve Erzurum’dan Çabakçura (Bingöl’e) kadar olan güzergahı çok iyi bilen Mıhemedê Xelilê Xeto için, üç ayrı aktarma noktasında atlar dahi hazır bekletilerek, son noktaya kadar varması konusunda bütün detayları hazırlanan suikast planında, Mıhemedê Xetonun son anda devreye sokulması ve onunda bu suikastı çok rahatlıkla yapabilecek kabiliyet ve imkana sahip olmasına rağmen bunu gerçekleştirmemiş olması, İsmail ağa ile binbaşı Kasımın, Halit beyi örgütsel düzeyde ve bu kılıf altında bilinçli bir şekilde yanılttıkları şeklinde yorumlanmıştır. Daha sonraki ilişkiler ağına bakıldığı vakit, suikastı gerçekleştirmeyen Mıhemedê Xetonun, bu ikili tarafından bilinçli bir şekilde tercih edildiğini ve yanıltıldığını ortaya koymaktadır.
Erzurum kongresinden sonra binbaşı Kasım Varto’ya dönerken, Hınıs’ta, esnaf ve eşrafla yaptığı sohbet esnasında sarf ettiği şu sözler, olayın kavranmasında çok manidar olduğu gayet açıktır. O sırada Hınıs’ta bulunan ve bu sohbete şahit olan Varto Kaymakamlık yazı işleri müdürü Hıdır Arslan’ın babası, alevi avdelan aşiretine mensup Gullik köyünden Abbasê Mıhemedê Zılote’nin, Erzurum’dan dönen binbaşı Kasım’ın Hınıs’ta esnafa, “Berê na lê dı paşiyê de mın sed qürışê xwe bı ser Xalıto xıst” dediğini, bununla Mustafa Kemal’e olan yakınlığını ve onun yanında Halit beyden daha fazla ilgi, alaka gördüğünü ve itibar elde ettiğini ima etmiştir. Halit bey yakalandıktan sonra AZADİ örgütü belgelerinin İsmail ağa tarafından Erzurum’dan alınarak Varto’ya götürülmesi ve tandırdan yakılması, Şeğ Said kıyamı nedeniyle devletin İsmail ağayı binbaşı Kasım’la birlikte Söke’ye göndermesi, işin başından beri İsmail ağanın binbaşı Kasımla birlikte, ittihat ve terakki yöneticileriyle dirsek teması içerisinde hareket ettikleri anlaşılmaktadır. (akrabalık düzeyindeki bu ilişkiler ağına ileride daha detaylı açıklık getireceğim)
Halit beyin çalışma hayatında çok ölçülü ve disiplinli davrandığı, sabırlı ve kararlı bir yapıya sahip olduğu göz önünde bulundurulunca, baştan beri bütün kararları örgütsel bazda ele aldığı, yalnız başına karar verme izleniminde kaçındığı için Mıhemedê Xetoyu tercih etmek zorunda kaldığı ve bu dönemde peş peşe yaşanan olaylara bakıldığında AZADİ örgütünün 1919 yılı başında kurulduğu ortaya çıkacaktır.
Halit beyin Erzurum’a yerleşmesinde, Şeğ Said efendinin çok büyük etkisinin olduğu bilinmektedir. Adettendir Kürt halkının ileri gelenleri bir yerden başka bir yere giderken yol üzerindeki köylüler, kendisine komşu köye kadar refakat ederlerdi. Nitekim 1918 yılı sonu 1919 yılı başında kışın Varto’da Halit beyi ziyaret eden Şeğ Said efendi, alevi avdelan köyleri olan kalçıktan dere Gullik köyüne götürülürken köy halkı kendisine çok büyük ilgi ve alaka göstererek onu misafir eder. Fakat orada çok ilginç provokatif bir olay yaşanır.
Şeyhin yanındaki kendini bilmez bir şahıs, Süleyman Kaya’nın babası Hüsênê Hemed’e, yok yere kurşun sıkar, adam yara almaz ama köyde büyük bir infial oluşur, haberi alan Şeğ Said efendi, derhal o şahsın silahını elinden alır ve ona çok sert mukabelede bulunarak onu köyden ve mahiyetinden kovarak ortalığı yatıştırır. Böylece AZADİ örgütünün kurulma aşamasında, ta işin başında bir provokasyonun önüne geçilerek “şeğ Said efendi uğradığı alevi köylerinde zülüm ve katliam yapıyor” şeklindeki bir propagandaya set çekmiş oluyor. (anlatan H.ARSLAN), Fakat bir iki ay sonra ferê ailesinden Xelo, Alevi köyü olan Kalçık, Saçêğ ve Kovik köylerinde bir yıldan beri misafir olarak kalan Halit bey ve ailesine saldırarak bu olayı kullanacaktır.(daha sonra bu konuya ayrıca açıklık getireceğim)
Erzurum’a yerleşen Halit bey, hemen 15. Kolordu bünyesindeki bütün Kürt subaylarla ilişkiye geçerek onları bir askeri disiplin içerisinde örgütler. En önemlisi Halit beyin Erzurum’un yerli ailelerinden Fevzi Alemdar ailesi, Nalbantlar ailesi, Gemalmazlar ailesi, Korukçular ailesi, Gani beyin babası Akif Kulebi ailesi, hacı Osman efendi ailesi, tırpancı Şaban ailesi, Qulili Mustafa ailesi, Acıkoculu Süleyman efendi yê Mırunê vb birçok aile ve etkili şahsiyetlerle örgütsel düzeyde ilişki içerisine girdiği, bu şahıs ve ailelerden bir kısmının Şeğ Said kıyamından sonra idam ve sürgün edilmelerinden anlaşılmaktadır.
Bu ailelerin bir kısmı Kürt, bir kısmı da muhafazakar ve dindar Türk aileleridir. Aynı şekilde Halit beyin Kars, Kağızman, Ağrı, Patnos, Bitlis, Muş ve Bingöl’e kadar bütün aşiret reisleri ve ileri gelen ailelerle, özelikle Tutakta sipkan aşireti lideri Abdulmecit bey, Patnos’ta haydaran aşireti lideri kor Hüseyin paşa, Kağızman da Türkmen aşiretlerinden, Karapınar köyünden mükim Karkarut aşireti reisi Abbas bey, Malazgirt’den Hasanan aşirti lideri Halit bey, xoyti aşireti reisi hacı Musa bey, Tekman Madrag köyünden Selim bey, Karayazı söylemzli Kulixan bey ailesi ve Keremê kol ağası, Hınıs da Şükrü ağa ve Alaeddin bey ailesi, Muşta Pag beyleri, Anzarlı Mehmet bey ailesi ve Mele Emin ailesi, mala Felemez ailesi ve Şeğ Said hareketinin beyni durumundaki şeğ Said efendi ile mala mele Kal olarak adlandırılan Melekanlı şeğ Abdullah ailesi ve Hacıbeyli Şeğ Aliyê şeğ Mus ailesi ve bu üçlü vasıtasıyla omeri, zıkti, tawsi, solaxi, şükre gibi zaza aşiretleri ve daha yüzlerce Kürt aşiret ve hanedan ailelerle ilişki içerisindedir. Halit beyin amcası İsmail ağa dışında Varto’daki şêwırmendleri (danışmanları) Karaseyitli hacı Dewrêş, İnaqli Zeynel Abdi ve alevi avdelan aşireti reisi Kalçıklı İsmailê Seyitxandır. Halit beyin Varto’daki köşkünün yapılmasında ve aile masraflarını karşılamada en büyük finansörü karaseyitli hacı Dewrêş’dir.
Ayrıca Erzurum’a yerleşen Halit bey örgütsel düzeyde Rus ve İngiliz konsoloslukları vasıtasıyla bu devletlerle ve özellikle yeni Sovyet devleti yöneticileriyle ilişki kurmaya çalışmış, Kürtlere destek ve yardım talebinde bulunmuştur. AZADİ örgütüne ait bazı bilgi, belge ve bildirilerin Rus arşivlerinden çıkması, örgütün Sovyetler birliğiyle ciddi ilişki içerisine girdiğini gösterir.
Erzurum/Tekman Duzordu köyünden merhum hacı Giyasettin Yalçın’a atfen oğlu hacı Ahmet ile Giyasettin Yalçın’ın damadı olan Varto İnaqlı mele Abdulkerim Han’ın anlatımına göre O dönemde bütün konsolosluklar iki katlı havuzlu hanın üst katında bulunuyorlardı, alt katta ise tüccar, esnaf ve çay ocakları mevcuttu. Halit bey Kürtlerle ilgili bilgi ve belgeleri daha önceden Sovyet sefaretine vermiş olacak ki, arada geçen sürede cevap almayınca, Süleyman efendiyê Mırunê’yi sefarete gönderir, bu şahıs Rusya’ya ihracat-ithalat yaptığı için ilişkileri iyi düzeydeydi, Süleyman efendi havuzlu hanın alt katındaki iş yerinde otururken Sovyet sefirinin içeri girdiğini görür ve onu işyerine çaya davet eder, sefir (konsolos), Süleyman efendi ile Halit beyin ilişkilerini bilmiş olacak ki “siz Kürtlerin çayı menfaat içindir, sizler ya işiniz düşünce veya bir kişi size misafir gelince, insana çay ikram edersiniz, eğer sen gerçekten menfaatten uzak bir çay içmek istiyorsan, buyur gel hem çay içelim hem de sohbet edelim” diyerek Süleyman efendi ile birlikte sefarete çıkarlar.
Süleyman efendi Halit beyden aldığı direktif/talimat doğrultusunda daha önce kendisine sunulan Kürt talepleriyle ilgili düşünce ve destekleri konusunda, yeni Sovyet devletinin tavır ve niyetini öğrenmek ister. Sovyet sefiri (konsolosu) “bütün milletlerin sözleri bir fındık kabuğunda bir araya gelebiliyor, fakat siz Kürtlerin sözü, bir torbadan yere dökülen darı misali onu tekrar toplamak ve bir araya getirmek mümkün olmuyor” diyerek o güne kadar beklemede tutuğu Kürt taleplerini bir kripto ile Moskova’ya bildiriyor ve “Kürtler Osmanlılardan ayrılarak bir beylik kurmak niyetindedir” şeklinde bir not düşerek elindeki bilgi ve belgeleri Moskova’ya iletiyor. Buda yeni Sovyet yöneticilerinin Kürt taleplerini hiçbir zaman ciddiye almadıkları ve üzerinde düşünmeye değer bulmadıklarını göstermektedir.
Bundan büyük oranda Ermeni meselesinin etkisinin olduğu, Ermenilerin Erzurum, Sivas, Harput, Diyarbakır, Bitlis, Van gibi Kürt nüfusunun çoğunlukta olduğu bu iller üzerinde hak iddia etmeleri ve buraları halen batı Ermenistan olarak görmeleri, göz önünde bulundurulunca, Sovyetlerin Kürt meselesini Ermenilerin niyetleri doğrultusunda ele aldığı ve onların taleplerine bağlı değerlendirmeye tabi tuttuğu ortaya çıkmaktadır. İşte “Ben Ermeniyim” diye bağıran ve “sosyalizm gelecek halklar özgürlüğüne kavuşacak” diye yırtınan Kürtlere, Sovyetlerin sadece bu davranışı ve Ermenilerin bu emelleri, kulaklarına küpe olması bakımından yeterlidir.
Erzurum’un batı kapısı olan Ilıcada Mustafa Kemal ve temsili heyetine, 3 Temmuz 1919 da bir karşılama töreni yapılmıştır. Bu törende Mustafa Kemal’e, Hamidiye alayı mensuplarının at sırtında kamçı ve özengi uzatarak protokol kurallarına uygun olmayan resmi geçişteki tavırları ile alayın atış tatbikatındaki performansını gören Mustafa Kemal, gözlemlerini, daha önce İngiliz ve Ruslardan aldığı istihbarat bilgileriyle birleştirince, Halit beyin niyetini gayet iyi anladığı için, bu mihval üzere ona yaklaşım göstermiştir.
Onun 15. Kolordu komutanı Kazım Karabekir’in mahiyetinde kalmasının isabetli olacağını ve yanına yerleştirilen bir kısım insanlarla faaliyetlerinden haberdar olmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Bütün bunların bilincinde olan ve olayların kendi kontrolünde geliştiğinin rahatlığıyla hareket eden Mustafa Kemal, 23 Temmuz günü Erzurum kongresini toplamış ve kongreye Halit bey gibi önemli bir şahsiyeti dahi çağırmamıştır.
Konuyla ilgili olarak binbaşı Kasım’ın Hınıs’ta söyledikleri ile İnaqlı Abdulkadir’in oğlu Giyaseddin (Şevket) Han’ın bana anlattıklarını yan yana getirince Mustafa Kemal’in Halit beyden ziyade binbaşı Kasım’la olan ilişkilerini ön planda tuttuğu anlaşılır. Giyasettin Han şunları aktardı. “Mustafa Kemal Erzurum’a gelirken Ilıcadaki karşılama töreninde Mıhemedê Xeto tarafında vurulacaktı. Fakat o Silahı yerine kamçısını ve ayağını heyete doğru uzatarak atını hızlı bir şekilde sürmüş ve alandan uzaklaşmıştır. planının boşa çıktığını gören Halit bey bundan çok büyük üzüntü duyar, fakat üzüntüsünü dışarıya sezdirmeme adına, devlet erkanı ve eşraftan bir kısım şahısların da davet edildiği akşam yemeğine binbaşı Kasım ve bazı şahıslarla birlikte katılır. Ertesi gün 15. Kolordu tarafından Halit beyin alayının da katıldığı bir atış tatbikatı yapılır ve Mustafa Kemal bu atışı tatbikatını bizzat izler, sıra babam Abdulkadir’e gelince o, arka arkaya hedefi tam isabetle vurunca, Mustafa Kemal, elini onun omuzuna koyarak (Halit bey! ben harpte, bıyıklı Abdulkadir gibi attığını vuran subay istiyorum) diyerek beğeni ve memnuniyetini dile getirir. O gün orada hazır bulunan ve söylediği bu sözü, Şeğ Said kıyamından sonraki yargılamalarda Mustafa Kemal’e hatırlatan binbaşı Kasım, babam Abdulkadir’in idamdan kurtulmasına vesile olur.” (Bu idam konusunu ayrıca yazacağım)
Mustafa Kemal’in Ilıca karşılamasını Varto İnaqlı öğretmen Salih Şahin, aynı köyden dayısı hacı Sait Bektaş’a atfen şöyle anlatmıştı “Ilıca karşılaşması Halit beyin tasarladığı plana uygun neticelenmeyince, akşam tertiplenen protokol yemeğinde üzüntüsü yüzünde okunan Halit beye, temsil heyetinden bir subay laf dokundurur ve (sen hangi sıfatla bu yemeğe katılıyorsun? kurtuluş savaşına katılma adına mı yoksa Kürdistan’ı kurma niyetiyle mi buradasın) deyince, Halit bey de (halkım için hangisi hayırlı ise onun adına buradayım) şeklinde cevap verir ve masada soğuk duş etkisi oluşur, daha sonra Halit bey yemekten ayrılınca duzordulu Selimin salonda kalması telkininde bulunur.
Bu olayı mele Abdulkerim HAN ve kayınbiraderi hacı Ahmet Yalçın, hacı Giyaseddin Yalçına atfen bana şöyle anlatılar. “Ilıcadaki karşılamadan sonra morali bozulan Halit bey yemekte fazla kalmaz fakat gözlemci olarak Giyaseddin’nin babası Selimê Mıhemedê Xudeydanın orada kalması talimatını verir, gayesi kendisi ayrıldıktan sonra olup bitenler hakkında bilgi sahibi olmaktı. Selimê Xudeyda, ayrı masada oturan binbaşı Kasım’ın yemekten sonra Mustafa Kemal’le yan yana geldiğini ve ondan büyük iltifat ve alaka gördüğünü anlatır. Binbaşı Kasım kendisini görünce de (sen burada ne arıyorsun) diyerek rahatsızlığını dile getirdiğini, babam Selim de, kendisine (sen nasıl davetli isen bende öyle davetliyim) şeklinde cevap vererek renk vermemiş ve sonra olup bitenler hakkında Halit beye bilgi vermiştir.” Selimê Xudeydanın bu gözlemi ile Binbaşı Kasım’ın Hınıs’ta esnafla olan sohbeti yan yana getirildiğinde, Kasım’ın Mustafa Kemalle ilişkisinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bütün bu gelişmeler Mustafa Kemal’in Halit bey gibi önemli bir şahsiyeti 23 Temmuz 1919 günü yapılan Erzurum kongresine neden çağırmadığının ipuçlarını vermektedir.
Ayrıca Giyasettin (Şevket) HAN babasına atfen şunları anlattı. “Tatbikat esnasında Mustafa Kemal’in babam Abdulkadir’e duyduğu o hayranlığı fırsat bilen binbaşı Kasım, daha sonra ona (Abdulkadir ben Kemal’le anlaştım bana Aydın Söke’de arazi verecek, gel sende Halit beyden vazgeç, ben kendisine söylerim sana da orada arazi alırız) dediğini, babamda ona (Halit beye herhangi bir katkım yok, yalnız, sende bilirsin savaşta birlikte çok ölümlerden döndük, hep dostane ilişkilerimiz oldu, birbirimize can borcumuz var, benim ondan ayrılmam, onun gıyabında işler çevirmem hoş olmaz, yalnız siz ikiniz akrabasınız, benim sizin aranıza giremem ve işlerinize karışamam doğru değildir, ama benim Halit beyden vazgeçmeyeceğimi sizde çok iyi bilirsiniz) demiş, (serikiye mın daye vi oğırê) diyerek kararlılığını dile getirmiştir. Daha sonra babam bunları Halit beye anlatınca, o da her şeyin farkında olduğunu, bazı şahısların kendisini yılan gibi sokmaya çalıştığını bildiğini, fakat bu şahısları etrafından uzaklaştırmanın bunları daha da tehlikeli hale getireceğini belirterek sabırlı ve dikkatli olunması gerektiğini söylemiştir.”
Sonuç olarak; 1919 yılında Erzurum’a yerleşen Halit Bey, AZADİ örgütünü kurmuş ve bu örgüt adına Sovyetler birliğiyle temasa geçerek, Kürtlerle ilgili niyetini onlarla paylaşmış, yardım ve desteklerini almaya çalışmıştır. Fakat Ruslar, Halit bey ve Kürtler yerine, Mustafa Kemal ve ekibine destek vermiş ve yardımda bulunmuşlardır. Hatta Ruslar, Halit beyin Kürtlerle ilgili niyetini, örgütsel düzeydeki çalışmalarını ve faaliyetlerini Mustafa Kemal’e bildirerek tedbir almasını sağlamışlardır. Şu bir gerçektir ki Türklerle Ruslar, doğu Anadolu da, yanı Türkiye Kürdistan’ında hiçbir zaman karşı karşıya gelmemişlerdir.
Bu topraklarda daima Kürtler, Osmanlı imparatorluğu adına Ruslarla savaşmış ve onların sıcak denizlere (Ak denize) inmelerine engel olmuşlardır. Bu nedenle de Ruslar, kendi burunlarının dibindeki bu Müslüman Kürt halkına hiçbir zaman güven duymamış ve her fırsatta Kürt topraklarının komşu devletler arasında bölünmesine vesile ve yardımcı olmuşlardır. Tarihte, ilk Kürdistan toprağının bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasında rol oynayan ve bunu gerçekleştiren çarlık Rusya ve Pers (İran) imparatorluğudur. Bu iki devletin günümüze kadar Kürtlere karşı hiçbir şekilde dostane davrandığı görülmemiştir. Her ne hikmetse, tarih boyunca Kasrı şirinden Kürdistan’a Sora, Mahabat dan günümüze kadar, Rusların Kürtlere karşı bu hasmane tutum ve davranışları belli olduğu halde ve en son PKK lideri Abdullah Öcalan’ı, kendi ülkelerinden kapı dışarı eden Ruslar, onun Afrika’nın Kenya çöllerinde sefil, perişan ve çaresiz kalmasına ve ABD tarafından Türk devletinin kucağına atmasına sebep oldukları halde, bizim halen aklı bir karış havada olan Kürt solu ve Kandildeki Stalinist zihniyetli Şii taşeronları, Ruslarla olan göbek bağını bir türlü koparamamıştır. Saygılarımla…
22.05.2016
Abdulbari HAN
JİYANA MOTKİLİ XELÎL XEYALÎ
Xelîl Xeyalî (1876-1926 ji Modkê ye, ji qebîleya “Mûdan” e. Li cem Se‘îdê Nûrsî (1876-1960) ders girtiye û gelek di bin bandora wî da maye. Di dawiya sedsala 19an de çûye Stenbolê û li wê derê li ser xwendin û nivîsandina bi zimanê kurdî xebat kiriye.
JİYANA MOTKİLİ XELÎL XEYALÎ (HAYATI)
1. Jiyana Xelîl Xeyalî:
Xelîl Xeyalî (1876-1926 ji Modkê ye, ji qebîleya “Mûdan” e. Li cem Se‘îdê Nûrsî (1876-1960) ders girtiye û gelek di bin bandora wî da maye. Di dawiya sedsala 19an de çûye Stenbolê û li wê derê li ser xwendin û nivîsandina bi zimanê kurdî xebat kiriye. Di sala 1908an de li Stenbolê di damezirandina komeleyên bi navên Kurd Te’avun û Teraqî û Kurd Neşrê Me’arif de cih girtiye. Ji bo perwerdekirina zarokên kurdan bi zimanê kurdî, di sala 1910an de ji aliyê komeleya Kurd Neşrê Me’arif ve li Çemberlîtaşê yekemîn dibistana kurdî bi navê Kurd Nimûne İbtidaîsi-Meşrutiyet hatiye vekirin. Xelîl Xeyalî di vekirina vê dibistanê de rolek mezin lîstiye. Di vê dibistanê de li gor elfabeya wî ya ku emê jê behs bikin perwerde bi zimanê kurdî hatiye kirin. Di sala 1912an de li Stenbolê ji aliyê hinek xwendevanên kurd ve Komeleya Hêvî hatiye damezirandin û heta Şerê Cîhanê yê Yekem dewam kiriye. Xelîl Xeyalî di damezirandina vê komeleyê de jî rolek girîng leyistiye. [1] Armanca herî girîng ya vê komeleyê ji bo hêsankirina xwendin û nivîsandina bi zimanê kurdî amadekirina elfabeyek kurdî bû. Xelîl Xeyalî di kovara bi navê Rojî Kurd de li ser xwendin û nivîsandina bi zimanê kurdî û sitandartkirina elfabeyek ku ji bo temamê zaravayên kurdî bi kar bê çend gotar nivîsandine. Bo nimûne di hejmara sisêyan de, di gotara xwe ya bi serenavê Ziman de pirsek wiha kiriye: “Kurd îro muhtacê çi ne? Em ewan bêjin”. Paşê jî tiştên ku îhtiyaciya kurdan bi wan heye di 10 madeyan de rêz kiriye. Di madeyên duyemîn, sêyemîn û heştemîn de wiha gotiye:[2]
2- Ser terzek nû elîfbayek.
3- Ji bona temamê zimanê kurdîtiyê qamûsek (ferhengek mezin).
8- Ji bo zimanê kurdan serf û nehwek (rêzimanek).
Çawa ku ji madeya duyemîn jî tê fêmkirin jiber ku baweriya Xelîl Xeyalî bi diviyatiya amedekirina elfabeyek standart ya kurdî hebû, di sala 1909an de li Stenbolê yekemîn alfabeya kurdî ya bi tîpên erebî çê kiriye û navê wê danîye “Elifbeyê Kurmancî”.
Bi saya du şexsiyetên kurd der barê Xelîl Xeyalî de bi kurtasî be jî hinek agahî gihaştine roja me. Yek ji van şexsiyetan Se’îdê Nûrsî ye, yê din Qedrî Cemîl Paşa ye.
Se‘îdê Nûrsî (Kurdî) der barê Xelîl Xeyalî û elfabeya wî de wiha dibêje:
“Ez mînakek neteweperwerî ji we re pêşkêş dikim ku ew jî Xelîl Xeyaliyê Motkî ye. Mîna her beşek miletperweriyê di beşa ziman de jî xelata pêşbaziyê a wî ye. Wî alfabe û serf û nehv(rêziman)a ku bingehê zimanê me ye çêkiriye. Vî zatê han nimûneyek miletperweriyê nîşan daye û ji bo zimanê me yê ku mihtacê temamkirinê ye bingehek daniye. Ez ji ehlê hemiyetê (ji miletperweran) re tewsiye dikim ku,. li pey rêça wî herin û zimanê me li ser wê bingehê ava bikin”.[3]
Ekrem Cemîl Paşa jî wiha dibêje:
Li gor Ekrem Cemîl Paşa, Xelîl Xeyalî û Ziya Efendi (Ziya Gokalp) bi hev re rêzimana kurdî amade kirine û dest pê kirine ku ferhengek jî binivisînin. Lê Ziya Gokalp ji xwendingehê tê derxistin û gava tê Diyarbekir xebatên ku wî û Xelîl Xeyalî bi hev re kiribûn jî bi xwe re tîne û ji wê û pê ve têkiliyên wî û Xelîl Xeyalî tên birîn. Piştî meşrûtiyetê dema ku Ziya Gokalp wekî delegeyê Diyarbekrê beşdarê “Komeleya İttîhad û Teraqî”yê ya li Selanîkê dibe û Xelîl Xeyalî li Stenbolê dibîne. Xelîl Xeyalî ew xebatên ku bi hev re kiribûn jê dixwaze, lê dibêje “min ew şewitandin” û naxwaze ku bide Xelîl Xeyalî.[4]
2. Alfabeya Xelîl Xeyalî
Çawa ku ji gotinên Se‘îdê Nûrsî tê fêmkirin wekî niha di wê demê de jî rewşenbîrên kurdan ji bo sitandartkirina zimanê kurdî li ser alfabeyek sitandart nîqaş kirine. Di nîqaşên di vî warî de Se‘îdê Nûrsî xwestiye ku alfabeya Xelîl Xeyalî wekî bingeh bê qebûlkirin. Nexwe di nîqaşên îro de jî divê ev alfabe neyê jibîrkirin, beranberiya wê bi alfabeyên din bê kirin, kêmahî û zêdehiyên wê bên dîtin û jê were îstîfadekirin. Loma di vê nivîsa xwe de me xwest ku em vê alfabeyê jî bi çend gotinan bidin naskirin:
1) Alfabeya Xelîl Xeyalî yekemîn alfabeya kurdî bi tîpên rrebî ye.
2) Ev alfabe bi hemançapî di pirtûka Mehmet BAYRAK ya bi navê “Açık-Gizli, Resmi-Gyr-ı Resmi Kürdoloji Belgeleri” de hatiye weşandin.[5]
3) Hogir Tahir Tewfîq di xebata xwe ya bi navê “el-Elifbau’l-Kurdiyye Bi’l-Hurûfi’l-Erebiyye We’l-Hurûfi’l-Latiniyye“ (Elfabeyên Kurdî yên Bi Tîpên Erebî û Latînî) de li gor çapa Mehmet Bayrak alfabeya Xelîl Xeyalî jî qeyd kiriye.[6]
4) Alfabe ji aliyê weşanxana “Hîvda ” jî bi tîpên erebî hatiye weşandin.[7] Lê tê de hinek guhartin û şaşî hene.
5) Alfabe ji 34 tîpan pêk tê. Ev tîp digel Latînîya wan ev in:
? =Ab
? =Bb
?=Pp
? =Tt
? =Ss
? = Cc
?=Çç
? = Hh
? =Xx
? =Dd
? =Zz
? =Rr
? =Zz
? =Jj
? =Ss
? =Şş
? =Ss
? =Dd
? =Tt
? =Zz
? =‘
? =Ğğ
? =Ff
? =Vv
? =Qq
? =Kk
?=Gg
? =Ll
? =Mm
? =Nn
? =Ww
? =Hh
??=La
? =Yy
6) Alfabe digel mînak û agahiyên cûrbecûr ji 27 rûpelan pêk tê. Naveroka rûpelan wiha ye:
a) Rûpela yekemîn qapax e. Tê de navê xebatê (Elîfbayê Kurdî), navê nivîskar (Xelîl Xeyalî Motkî), navê çapkirox (Kurdîzade Ehmed Ramîz) û sala çapê (1325) cih digire.
b) Di rûpela duyemîn de 34 tîpên alfabeyê hatine nivîsandin ku me van tîpan digel Latîniya wan li jor da nîşandan.
c) Di rûpelên sêyemîn, çaremîn û pêncemîn de navê van tîpan û rewşa nivîsandina wan di ser û nav û dawiya bêjeyê de hatiye nîşandan.
d) Di rûpela şeşemîn û heftemîn de li ser rewşa dirêjkirina tîpan, tîpên bênuqte, tîpên biyeknuqte, tîpên bidunuqte û tîpên bisênuqte hatiye sekinandin.
e) Nivîskar di rûpela heştemîn de li ser bilêvkirina tîpan li gor ser û cer û ber yên erebî ku ji wan re “hereke” tê gotin sekiniye. Mînak: Be,bi,bu; te,ti,tu.
f) Di rûpela nehemîn de nivîskar behsa “tenwîn”a erebî kiriye û bal kişandiye ku di zimanê kurdî de tenwîn nîne. Çawa ku tê zanîn tenwîn di dawiya navdêrên erebî de cih digire û wekî du seran, du beran an jî du ceran (“..en”, “..in”, “..un”) tê bilêvkirin. Ji bo nimûne tîpa ?=Byê gava di dawiya navdêrek erebî de cih bigire wiha tê xwendin: Ben, bin, bun. Di rûpelên di pey re mînakên cûrbecûr cih girtine.
g) Di rûpelên 23 û 24an de di bin sernavê “Îbare” de nivîskar bi şiklê şê’rê hinek nesîhet kirine. Mînak: Ders bixwune, zimanê Kurmancî hûbe.
h) Nivîskar di rûpelên 24, 25 û 26an de hinek du‘ayên erebî nivîsandine.
i) Di rûpela dawîn de di bin sernavê “Rica “de wiha hatiye nivîsandin:
“Behayê vê (elfabeyê) ji bo tebi’kirina (çapkirina) kutubê (pirtûkên) Kurmacan e. Li pey vê, qiraet (xwendin) û serf (morfoloji=peyvsazî) û nehv (rêziman)a zimanê Kurmancî jî dê tebi’ bibe (were çapkirin). Feqet em muhtacê arîkirinê ne. Bê arîkirin tiştik nabe. Hêviya me xeyret û cuwamêriya Kurmacan e. Meqseda me ji zarokê Kurmacan ra nîşandana rêya ‘ilm û hunerê ye”.
7) Tiştek balkêş jî ev e ku Xelîl Xeyalî bêjeya “Kurmanc” wekî “Kurmac” bi kar anî ye. Ango cih nedaye tîpa “n”yê. Berê me got qey viya kêmasiyeke çapî ye. Lê me dît ku Cemal Reşîd Ehmed di kitêba xwe ya bi navê “Zuhûru’l-Kurd Fî’t-Tarîx” de dibêje ku di dema Mîrektiya Erdelan de Mîrê kurd yê bi navê Xusrev b. Muhemmed di destnivîsek xwe de bêjeya “Kurmanc” wekî “Kurmac” bi kar aniye û ev destnivîsa han di sala 1984an de li Moskovayê hatiye çapkirin.[8] Wê demê me fêm kir ku di nav hinek nivîskarên kurd yên berê de navê “Kurmanc” wekî “Kurmac” jî hatiye xebitandin.
[1] Zinar Silopî, Mes’eletu Kurdistan (Doza Kurdistan), Pêşkêşkirox: İzedîn Mistefa Resûl, çapa duyemîn, Beyrut, 1997, r.33-35
[2] Rojî Kurd, 1913, hejmar:3, r. 21-22 (Amadekar: Cemal Xeznedar).
[3] Seîdê Nûrsî, İki Mektebê Musîbet (Di nav “Asarê Bedî‘iye” de), r.334 -335.
[4] Binêrin Qedrî Cemîl Paşa (Zinar Silopî), Doza Kurdistan, wergerandina bo kurdî: Omer Dewran, Weşanên Bîr, Diyarbekir 2007, r. 24-25.
[5] Mehmet Bayrak, Açık-Gizli Resmi-Gayr-ı Res mi Kürdoloji Belgeleri, Enqere, 1994, r.462-505.
[6] Hogir Tahir Tewfîq, el-Elifbau’l-Kurdiyye Bi’l-Hurûfi’l-Erebiyye We’l-Hurûfi’l-Latiniyye, çapa yekem, Erbîl, 2005.Ji bo agahiyên der barê Xelîl Xeyalî û elfabeya wî di vê kitêbê de binêrin r.23-40.
[7] Elîfbêya Kurdî, muherrir (nivîskar): Xelîl Xeyalî, Çapxana Hîvda , çapa yekem, Stenbol, 2004.
[8] Cemal Reşîd Ehmed, Zuhûru’l-Kurd Fî’t-Tarîx , Erbîl, 2003, I, 61.
Nîşane: Halil Hayali, kürtçe, kürtçe alfabe, Xelil Xeyali, Ziman
mutkili halil hayali efendi
halil hayali (halil hayalî-i mutki), bitlis’in motki kazasının modan aşiretine bağlı, çevresinde saygıyla anılan bir ailedendir. doğum tarihi hakkında kesin bir kayıt bulunmamakla birlikte 1848-1850 yılları en kuvvetli ihtimaller olarak göze çarpar. halil hayali, çocukluğunda nur talebelerinin üstadı said-i kürdi’nin tavrından etkilenerek eğitim konusunda özel bir çaba sarf etmiştir. ilk öğrenimini diyarbakır’da gördükten sonra da dönemin bilim merkezi olarak görülen istanbul’a gelerek üniversite okumuştur. osmanlı döneminde çeşitli devlet kademelerinde görev alan halil hayali bey’in son memuriyeti de halkalı yüksek ziraat mektebi muhasebeciliğidir. 1900 yılından itibaren aralarında kadri cemil paşa, ekrem cemil paşa, kamuran ve celadet ali bedirhan bey’ler gibi onlarca gence kucak açıp onların kendi ilgi alanlarında daha da gelişip başarılı olmaları için her türlü desteği sunmuştur.
‘mekteb-i tıbbiye’de öğrenci olan diyarbakır’ın çermik ilçesi zazalar’ından ziya gökalp ile tanışarak birlikte kürtçe’nin gramerini ve sözlüğünü yazmaya başlarlar. özgürlükçü düşünceleri nedeniyle okulla ilişiği kesilen ziya gökalp, diyarbakır’a geri dönünce ve beraberinde de bu çalışmaları da götürür. meşrutiyetin ilanında halil hayali ve ziya gökalp ikilisi, selanik’te toplanan ittihat ve terakki cemiyeti kongresinde buluşurlar. ziya gökalp’in, diyarbakır delegesi olarak katıldığı kongre için istanbul’da bulunduğu sırada halil hayali kendisinden beraber hazırladıkları kürtçe gramer çalışmalarını ister. ancak gökalp bunları yaktığını söyleyerek geri vermek istemeyince halil hayali bu eseri yeniden yazmaya başlar.
halil hayali kürt terakki ve teavün cemiyeti’nin kurulması için ön ayak olanhayali, kürt neşr-i maarif cemiyeti’nin de kurucularından birisidir. bediuzzaman sadi-i kürdi; “iki mekteb-i musibetin şahadetnamesi yahut divan-ı örfi ve said-i kurdi” adlı kitabında halil hayali’den söz eder:
“işte milli onurun bir örneğini size takdim ediyorum, ki o da mutkili halil hayali efendi’dir. milli onurun her alanında olduğu gibi dilbilimi alanında da derinleşmiş ve dilimizin esası olan alfabesini ve gramerini hazırlamış ve diyebilirim ki bu uğurda gösterdiği gayret, çalışma ve çabalar onun maneviyatıyla bütünleşmiştir. bu kişi, örnek bir onurlu davranış göstermiş ve gelişmeye muhtaç dilimize dair temel atmış olduğundan, onun yolunu izlemeyi ve bu alandaki çalışmaları daha da geliştirmeyi onur sahiplerine tavsiye ederim.”
ekrem cemil paşa ve musa anter’in anlattıkları...
ekrem cemil paşa da kendi hayatını anlattığı “muhtasar hayatım” adlı eserinde halil hayali bey’den büyük bir saygıyla bahseder:
“istanbul’da kürt talebelerine hocalık eden, büyük ruhlu ve azimli, pek büyük bir kürt hakkında bir kaç söz söyleyeceğim. bu sözünü edeceğim kişi, motkili halil hayali bey’dir. aydın, himmetli bir vatanperverdi. biz gençler bu zatı 1909 yılında istanbul’da tandık. o vakitler yaşı elliyi mütecavizdi. cuma günleri divanyolu’ndaki diyarbekir kıraathanesine gelir bizi toplardı. kürt tarihinden, kürt hamaset ve mefahirinden çok şeyler anlatırdı. tarihi, milli ve edebi konuşmasının sonu gelmezdi. biz gençler büyük bir ilgi, zevk ve heyecanla konuşmaları dinler ve çok şeyler öğrenirdik. bu zat istanbul’daki öğrencilere 20 sene hocalık yapmıştır. bunu yaparken de bıkmaz, yorulmazdı. ben 1928 yılında kastamonu hapishanesinden çıktıktan sonra, istanbul’da bir çok defalar ziyaretine gittim. iki seneden beri yataktaymış, 1929’da istanbul’u terk ederken bu büyük adamı daha ağır hasta bir vaziyette yatakta bıraktım.”
musa anter de “hatıralarım” da saygıyla andığı bu değerli insanı şöyle anlatır: “halil hayali bey, kendisini gördüğümde bugünkü orman fakültesi baş muhasipliğinden emekliydi. pırıl pırıl bir ihtiyardı. oldukça kültürlü ve o ölçüde güzel kalemi olan halil hayali beyin gözlerinde adeta vatan aşkı parlıyordu. benim bütün emelim, sağlığımda, bu zalim milletlerin ayakları altında çiğnenen ve bu millete layık olmayan kürt milletinin kurtuluşunu görmektir derdi. kızı nazmiye hanımla oturuyordu. halil hayali, ölümüne yakın kendisindeki alışma notlarını bana verdi. bunların içinde paha biçilmez vesikalar vardır. ziya gökalp’in kendi eliyle yazdığı kürtçe grameri ve kürt dili üzerine araştırmaları vardı. ”
elifbaye kurmanci
istanbul’da vefat eden, osmanlı dönemi aydınları arasında önemli kültürel çalışmalarıyla saygın bir yere sahip olan halil hayali’nin, kürtçe ile ilgili önemli çalışmalar yaptığı biliniyor. kürtçe’nin kurmanci, zazaki lehçeleriyle, türkçe, farsça, arapça ve fransızca’yı bilen halil hayali bey kürt dilinin bilinen ilk alfabesinin (elifbaye kurmanci) yanı sıra kürtçe’nin saff û nahv’ini (dilbilgisi) ve kamus’unu (sözlük) hazırladığı biliniyor. bunların yanı sıra yayın organlarında çıkan yazıları kurmancı lehçesinin ilk düzyazı örnekleri arasındadır. o, türkçe’den kürtçe’ye çeviri yapan ilk aydınlardan biri olarak da kabul edilir. halil hayali’nin bu çalışmalarının duyurularının yapılmasına rağmen ne yazık ki dönemin rojî, kurd, yekbûn ve jîn gibi dergilerinde yayınlanmış yazıları dışında bugün elimize ulaşan başlıca eseri “elifbaye kurmancı”dir.
JİYANA MOTKİLİ XELÎL XEYALÎ (HAYATI)
1. Jiyana Xelîl Xeyalî:
Xelîl Xeyalî (1876-1926 ji Modkê ye, ji qebîleya “Mûdan” e. Li cem Se‘îdê Nûrsî (1876-1960) ders girtiye û gelek di bin bandora wî da maye. Di dawiya sedsala 19an de çûye Stenbolê û li wê derê li ser xwendin û nivîsandina bi zimanê kurdî xebat kiriye. Di sala 1908an de li Stenbolê di damezirandina komeleyên bi navên Kurd Te’avun û Teraqî û Kurd Neşrê Me’arif de cih girtiye. Ji bo perwerdekirina zarokên kurdan bi zimanê kurdî, di sala 1910an de ji aliyê komeleya Kurd Neşrê Me’arif ve li Çemberlîtaşê yekemîn dibistana kurdî bi navê Kurd Nimûne İbtidaîsi-Meşrutiyet hatiye vekirin. Xelîl Xeyalî di vekirina vê dibistanê de rolek mezin lîstiye. Di vê dibistanê de li gor elfabeya wî ya ku emê jê behs bikin perwerde bi zimanê kurdî hatiye kirin. Di sala 1912an de li Stenbolê ji aliyê hinek xwendevanên kurd ve Komeleya Hêvî hatiye damezirandin û heta Şerê Cîhanê yê Yekem dewam kiriye. Xelîl Xeyalî di damezirandina vê komeleyê de jî rolek girîng leyistiye. [1] Armanca herî girîng ya vê komeleyê ji bo hêsankirina xwendin û nivîsandina bi zimanê kurdî amadekirina elfabeyek kurdî bû. Xelîl Xeyalî di kovara bi navê Rojî Kurd de li ser xwendin û nivîsandina bi zimanê kurdî û sitandartkirina elfabeyek ku ji bo temamê zaravayên kurdî bi kar bê çend gotar nivîsandine. Bo nimûne di hejmara sisêyan de, di gotara xwe ya bi serenavê Ziman de pirsek wiha kiriye: “Kurd îro muhtacê çi ne? Em ewan bêjin”. Paşê jî tiştên ku îhtiyaciya kurdan bi wan heye di 10 madeyan de rêz kiriye. Di madeyên duyemîn, sêyemîn û heştemîn de wiha gotiye:[2]
2- Ser terzek nû elîfbayek.
3- Ji bona temamê zimanê kurdîtiyê qamûsek (ferhengek mezin).
8- Ji bo zimanê kurdan serf û nehwek (rêzimanek).
Çawa ku ji madeya duyemîn jî tê fêmkirin jiber ku baweriya Xelîl Xeyalî bi diviyatiya amedekirina elfabeyek standart ya kurdî hebû, di sala 1909an de li Stenbolê yekemîn alfabeya kurdî ya bi tîpên erebî çê kiriye û navê wê danîye “Elifbeyê Kurmancî”.
Bi saya du şexsiyetên kurd der barê Xelîl Xeyalî de bi kurtasî be jî hinek agahî gihaştine roja me. Yek ji van şexsiyetan Se’îdê Nûrsî ye, yê din Qedrî Cemîl Paşa ye.
Se‘îdê Nûrsî (Kurdî) der barê Xelîl Xeyalî û elfabeya wî de wiha dibêje:
“Ez mînakek neteweperwerî ji we re pêşkêş dikim ku ew jî Xelîl Xeyaliyê Motkî ye. Mîna her beşek miletperweriyê di beşa ziman de jî xelata pêşbaziyê a wî ye. Wî alfabe û serf û nehv(rêziman)a ku bingehê zimanê me ye çêkiriye. Vî zatê han nimûneyek miletperweriyê nîşan daye û ji bo zimanê me yê ku mihtacê temamkirinê ye bingehek daniye. Ez ji ehlê hemiyetê (ji miletperweran) re tewsiye dikim ku,. li pey rêça wî herin û zimanê me li ser wê bingehê ava bikin”.[3]
Ekrem Cemîl Paşa jî wiha dibêje:
Li gor Ekrem Cemîl Paşa, Xelîl Xeyalî û Ziya Efendi (Ziya Gokalp) bi hev re rêzimana kurdî amade kirine û dest pê kirine ku ferhengek jî binivisînin. Lê Ziya Gokalp ji xwendingehê tê derxistin û gava tê Diyarbekir xebatên ku wî û Xelîl Xeyalî bi hev re kiribûn jî bi xwe re tîne û ji wê û pê ve têkiliyên wî û Xelîl Xeyalî tên birîn. Piştî meşrûtiyetê dema ku Ziya Gokalp wekî delegeyê Diyarbekrê beşdarê “Komeleya İttîhad û Teraqî”yê ya li Selanîkê dibe û Xelîl Xeyalî li Stenbolê dibîne. Xelîl Xeyalî ew xebatên ku bi hev re kiribûn jê dixwaze, lê dibêje “min ew şewitandin” û naxwaze ku bide Xelîl Xeyalî.[4]
2. Alfabeya Xelîl Xeyalî
Çawa ku ji gotinên Se‘îdê Nûrsî tê fêmkirin wekî niha di wê demê de jî rewşenbîrên kurdan ji bo sitandartkirina zimanê kurdî li ser alfabeyek sitandart nîqaş kirine. Di nîqaşên di vî warî de Se‘îdê Nûrsî xwestiye ku alfabeya Xelîl Xeyalî wekî bingeh bê qebûlkirin. Nexwe di nîqaşên îro de jî divê ev alfabe neyê jibîrkirin, beranberiya wê bi alfabeyên din bê kirin, kêmahî û zêdehiyên wê bên dîtin û jê were îstîfadekirin. Loma di vê nivîsa xwe de me xwest ku em vê alfabeyê jî bi çend gotinan bidin naskirin:
1) Alfabeya Xelîl Xeyalî yekemîn alfabeya kurdî bi tîpên rrebî ye.
2) Ev alfabe bi hemançapî di pirtûka Mehmet BAYRAK ya bi navê “Açık-Gizli, Resmi-Gyr-ı Resmi Kürdoloji Belgeleri” de hatiye weşandin.[5]
3) Hogir Tahir Tewfîq di xebata xwe ya bi navê “el-Elifbau’l-Kurdiyye Bi’l-Hurûfi’l-Erebiyye We’l-Hurûfi’l-Latiniyye“ (Elfabeyên Kurdî yên Bi Tîpên Erebî û Latînî) de li gor çapa Mehmet Bayrak alfabeya Xelîl Xeyalî jî qeyd kiriye.[6]
4) Alfabe ji aliyê weşanxana “Hîvda ” jî bi tîpên erebî hatiye weşandin.[7] Lê tê de hinek guhartin û şaşî hene.
5) Alfabe ji 34 tîpan pêk tê. Ev tîp digel Latînîya wan ev in:
? =Ab
? =Bb
?=Pp
? =Tt
? =Ss
? = Cc
?=Çç
? = Hh
? =Xx
? =Dd
? =Zz
? =Rr
? =Zz
? =Jj
? =Ss
? =Şş
? =Ss
? =Dd
? =Tt
? =Zz
? =‘
? =Ğğ
? =Ff
? =Vv
? =Kk
?=Gg
? =Ll
? =Mm
? =Nn
? =Ww
? =Hh
??=La
? =Yy
6) Alfabe digel mînak û agahiyên cûrbecûr ji 27 rûpelan pêk tê. Naveroka rûpelan wiha ye:
a) Rûpela yekemîn qapax e. Tê de navê xebatê (Elîfbayê Kurdî), navê nivîskar (Xelîl Xeyalî Motkî), navê çapkirox (Kurdîzade Ehmed Ramîz) û sala çapê (1325) cih digire.
b) Di rûpela duyemîn de 34 tîpên alfabeyê hatine nivîsandin ku me van tîpan digel Latîniya wan li jor da nîşandan.
c) Di rûpelên sêyemîn, çaremîn û pêncemîn de navê van tîpan û rewşa nivîsandina wan di ser û nav û dawiya bêjeyê de hatiye nîşandan.
d) Di rûpela şeşemîn û heftemîn de li ser rewşa dirêjkirina tîpan, tîpên bênuqte, tîpên biyeknuqte, tîpên bidunuqte û tîpên bisênuqte hatiye sekinandin.
e) Nivîskar di rûpela heştemîn de li ser bilêvkirina tîpan li gor ser û cer û ber yên erebî ku ji wan re “hereke” tê gotin sekiniye. Mînak: Be,bi,bu; te,ti,tu.
f) Di rûpela nehemîn de nivîskar behsa “tenwîn”a erebî kiriye û bal kişandiye ku di zimanê kurdî de tenwîn nîne. Çawa ku tê zanîn tenwîn di dawiya navdêrên erebî de cih digire û wekî du seran, du beran an jî du ceran (“..en”, “..in”, “..un”) tê bilêvkirin. Ji bo nimûne tîpa ?=Byê gava di dawiya navdêrek erebî de cih bigire wiha tê xwendin: Ben, bin, bun. Di rûpelên di pey re mînakên cûrbecûr cih girtine.
g) Di rûpelên 23 û 24an de di bin sernavê “Îbare” de nivîskar bi şiklê şê’rê hinek nesîhet kirine. Mînak: Ders bixwune, zimanê Kurmancî hûbe.
h) Nivîskar di rûpelên 24, 25 û 26an de hinek du‘ayên erebî nivîsandine.
i) Di rûpela dawîn de di bin sernavê “Rica “de wiha hatiye nivîsandin:
“Behayê vê (elfabeyê) ji bo tebi’kirina (çapkirina) kutubê (pirtûkên) Kurmacan e. Li pey vê, qiraet (xwendin) û serf (morfoloji=peyvsazî) û nehv (rêziman)a zimanê Kurmancî jî dê tebi’ bibe (were çapkirin). Feqet em muhtacê arîkirinê ne. Bê arîkirin tiştik nabe. Hêviya me xeyret û cuwamêriya Kurmacan e. Meqseda me ji zarokê Kurmacan ra nîşandana rêya ‘ilm û hunerê ye”.
7) Tiştek balkêş jî ev e ku Xelîl Xeyalî bêjeya “Kurmanc” wekî “Kurmac” bi kar anî ye. Ango cih nedaye tîpa “n”yê. Berê me got qey viya kêmasiyeke çapî ye. Lê me dît ku Cemal Reşîd Ehmed di kitêba xwe ya bi navê “Zuhûru’l-Kurd Fî’t-Tarîx” de dibêje ku di dema Mîrektiya Erdelan de Mîrê kurd yê bi navê Xusrev b. Muhemmed di destnivîsek xwe de bêjeya “Kurmanc” wekî “Kurmac” bi kar aniye û ev destnivîsa han di sala 1984an de li Moskovayê hatiye çapkirin.[8] Wê demê me fêm kir ku di nav hinek nivîskarên kurd yên berê de navê “Kurmanc” wekî “Kurmac” jî hatiye xebitandin.
[1] Zinar Silopî, Mes’eletu Kurdistan (Doza Kurdistan), Pêşkêşkirox: İzedîn Mistefa Resûl, çapa duyemîn, Beyrut, 1997, r.33-35
[2] Rojî Kurd, 1913, hejmar:3, r. 21-22 (Amadekar: Cemal Xeznedar).
[3] Seîdê Nûrsî, İki Mektebê Musîbet (Di nav “Asarê Bedî‘iye” de), r.334 -335.
[4] Binêrin Qedrî Cemîl Paşa (Zinar Silopî), Doza Kurdistan, wergerandina bo kurdî: Omer Dewran, Weşanên Bîr, Diyarbekir 2007, r. 24-25.
[5] Mehmet Bayrak, Açık-Gizli Resmi-Gayr-ı Res mi Kürdoloji Belgeleri, Enqere, 1994, r.462-505.
[6] Hogir Tahir Tewfîq, el-Elifbau’l-Kurdiyye Bi’l-Hurûfi’l-Erebiyye We’l-Hurûfi’l-Latiniyye, çapa yekem, Erbîl, 2005.Ji bo agahiyên der barê Xelîl Xeyalî û elfabeya wî di vê kitêbê de binêrin r.23-40.
[7] Elîfbêya Kurdî, muherrir (nivîskar): Xelîl Xeyalî, Çapxana Hîvda , çapa yekem, Stenbol, 2004.
[8] Cemal Reşîd Ehmed, Zuhûru’l-Kurd Fî’t-Tarîx , Erbîl, 2003, I, 61.
Nîşane: Halil Hayali, kürtçe, kürtçe alfabe, Xelil Xeyali, Ziman
mutkili halil hayali efendi
halil hayali (halil hayalî-i mutki), bitlis’in motki kazasının modan aşiretine bağlı, çevresinde saygıyla anılan bir ailedendir. doğum tarihi hakkında kesin bir kayıt bulunmamakla birlikte 1848-1850 yılları en kuvvetli ihtimaller olarak göze çarpar. halil hayali, çocukluğunda nur talebelerinin üstadı said-i kürdi’nin tavrından etkilenerek eğitim konusunda özel bir çaba sarf etmiştir. ilk öğrenimini diyarbakır’da gördükten sonra da dönemin bilim merkezi olarak görülen istanbul’a gelerek üniversite okumuştur. osmanlı döneminde çeşitli devlet kademelerinde görev alan halil hayali bey’in son memuriyeti de halkalı yüksek ziraat mektebi muhasebeciliğidir. 1900 yılından itibaren aralarında kadri cemil paşa, ekrem cemil paşa, kamuran ve celadet ali bedirhan bey’ler gibi onlarca gence kucak açıp onların kendi ilgi alanlarında daha da gelişip başarılı olmaları için her türlü desteği sunmuştur.
‘mekteb-i tıbbiye’de öğrenci olan diyarbakır’ın çermik ilçesi zazalar’ından ziya gökalp ile tanışarak birlikte kürtçe’nin gramerini ve sözlüğünü yazmaya başlarlar. özgürlükçü düşünceleri nedeniyle okulla ilişiği kesilen ziya gökalp, diyarbakır’a geri dönünce ve beraberinde de bu çalışmaları da götürür. meşrutiyetin ilanında halil hayali ve ziya gökalp ikilisi, selanik’te toplanan ittihat ve terakki cemiyeti kongresinde buluşurlar. ziya gökalp’in, diyarbakır delegesi olarak katıldığı kongre için istanbul’da bulunduğu sırada halil hayali kendisinden beraber hazırladıkları kürtçe gramer çalışmalarını ister. ancak gökalp bunları yaktığını söyleyerek geri vermek istemeyince halil hayali bu eseri yeniden yazmaya başlar.
halil hayali kürt terakki ve teavün cemiyeti’nin kurulması için ön ayak olanhayali, kürt neşr-i maarif cemiyeti’nin de kurucularından birisidir. bediuzzaman sadi-i kürdi; “iki mekteb-i musibetin şahadetnamesi yahut divan-ı örfi ve said-i kurdi” adlı kitabında halil hayali’den söz eder:
“işte milli onurun bir örneğini size takdim ediyorum, ki o da mutkili halil hayali efendi’dir. milli onurun her alanında olduğu gibi dilbilimi alanında da derinleşmiş ve dilimizin esası olan alfabesini ve gramerini hazırlamış ve diyebilirim ki bu uğurda gösterdiği gayret, çalışma ve çabalar onun maneviyatıyla bütünleşmiştir. bu kişi, örnek bir onurlu davranış göstermiş ve gelişmeye muhtaç dilimize dair temel atmış olduğundan, onun yolunu izlemeyi ve bu alandaki çalışmaları daha da geliştirmeyi onur sahiplerine tavsiye ederim.”
ekrem cemil paşa ve musa anter’in anlattıkları...
ekrem cemil paşa da kendi hayatını anlattığı “muhtasar hayatım” adlı eserinde halil hayali bey’den büyük bir saygıyla bahseder:
“istanbul’da kürt talebelerine hocalık eden, büyük ruhlu ve azimli, pek büyük bir kürt hakkında bir kaç söz söyleyeceğim. bu sözünü edeceğim kişi, motkili halil hayali bey’dir. aydın, himmetli bir vatanperverdi. biz gençler bu zatı 1909 yılında istanbul’da tandık. o vakitler yaşı elliyi mütecavizdi. cuma günleri divanyolu’ndaki diyarbekir kıraathanesine gelir bizi toplardı. kürt tarihinden, kürt hamaset ve mefahirinden çok şeyler anlatırdı. tarihi, milli ve edebi konuşmasının sonu gelmezdi. biz gençler büyük bir ilgi, zevk ve heyecanla konuşmaları dinler ve çok şeyler öğrenirdik. bu zat istanbul’daki öğrencilere 20 sene hocalık yapmıştır. bunu yaparken de bıkmaz, yorulmazdı. ben 1928 yılında kastamonu hapishanesinden çıktıktan sonra, istanbul’da bir çok defalar ziyaretine gittim. iki seneden beri yataktaymış, 1929’da istanbul’u terk ederken bu büyük adamı daha ağır hasta bir vaziyette yatakta bıraktım.”
musa anter de “hatıralarım” da saygıyla andığı bu değerli insanı şöyle anlatır: “halil hayali bey, kendisini gördüğümde bugünkü orman fakültesi baş muhasipliğinden emekliydi. pırıl pırıl bir ihtiyardı. oldukça kültürlü ve o ölçüde güzel kalemi olan halil hayali beyin gözlerinde adeta vatan aşkı parlıyordu. benim bütün emelim, sağlığımda, bu zalim milletlerin ayakları altında çiğnenen ve bu millete layık olmayan kürt milletinin kurtuluşunu görmektir derdi. kızı nazmiye hanımla oturuyordu. halil hayali, ölümüne yakın kendisindeki alışma notlarını bana verdi. bunların içinde paha biçilmez vesikalar vardır. ziya gökalp’in kendi eliyle yazdığı kürtçe grameri ve kürt dili üzerine araştırmaları vardı. ”
elifbaye kurmanci
istanbul’da vefat eden, osmanlı dönemi aydınları arasında önemli kültürel çalışmalarıyla saygın bir yere sahip olan halil hayali’nin, kürtçe ile ilgili önemli çalışmalar yaptığı biliniyor. kürtçe’nin kurmanci, zazaki lehçeleriyle, türkçe, farsça, arapça ve fransızca’yı bilen halil hayali bey kürt dilinin bilinen ilk alfabesinin (elifbaye kurmanci) yanı sıra kürtçe’nin saff û nahv’ini (dilbilgisi) ve kamus’unu (sözlük) hazırladığı biliniyor. bunların yanı sıra yayın organlarında çıkan yazıları kurmancı lehçesinin ilk düzyazı örnekleri arasındadır. o, türkçe’den kürtçe’ye çeviri yapan ilk aydınlardan biri olarak da kabul edilir. halil hayali’nin bu çalışmalarının duyurularının yapılmasına rağmen ne yazık ki dönemin rojî, kurd, yekbûn ve jîn gibi dergilerinde yayınlanmış yazıları dışında bugün elimize ulaşan başlıca eseri “elifbaye kurmancı”dir.
12 Haziran 2018 Salı
Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde Ağrı Direnişi (1926-1931)

Ahmet ÖNAL
AĞRI DİRENİŞİ ÖNCESİNDE KÜRT HAREKETLERİ VE ŞEKİLLENİŞİ
Konuya başlarken literatüre giren bir kavrama değinerek başlamak istiyorum. Süleyman Demirel 1991’de 1984 Atılımı için “29. Kürt İsyanı” tanımını yapmıştı. Bu yanlıştır. Çünkü tüm Kürt hareketleri birbirlerinin devamı ve geçişken bir özelliktedirler, kadrosal, tarihsel ve siyasal olarak sürekli ve bir biçimde birbirleri ile ilişkileri vardır. Bunu, bir halkın- milletin tarihsel mücadelesi olarak incelemek, bakmak doğru olanıdır.
Ayrıca, bu “29” rakamına şöyle bir anlam biçilmektedir. “Siz 28 defa baş kaldırdınız, yenildiniz. 29’unda da yenileceksiniz!” denmek isteniyor. Bu açıdan sömürgeci soykırımcı devletin söyledikleri sözcükleri hemen literatürümüze almamız, kavramlarımızı kirletir. Bundan sakınmak doğru olur.
Ağrı direnişi öncesindeki Kürt ulusal hareketlerini ele alırken, Kürtlerin ulusal nitelikli hareketlerinin doğuşundan itibaren ele almak sanırım yanlış olmayacaktır.
Ulusal talepli düşüncelerin, ilk kez bu gün mezarı Agırî’nin Bazid ilçesinde bulunan Ahmedê Xanî’nin 1695 tarihinde yazdığı “Mem û Zin” eserinde görmek mümkündür. Ancak bu metindeki talepler düşün düzeyinde kalmış, fiili bir eyleme geçmemiştir. Düşünce olarak daha net, ileride Xoybûn’un Merkez Komitesinde yer alan Mir Ali Bedirxan’ın çocukları Sürreya, Celadet ve Kamüran Bedirxan’ların özel hocaları olan Hecî Qadirê Koyî ’nin (1816–1897) şiirsel edebiyatında daha net görürüz. Bu tarz ulusal eylemliliklere 19. Yüzyılın başlangıcı ile birlikte rastlarız.
Bunlar içinde ilk fiili milli eylem Baban Beyi Mir Abdurahman Paşa tarafından gerçekleşir.
Çünkü 1800 yıllarından itibaren Kürt hareketleri anti işgalci ve kendini yönetme istemini fiili olarak açığa çıkarmıştır.
Çünkü Osmanlı Devleti, 1700’lerde Avrupa’da kapitalizm ile yüzleşmesinin ardında, duraksaması ve gerileme sürecine girmesi ile Yakın Doğu ve Orta Doğu’da elindeki alanları kaybedeceği kaygısıyla, hakimiyetindeki beylikleri tasfiye etmeye başladı. İlk olarak Kürt Beylikleri içinde Baban Beyliği’ne saldırdı. Baban Beyliği, bu tasfiyeye karşı direnmeye koyuldu. 1806 yılında Baban Beyi Abdurrahman Paşa, Sancakkoy’de Osmanlı valisini kaçırması ve Osmanlı Devletine; “Elinizi Baban’dan çekiniz. Baban’da çıkmazsanız valinizi infaz ederim.” demesi ile savaş farklı bir boyut kazandı.
Osmanlının adım atmaması üzerine, Baban Emiri Abdurahman Paşa, Osmanlı Valisini infaz etti. Tabı bu savaş sonrasında Baban Beyliği’nin direnişi bölgesel kaldı, yenildi. Ama Baban’da o direniş geleneği hep sürdü.
Babanlar, 1806’da önce, bugünkü Süleymaniye ilinin civarında Osmanlı devletinin sınırları içinde özerk hatta kendini yöneten bir beylik idi. Sonra tasfiye edildi.
Şêx Rıza Talabani, 1830’larda yazdığı bir şiirinde Babanlarla ilgili şöyle der:
“Li bîrim tê Silêmanî, Darul milkê Baban bû.
Ne suxrekêşî Ali Osmanî, ne koleyê Ecem bû” der.
Şiirin Türkçesi;
“Süleymaniye’yi hatırlıyorum, Babanların yurdu ve mülkü idi.
Ne Osmanlı Devletinin hizmetçisi, ne de Acemlerin kölesi idi! ” der. Burada not düşmek gerekir ki; özerklikler hep bir merkeze bağlıdır. Bu vesile ile belki şiirde yarı eksik bir durum olabilir.
SORAN BEYLİĞİ, BOTAN BEYLİĞİ, MÜKÜS BEYLİĞİ, HAKKARİ BEYLİĞİ
Osmanlı Devleti, 1834’te ise Rewanduz’daki Soran Beyliğini tasfiye etmeye koyuldu. Ardında 1846-1856 yıllarında Botan, daha sonra ise Müküs ve Hakkarı Beyliklerini tasfiye etti.
Bu konu ile ilgili Nûjen Yayınlarında çıkardığımız, Dr. Kaw Kaftan’ın; “Baban, Botan, Soran” kitabına ya da “Yakın ve Yeni Çağda Kürt Siyaset Tarihi” kitaplarına bakarak, daha geniş ön bilgiler almanız mümkündür. Detay Araştırmalar yapmak isteyenler için her beyliğe ait araştırma kitapları da mevcuttur.
Beyliklerin tasfiye edilmesi ile geçmişte Beyliklerin denetiminde olan dini ulema sınıfının, özelikle Şeyhlik Kurumu öne çıktı.
Beyliklerin tasfiye sürecinde, Osmanlı devleti de, Beyliklere karşı Şeyhlerin gelişmesini istiyor ve gelişmelerine yol veriyordu.
Şeyhlik kurumu, 19. yüzyılın ortalarından itibaren, Kürt Beyliklerinin tasfiye edilmesinden sonra, Şeyhlik kurumu Nakşibendilik, Kadirilik vb. tarikatlar çevresinde örgütlülük kazanıyordu. Bu durum İslamiyetin yanında giderek Kürt ulusal kimliğine, mücadelesine eviriliyor ve buluşuyordu.
Bu gelişme, sonuçta 1878- 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Hareketi’ni yarattı. İran ve Osmanlı parçasına yayılan bu Kürt direnişi, ilk bağımsızlığı hedefleyen ve 1639’da Kasr-i Şirin Antlaşması ile ikiye bölünen Kürdistan’ı birleştirme talebiyle ortaya çıkan bir hareket idi. Bu hareket de yenilgi aldı.
Bu konuda, Prof. Dr. Celilê Celil’in “1880, Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Hareketi” kitabı ve diğer eserlerine bakmak önemlidir.
Bu hareketlerin yenilgisinden sonra, Osmanlı Devleti biraz da Kürt hareketlerini kontrol etmek için ve Kürt enerjisini almak gayesi ile eski beylik ve şeylik kurumunun dışında yeni bir örgütlenmeye gitti. Daha alt düzeyde Sünni Kürt aşiretlerinden ve eskiden Osmanlı Devletine karşı bir direnişe bulaşmayan aşiretlerden, II. Abdulhamid, kendi adına Aşiret Mekteplerinde Alıp yetiştirdiği Askerlerden “Hamidin Alayları” ya da “Hamidiye Alaylarını” kurdu.
Burada belirtmek gerekir ki, Hamidiye Alaylarına, Alevi Kürtler ve Ermeniler de girmek için müracaat etmişti. Ancak, onların başvuruları kabul edilmedi. Güney Kürdistan’da başta Barzani Ailesi ve diğer aşiretler başvurmadığı gibi, katılım için yapılacak teklifi kabul de etmeyeceklerdi. Çünkü oradaki Aşiretlerin Osmanlı devleti nazarında sicilleri “kirli” idi.
Hamidiye Alayları’na müracaat edip, kabul edilen aşiretler, Urfa, Diyarbakır, Muş, Bitlis, Erzurum, Ağrı hattındaki büyük olmayan Küçük çaplı Sünni aşiretlerden seçilmişti. Dersim Pülümür’de aslen Türkmen olan, ancak yerleştirilen Haydar Bey ve Koçgiri’de herhangi bir hareketin içinde yer almayan ancak Hamidiye Beraatı bulunan Mustafa Bey’de sadece isim olarak da olsa yer almıştı.
Hamidiye Alayları, 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı Rus Savaşı’nda da yer aldı. 1894-1895 tarihlerindeki ilk Ermeni kırımında ve yanı sıra, Êzidi ve Alevi Kürtlere karşı da kullanıldı.
1891’den sonra kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin beş kurucular kurulundan ikisi Kürt idi. Bunlar: Abdullah Cevdet ve İshak Sukutî idi. Bunların amacı, çok kültürlü bir Osmanlı devletinde Kürtlerin varlığını, kültür ve dilleriyle birlikte yaşatmak idi.
Ancak, 1905’te Irkçı Turancı ve Uniter devlet ideolojisine sahip Ahmet Rıza ekibi İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ele geçirdi, çok kültürlülüğü savunanları tasfiye etti.
Bundan sonra daha ziyade kültürel hedefleri ağırlıkta olan, ama yer yer siyasi hedefleri de dillendiren Kürt örgüt ve bu Kürt örgütlerin yayın organı olan dergiler, gazeteler de çıkarılır oldu.
Kürt Teavûn ve Terakki Cemiyeti (19 Eylül 1908’), Seyh Abdulkadir ve Mir Emin Ali Bedirxan tarafından kuruldu. Bu örgüt kendi adında, yani Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti Gazetesi”ni çıkardı. Kendine bağlı eğitim ve siyasi faaliyet yürüten kulüpler kurdu. 1909’da, İttihat ve Terakki Cemiyeti bütün Kürt Kulüplerini kapattı.
Kürt Talebe Hêvi Cemiyeti, (1912), Ömer Cemilpaşa tarafından kuruldu. Roji Kurd, Hetavi Kurd dergilerini de bu cemiyet çıkarmıştı. Kendisinden sonra oluşan Kürt Teali Cemiyeti’nin kuruluşuna zemin hazırlamıştır. “Kürt Talebe Hêvi Cemiyeti ‘Beyannamesi” 1918’de Jîn Dergisi”nin 21. 22. sayılarında yayınlanmıştır.
Kürt Teali Cemiyeti (30 Aralık 1918), Ağırlıklı olarak İstanbul’daki Kürt aydınları arasında vücut bulmuştu. 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “Bağımsız Kürdistan’ı savunduğu” gerekçesiyle kapatılmıştır.
Kürt Teali Cemiyeti daha çok siyasete adapte idi. Örgütün iki kanadı vardı.
Başını Şeyh Ubeydullah’ın oğlu, Şeyh Seid Abdulkadir’ın çektiği kanat, Osmanlıya bağlı “Otonom Kürdistan’ı” arzuluyordu.
Başını Botan Mirinin oğlu, Celadet, Kamuran, Sürreya Bedirhan’ların babası Mir Ali Bedirxan’ın çektiği kanat, müstakil, yani “Bağımsız bir Kürdistan’ı” savunuyorlardı.
1908 ile 1920 arasında oluşan tüm Kürt örgütleri, ezici çoğunlukta geçmişte yenilgiye uğrayan, şu veya bu şekilde dede ve babaları siyasi arenada görülen Kürt eşraf çocuklarının çocukları idi.
Yani, Bey, Şeyh, aşiret mektebinde yetişenler ya da çocukları, Osmanlı ordusunda asker ya da memur ya da memur çocuklarının üye olduğunu görürüz.
Bu örgütlerin tamamı legal olan örgütler idi. Son olarak 1921 Anayasası’nın çıkışından sonra 1921-1922 yılında Kürt Teali Cemiyeti kapatıldı, yasaklandı.
Bu arada 1919-1922 tarihlerinde Koçgiri Hareketi’nin lideri Alişêr de İstanbul’da Kürt Teali Cemiyeti üyesi ve İmranlı Şubesi kurucusudur. Wilson Prensiplerine dayanarak, “Kürdistan’ın Bağımsız Devlet Kurma hakkının olduğu”nu savunarak, Mustafa Kemal’in Mezopotamya’ya geldiğinde tertiplediği Sivas ve Erzurum Kongrelerine iştirak etmeyerek, Bağımsız Kürdistani bir hareket oluşturmanın mücadelesine girişmiştir.
1916- 1930 yıllarında Şêyh Mahmudê Berzenci, Arap Mandalarına uygun kendisinin de Kürdistan’ın krallığı olarak devletleşmek istemiş, kendisinin bu statüde kabulünü önermiştir.
1925-1938 yılları arasında devam eden Sason ve Meleto Dağı’ndaki Serhildana Mala Elîyê Unis Qewmê Çîyê tarafından sürdürülen direniş,
1926’da Hozat’a karşı girişilen birkaç girişim ve nispi karşı koymalar görürüz.
Kürt Aydın ve Siyasi eliti, Kürt Teali Cemiyeti’nin kapatılmasından sonra, “Azadi Örgütü”nü Kurma hazırlıklarına girişir.
Azadi Örgütü’nün liderleri Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya Bey’in yakalanmasından sonra, 1924’te başını İhsan Nuri Paşa’nın çektiği -ki İhsan Nuri Paşa aynı zamanda 1927 ve 1930 tarihlerinde Ağrı Direnişine de önderlik yapan komutandır- Beytuşşebap direnişini gerçekleştirdiğini görürüz.
Ağrı Direnişinde Şêyh Said Direnişinde Yer alan Ferzendeyê Silêmanê Ehmed, İran’a geçmeyi başarmış ve Ağrı Direnişinde komutan olarak görürüz. Şeyh Said Direnişine katılan daha çok sayıda direnişçiyi Ağrı Direnişi’nde ve daha çok da 1928’den sonra varıp katıldıklarını öğreniyoruz.
Şimdi bu genel sunumdan sonra esas konumuza Ağrı Direnişi’ne gelelim.
AĞRI’NIN KISA TARİHÇESİ VE SOSYAL DURUMU
Osmanlı döneminde, günümüz Ağrı il sınırları içinde yer alan Bazid (Doğu Beyazid) sancak merkezi idi. Ağrı ise ufak bir yerleşim alanı ve ismi Şarbulak idi. Ermeniler buraya siyah taşlardan bir kilise yapınca, Karakilise olarak da anılır oldu. Bölgede, 1919’larda 15. Ordu komutanı Kazım Karabekir, Ağrı’nın ismindeki “Kilise”den rahatsız oldu, yerleşimin adını “Karaköse” olarak değiştirdi. 1927’ye kadar ilçe statüsünde olan Ağrı, Kürt Direniş bölgesi olmasından sonra il yapıldı. Araplar, bölgenin en yüksek dağına “Ağrı” dedikleri için, Türkçe’ye de Ağrı olarak geçti. Ermeniler, Ağrı Dağı’na “Masis” ya da “Ararat” der. Kürtler ateş kültündeki kutsallığa verdikleri değer ile dağın volkanik özelliğinden olsa gerek, “Agirî” der.
Ağrı Dağı ve eteklerinde birçok beylik kurulmuştur. Uzun yıllar Safevi egemenliğinde Ermeniler Beylik olarak yaşadı. 1514’te Çaldıran Savaşı’ndan sonra, Osmanlı İmparatorluğunun denetimine geçti. Bölge bazen Van’a, bazen Erzurum Beylerbeyliğine bağlandı. Osmanlı-İran, Osmanlı-Rus Savaşları’nda Ağrı sık sık el değiştirdi.
0. Dünya Savaşı’nda, Batı- Ermenistan topraklarının büyük bir kesimi, Çarlık Rusya’sının denetimine geçti. Ruslar, Ermenilere karşı ikili bir politika yürüttü. Bir tarafta Ermenilere “bağımsızlık” vaat ediyor, diğer yanda da bu doğrultuda hiçbir adım atmıyor ve hatta attırtmıyordu.
1917 Sovyet devrimi; Osmanlıları sevindirdi ve Türklere yaradı. Ermeniler bölgeye dair istem ve çalışmalar yaptıkça, Osmanlılar da tedbirler almaya başladı. Kâzım Karabekir’in 15. Kolordusu, Ermeni ve Kürtleri tepelemek üzere hazırlanmıştı. Buna takviye olarak Mustafa Kemal, İngiliz ve Padişah Vahdettin’in istemi doğrultusunda, 1919’da bölgeye gönderildi. Bu yolculuk Mustafa Kemal’i yenik Osmanlı devletinin kalan bakiyesinin mirasçısı yaptı. Sovyetlerin ve İngilizlerin ‘Türkiye, İran, Afganistan, Çin hattında İngilizler ile aralarına oluşturmak istedikleri “Tampon Devletler” siyaseti ile Kuzey – Güney hattında kendileri için “güvenlik devletleri” oluşturulmak istenen dizayna uygun olarak, Mustafa Kemal ile ilişkilenip desteklendi, devletleştirilmeye teşvik edildi.
İttihat ve Terakki’nin takipçileri olan Mustafa Kemal ve genç subay arkadaşları, Alman yenilgisini görerek, İngilizlerin hattına geçti. Sevr antlaşmasını bir tarafta kabul eder göründü, ama esasta boşa çıkarmak için Kafkasya’daki kargaşalıktan yararlanmaya çalıştılar. Türklerin saldırısı sonucu 1915’den sonra Ağrı ve civarında kurulan Ermeni Hükümeti istifa etmek durumunda kaldı. Ermeniler Ararat’ta ilan ettikleri bağımsızlıktan vazgeçer oldu. Bolşeviklerin iktidara gelişi ile Batı-Ermenistan Türk işgalinde, Doğu Ermenistan’ın ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin bir birimi olarak bırakıldı.
SSCB’nin, Doğu Ermenistan’ın oluşumu ve Kürdistan’a Sor (Kızıl Kürdistan)a özerkliğinin tanınması, ilkeli tutumundan dolayı değil, İngiliz, Fransız, hatta İran ve Türkiye’ye karşı, Kürt ve Ermeni kozlarını kimi siyasi ihtimaller üzerine elinde bulundurma gayesi ile idi. Zira Sovyetler, 1894-1895 ve 1915 Ermeni katliam ve soykırımlarını kabul etmiş değildir. Aynı şekilde, Sovyetler Birliği’nin Kürdistan’ın parçalanması, paylaşılması ve bölüşülmesinin altında imzası vardır. Kürt katliam ve jenosidine karşı da bigâne kalmış, hatta ekseriyet anti-kürt bir hatta, Türk devletinin yanında yer almaya çalışmıştır.
Cumhuriyet döneminde ve özellikle Şeyh Said Direnişinden sonra devletin sürgün politikasına duydukları tepki ile Ağrılılar; askere gitmiyor, devletin sürgünleri dayatmasıyla devlete güvenmiyordu.
Ağrı’da aşiret yapısı egemendi, aşiretlerin yarısı yarı yerleşik, yarısı ise göçebe idi. Göçer aşiretler, sınır tanımaz, silahlı, aşiret dayanışması güçlü, toplu hareket eder ve Kafkasya Kürdistan’ından Doğu Beyazıt’a, oradan Wan’a uzanan hareketli ve ilişkili bir yaşayışları vardı.
Aşiretler, devletle ilişkilerini daha ziyade alt düzeyde memurlarla yürütüyorlardı ve mümkün olduğu kadar devletle pek muhatap olmak istemiyorlardı. Ayrıca her aşiretin mutlaka bir askeri gücü vardı. Bu aşiretler tarihte, ya İran’dan ya da İslamiyet’in yayılmasından kaçıp Serhat’a doğru Ermeni platosuna doğru yayılarak bölgeye yerleşmişlerdi.
Devletin bölgeye okul, yol karakol vs. yapması refahı götürmek için değil, bölgede askeri hâkimiyet sağlamak ve kendi egemenliğine bağlamak için idi.
Sonraki yıllarda devletin Müslümanlaşan ve dinamik aşiret örgütlenmesine sahip olan bu aşiretler vasıtasıyla, Ruslara ve Ruslar ile ilişikte olmaya yakın olan Ermeniler üzerinde hâkimiyet kurmak için bu hazır aşiret örgütlenmesini kullanılmaya çalıştı.
1920’li yıllarda Kürt Şerif Paşa, Sevr’e sunduğu iki haritada; Erzurum, Erzincan, Ağrı, Kars ve Muş Ermenistan, bu şehirlerden güneye uzanan alanları ise Kürdistan olarak belirtmiş idi. Halen de bu bölgeler, Ermeni ve Kürtler arasındaki ülke ve sınır üzerine sohbetlerinde tartışma konusudur.
Klikya’dan başlamak üzere, Maraş, Malatya, Sivas, Erzincan, Dersim, Capakçur, Muş, Kars, Ararat’a varan hat bir Ermeni platosudur. 17-18 yüz yıldan sonra Kürtlerin yerleşmeye başlaması ile Ermeni-Kürt platosu durumuna geldi. 20. yüzyıldan sonra ise yaşanan soykırım ile buralar şimdi Ermenisiz bir plato haline getirilmiştir.
Daha öncesinde olduğu gibi, 1926-1930 yıllarında da, Ağrı’da Kürt sosyal yapısına egemen olan aşiretçiliktir. Bu aşiretler ağırlıklı olarak 1890’lı yıllardan 1908 tarihine kadar, Ağrı Direnişi’nde de yer alan çoğunluk aşiretler Hamidiye Alayları içinden de yer almıştı. Hamidiye Alayları’nın bir kısmı, özellikle geçmişte Kürt Teali Cemiyeti ile de irtibatı olmuş, Heyderanlı Kör Hüseyin Paşa gibi bazı şahsiyetler, Seyh Said Direnişi’ne karşı ilgili olmalarına rağmen, farklı nedenlerle katılmamıştır. Ağrı’daki aşiretlerin hepsinin akrabalık bağları, Kürdistan’ın parçalanmış haline rağmen Karabağ’daki Çiyayê Kurd (Kürt Dağı)’dan Van Gölü’ne, K’elbajar- Zengali’den, Xoy, Maku, Şıno’ya oradan Muş ovasına ve Kuzey Kürdistan’ın diğer alanlarında sıcak bağları ve ilişkileri vardır. Bunlar; Şedadi, Bıruki, Ademi, Zilani, Milani, Celali, Bekiri, Heyderi, Şemiki, Sipiki, Hesenani vs. aşiretleridir.
Bu aşiretler 1926’dan önce, Ağrı’da pek çok savaşta ortak hareket etmiş, şimdi üç devletin bünyesinde yaşamlarını sürdüren, Kürt ulusunun en dinamik, hareketli ve soğuk yaylaların ve göçebe yaşayışın hareketli Kürt kesimleri idi.
BEYTUŞŞEBAB (1924), PİRAN (1925)’DAN 1926-1931 AĞRI DİRENİŞİNE
Beytuşşebap (3 ve 4 Eylül 1924) ve Ağrı Direnişi (1927-1931)ne önderlik yapan İhsan Nuri Paşa ve arkadaşları milli bir örgütlenmenin, bilincin ve amacın içinde başkaldırdılar. 1919 ve 1924’de, Mustafa Kemal ve Kürt-Ermeni halkına düşman Kazım Karabekir hareketi, Kürt Müslüman kesimi yanına almak üzere, “Ermeni Meselesi”ni olduğundan fazla abartarak, “tehdit”imiş gibi yaydılar. Kürt-Ermeni çelişkisini olmadığı halde ve oranda abartıp, Serhat’taki Kürtlerin önemli bir kesimini kandırıp yanlarına almış, Kürt direnişini de bu yalan ile zayıflatmaya çalıştılar.
Bu arada, 1924 tarihi çok önemlidir. Bu tarihten önce Koçgiri Kürtleri dışındaki Kürtlerin ekseriyeti, Ermenilerin İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde inanıp, ilişkilerini “Kutsal İttifak” olarak adlandırdıkları misali, Kemalistlerin ortaya attığı “Ortak vatan” sloganına da Kürtler çoğunlukla ve esasta körleşmesine inanmışlardı.
Koçgiri hareketi başlarken, Mustafa Kemal, “Onların da diğer Kürtlerle birlikte olması için” bir “Nasihat Heyeti” oluşturur. (Bu Nasihat Heyeti bana, şimdinin Akil İnsanlar Heyeti’ni hatırlattı). “Nasihat Heyeti”nin Başkanı İse Bazıd’lı (Ağrı) Şefik Bey’dir. Şefik Bey, Alişêr’e varır ve şöyle der: “Kendim bir Kürdüm ve Kürdistan İstiklalinden yanayım. Bunun için hükümetle istişareler yaptık, şimdi de hükümetten selahiyet ile geldim. Biz Kürt başkan ve önderleriyle müzakere etmeye gelmiş bulunmaktayız. Bütün şartları hükümet adına kabul etmeye geldim.” derken, hükümet de Koçgiri’de katliam yapmak üzere tüm tedbirlerini almış bulunmakta idi. Aslında Koçgiri liderleri bu “Nasihat Heyeti”ne biraz da kanmış, tedbirlerini gevşetmişti. Ancak Koçgiri hareketi Celal Bayar’ın da itiraf ettiği üzere “büyük bir ezme hareketi” ile ve vahşice, “uzun ve titiz bir çaba ile bastırılmıştı.”
Aynı dönemde, Mustafa Kemal, Kürtler arasında; “Hilafete bağlı ve hatta ‘gavurun elinde tutsak olan halifenin kurtarılması” temasını işlerdi. Bu nedenle Alişêr; Mustafa Kemal’in “Hilafet Ordusu Müfettişi Umumisi” sıfatını uygun görürdü.
Ancak 1923 ve 1924 başından itibaren, Mustafa Kemal’ın, artık Kürtlere yumuşak sözler etmesinden eser kalmamıştı. İlk kez 4 Mart 1924’te “Kürt dili yasak” denmiş ve Kürtlere verilen sözler alenen yüzlerine çarpılmış ve onurlarıyla oynarcasına varlıkları inkâr edilmeye başlanmıştı.
Türkiye artık Wilson Prensipleri’ne uymayacağını, Sevr Anlaşması’nda Ermeni ve Kürtlere tanınması gereken “Otonom Ermenistan”, “Otonom Kürdistan” vs. tartışmaları ile İstanbul Hükümeti’nin azınlıklara tanıdığı hiçbir hakkı tanımayacağını, yine İstanbul Hükümeti’nin kabul ettiği “Ermenilere yapılan mezalim, katliam” tanımlamasını da alenen inkâr ediyordu.
Aynı dönemin anılarını yazan ve Osmanlı Ordusu’nun ardında tek ayakta kalmayı beceren 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir şöyle der; “Kürdistanı Ermenistan yapmak istiyorlar. Fakat Kürt kardeşlerimizi çiğnetmeyeceğiz’ diye bütün Kürtleri şerbetlemiştim.” diye anlatarak Kürtleri nasıl ‘şerbetleyerek’ kandırdığını övünerek aktarmaktadır.
Hasan Hişyar Serdi, “Görüş ve Anılarım” kitabında, İhsan Nuri Paşa’nın Şeyh Said Direniş’indeki örgütlenmede yer aldığını, bir toplantıda karşılaştığını anlatır. Ancak Şeyh Said Direnişi örgütlenme aşamasında iken, devletin provakatif girişimleri sonucu direnişi zorunlu olarak erken başlatmak durumunda kaldı. Şeyh Said hareketinden önce cereyan eden Beytuşşebap da öyle olmuştur.
Beytuşşebab Direnişi, İhsan Nuri Paşa, Rasim, Tewfiq, Xurşit, Ali Rızay Bey gibi subaylar ile birlikte kışlada bulunan 350 Kürt askerlerle yapılmış, 380 piyade silahı, 10 otomatik silah ve 800 kg buğday ve diğer yiyecekleri de beraberlerinde götürmüşlerdi. İhsan Nuri Paşa, Azadi örgütü ile irtibatlıdır. Zira İhsan Nuri Paşa, Azadi’nin lideri Cıbranlı Halit ile yakın akrabadır. Zaten İsmet İnönü’nün yazdığı ve Trabzon’da bulunan Atatürk’e iletilen mektubunda Beytuşşebab olayına dair; “Bu olay sıradan bir firari olay değildir. Van, Muş, Bitlis, Siirt illerini kapsar tarzda tertiplenen bir olaydır. Geniş tedbirlerin alınması zaruridir” der. Bu açıdan Şeyh Said olayına direk etki eden bir hareket olduğu açıktır.
İhsan Nuri Paşa’nın, 1924 yıllında yanlış anlaşılan bir şifreli mesaj neticesinde zamansız başlattığı Beytuşebbab hareketi ve ardında diğer taraflardan gelemeyen destek neticesinde, birkaç haftalık çatışmaların ardında, verilen 200 kişilik kayıp ile İhsan Nuri Paşa ve arkadaşları direnişi genişletemeyip sürdüremeyince alanı terk etmek durumunda kalmışlardır. İhsan Nuri Paşa ve yakın arkadaşları, önce Suriye’ye, oradan da Güney Kürdistan’a Şeyh Mahmudê Berzenci’ye sığınmışlardır. Şeyh Mahmudê Berzenci’nin Türk devleti ile olan ilişkilerini gözlemleyince, kendisinin İran’a geçmesine neden olmuştur. İran’da devlete karşı direniş içinde olan Sımkoyê Şıkakî’ye gitmek istemesine rağmen, Simko’nun da Türk devleti ile olan ilişkilerinden kaygılanarak, bu fikrinden vazgeçmiştir. Barınmak için, İran devlet yetkilileri ile de ilişkilere girer!
1925 Direnişi’nden önce Azadî Örgütü henüz direnişin hazırlığı içinde iken örgütün liderlerinden Cibranlı Halit Bey ve Bitlis Milletvekili olan Yuzuf Ziya Bey yakalanır. Bunun ardında direniş hazırlıkları hız kazanır.
Direnişin temel ağırlığı, aşiret ve köylülerdir. Bu aşiret ve köylülere, aydınlar, İslam dinindeki ulema sınıfı ve geçmişte Hamidiye Alayları’nda yer alan komutanlar başta olmak üzere farklı kesimlerden sosyal ve siyasal kanattaki Kürtler bir cephe tarzında direnişe iştirak ederler. Hamidiye Alayları komutanları ve İslam dininden ulema sınıfının direnişe dâhil olmaları nedeniyle, Alevi Kürtler bu direnişe dâhil olmamıştır. Yer yer 1915 Ermeni soykırımında canlarını kurtaran Kürt komşularının da direnişe katılmaları, daha sıcak olan ve soykırıma uğrayan bir halkın evlatları olarak, devlete besledikleri kin ile bazı Ermeniler de direnişe destek vermişlerdir.
1925 direnişi başlamış, Şeyh Said ve arkadaşları alınmış, idam edilmişti. İran, Suriye ve Lübnan’a can havli ile kaçanlar; ancak ölüm, sürgün ve muhtelif cezalardan kurtulabilmişlerdir.
Beytuşşebab’a geçmeden evvel, dört yıl Ağrı Bazıd’te yaşayan ve Beytuşşebap’tan sonra Suriye, Güney Kürdistan ve İran’a geçen İhsan Nuri ve 1925 yılında Kürt Direnişinde yer alıp, İran’a kaçabilen ya da geçemeyip Kürdistan’da firari tarzda yaşayan Ferzende Bey ve arkadaşları ile de ilişkiye geçer.
Bu arada, Şeyh Said Direnişine katılan ya da farklı alanlarda lokal de olsa direnen Kürt aşiretleri, Reşkotan, Raman ve farklı yerlerde az da olsa gerilla tarzı düzensiz savaş ve savunmalar içinde olan Kürtler de var idi. Bu arada devlet, nüfus sahibi Kürt aşiretlerinden direnişe katılan hatta katılmayan, devletle birlikte hareket eden ya da etmeyen herkesi sürgün etmeyi önüne koydu.
Sömürgeci soykırımcı devlet, Ağrı’dan da bazı aşiret liderlerini sürgün etmeye başlamıştı. Bir kısmı sesiz sedasız firari yaşıyor, bir kısmı sürgün edilmiş ve bir kısmı da devletle ilişkileri son derece iyi olan, devletin istemlerini yerine getirmeye çalışıyordu. Sürgün sırası Celali aşireti lideri Hesêsorî kolundan Broyê Heskê Têli’ye gelir. Oysa O, 1925 direnişçileri Şeyh Said’in Oğlu Ali Rıza Efendi ve beraberindekilerini bile İran’a geçmeye çalışırken yakalamaya çalışan, ticaretle uğraşan, geçmişte Osmanlı Devleti ile birlikte Rusya’ya karşı savaşmış, Ermenileri Kazım Karabekir ile birlikte tepelemeye kalkmış, Ağrı’da nüfus sahibi bir insandır. Devlet ile gayet barışık olduğunu sanan, ancak devletin tüm Kürtlere aynı tutumu takınarak, ezmeye, dağıtmaya kalktığının farkında olmayan Broyê Heskê Têli, bunun böyle olmadığını görünce, silahına sarılır. Kendisini yakalamaya gelen bir Türk jandarma müfrezesine pusu kurarak infaz eder. Ardında Ağrı Dağı’na çekilir. Devlet bu olayı “Hayvan kaçakçılığını önlerken olduğunu” iddia ederek, geçiştirmeye çalışır.
Bu durumu Ağrı’da ve yöresinde duyan her aşiret ve firari Kürt savaşçı, Broyê Heskê Têlî’nin etrafında kenetlenir. Sürgüne gönderilen Şemikan Aşireti Reisi Temurê Şemki ve kardeşi Çerxo, Şeyh Abdulkadir gibi pek çok insan İzmir’deki sürgünden kaçıp Broyê Heskê Têlî’nin imdadına koşar.
Ağrı Direnişi’nin esas gücü yerli aşiretlerdi. Aşiretlerin çoğu Osmanlı Rus Savaşı’na katılmış, silahlanmış, Hamidiye Alayları’nda eğitim almış, Kürt mücadelesi ile birkaç kişi dışında pek ilişkisi olmamış kendiliğinden, sürgün ve askerliğe gitmek istemeyip firar eden, yerel güçlerin direnişi ile başlamıştır. Daha sonra İhsan Nuri Paşa, Ferzende Bey, Kürt medreselerinde Ahmedê Xani fikriyatında etkilenmiş Reşoyê Silo, Usivê Evdal gibi milliyetçiliğe açık insanların buluşması ile bu kendiliğinden hareket Kürt Ulusal Hareketine evirilir. Öylesine evirilir ki, tüm aşiretler Milliyetçi Kürt Bağımsızlık örgütü Xoybûn’un gönderdiği İhsan Nuri Paşa gibi modern bir lider ve örgütün program ve talimatlarında birleşir, itibar eder. Kor Hüseyin Paşa’nın çocukları Nadir Bey ve Mehmet Beylerin direnişe sonradan dâhil olmaları ile hareket aşiretler nezdinde güven kazanır, Kürtlerin katılımının kitlesel olmasını sağlar.
XOYBÛN’UN OLUŞUMU VE AĞRI DİRENİŞİNDEKİ YERİ
1925 Direnişi’nden sonra, Türk devleti; artık “Örfi İdare”yle, “Şark Islahat Planı”yla, “Takrir-i Sükûn Kanunu”yla hiçbir kimliğe, aidiyete, etnik çeşitliliğe kendini kapatır, üniter, faşist, ırkçı, şoven, bürokratik, sömürgeci ve soykırımcı bir rejimin resmi ideolojisine sahip olur. Resmi ideolojinin şekillendiği ve tatbik edildiği bir döneme giriliyor. Garo Sasuni’nin deyimiyle “Türk devleti, Ermeni Nisan 1915 gibi, Kürt ulusunu da yok etme planını en şiddetli bir şekilde ve bütün uygulamalarıyla uygulamış olduğunu gösteriyordu…” Bu, Kürtler arasında, bir söz olarak yayılmaya başlayan; “Bextê romê tûne ye” deyimi ile ifade ediliyor ve aslında Kürtleri kavgaya davet biçiminde idi. Bu durum, Kürt ulusu ile devleti birbirinden koparmaya taşıyordu.
Devletin sürgün girişimine karşı, Ağrı’da Broyê Heskê Têlî’nin direnişi, kısa sürede yaklaşık 250 kişilik bir Kürt direnişçiyi Ağrı eteklerindeki cephede devlete karşı kendiliğinden birleştirdi. O zaman Beytuşşebab direnişçisi İhsan Nuri Paşa İran’da idi. İran’da Ermeni ve diğer firar edip oraya yerleşen bazı Kürt liderlerle görüştü. Ön hazırlıklar yaparak Ağrı’ya direnişçilerle buluştu.
Kuzey Kürdistan’dan, Rojava, Güney ve Doğu Kürdistan’a kaçan aydınlar, bu durum karşısında bir şeyler yapma, direnişe yardım etme üzerinde fikir teatisinde bulundular. Bu süreçte, gerek Kafkasya’dan sürgün gelen Ermeniler ve gerekse de Ermeni Soykırımı’ndan canını kurtarıp Lübnan’a varan Ermeniler de bu tartışmaları izliyor, katılıyor ve yardımcı olmaya çalışıyorlardı.
Tüm ulusal yetmezlikler, parçalı ve iç bünyesi barışık olmayan Kürtlerin durumu atmosferi kırılmaya başladı. Geçmişte devletin telkinleri ile Ermenilere yapılan haksızlıklar ve mezalimine rağmen Kürt ve Ermeni aydınlarının aralarında sıcak yaklaşımları gelişti, Ermenilerle bir dostluk dili yakalandı, birlikte Ağrı ve diğer bölgelerdeki direnişe etkide ve yardımda bulunulabilme arayışlarına başladılar.
Artık, Kürdistan Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık mücadelesini örgütsüz bırakmamak, kurtuluşu dışarıdan beklememek, Ermeni soykırımının benzeri bir âkibeti yaşamamak kaçınılmaz olmuştu.
Tüm bu tartışmalardan sonra, bağımsızlık anlamına gelen “Xoybûn”, Lübnan’ın Bihamdun kentinde 45 gün süren bir kongre sonunda 5 Ekim 1927 yılında kuruluşunu ilan etti. Kurucuları arasında, eskiden kurulan Hêvî, Kürt Millet Fıkrası, Kürt Teavun ve Teraki Fırkası, Kürt Teali Cemiyetin’den de yer alan bazı aydınlar vardı. Tabi farklı nedeler ile Xoybûn’a katılmayan Kürtler de vardı. Bu sebeplerin başında, Xoybûn’un Türkiye Kürdistanı’nın özgürlüğünü esas alması, ikincisi ise Türk devletinin çıkardığı afları bekleyerek, örgüt ve direnişlerden uzak kalmak isteyen yılmış Kürtler de vardı.
Xoybûn; milliyetçi, modern bir Kürt örgütü idi. Xoybûn’a Ermeni Taşnak Partisi Başkanı Vahan Papazyan, Taşnak ve Menşevik Garo Sasuni, Taşnaktan Rupen Ter Minasyan gibi çok sayıda Ermeni siyasi önderleri ve tanınmış siyasiler de Kürt Xoybûn örgütüne açık destek verdiler.
Xoybûn Merkez Komitesi’nde, Celaddet, Sürreya ve Kamuran Bedirxan’lar, Kadri ve Ekrem Cemilpaşazade’ler, Memduh Selim vs. ve geçmişte farklı çalışmalara dahil olmuş Kürt aydın şahsiyetleri vardı.
1927 yılındaki Xoybûn örgütü; “Ararat’ta gelişen ve genişleyen Kürt direnişini yönetmek üzere Ağrı Dağı zirvesinde geniş bir toplantı yapılacak!” dedi. Toplantıda; “Kürt Milli Hükümeti”nin oluşmasına karar verilecek. Kürt askeri birliğini daha örgütlü hale getirmek üzere bir örgütlenmeye gidilecek” diye bir program belirler. Kürt Hükümeti’nin Siyasi temsilciliğine Broyê Heski Tellî, Askeri sorumluluğuna daha Beytuşşebab’a gitmeden önce Bazid, Ağrı’da Türk Ordusu’nda yüzbaşı olarak görev almış, askerlik yapmış, bölgeyi avucu kadar iyi bilen ve halkını iyi tanıyan İhsan Nuri Paşa görevlendirildi. Bu oluşan şartlar, Xoybûn’un kurulmasını ve Ağrı ile temasa geçmesini kolaylaştırıp, meşrulaştırdı.
Xoybûn’un aldığı karar doğrultusunda, bir Kürt silahlı birliği yeniden organize edildi. Yerine göre gerilla, yerine göre düzenli ordu tarzında savaş biçimi amaçladı ve uygulamaya koydu. Ağrı’da “Agirî” isminde bir dergi ve “Kürt Milli Hükümetini” oluşturdu. İran ile diplomatik ilişkiler geliştirip, Kuzey Batı’da verilen savaşta destek sunmasını ve en azından Ağrı savaşçılarının rahat hareket etmelerini sağlamaya çalışır oldular.
Kürdistanlılar, 1908’den beri olan tüm örgütlenme faaliyeti içinden geçmiş bir tecrübeye sahipti.
Xoybûn’u tetikleyen ve moralize eden Ağrı Direnişi idi. Bu açıdan Xoybûn, Ağrı Direnişi ile var olanın ihtiyacı ile ortaya çıktı. Ağrı’ya bağlı şekillendiği için, Ağrı direnişinin yenilgisiyle birlikte sünümlendi.
AĞRI’DA DİRENİŞİN YAYILMASI, DEVLETLE TEMAS VE MÜZAKERELER!
1926’da başlayan Ağrı Direnişi, çok çabuk bir şekilde gelişir. Çünkü Kürdistan halkı canlı geçmişinde silahlı yaşamı içselleştirmiş, aşiret örgütlenmesi çözülmemiş, yiğitlikte aşiretlerin biri diğerinden geride durmayacak içsel bir gurura sahiptir. Halk dominedir. Haksızlığa karşı ortak hareket etme özelliği vardır, aşiretler arası çelişki olmasına rağmen birbirini koruyan ortak hareket etme geleneği de vardır. Zira sürgün hepsinin kapısındadır. Bunu herkes görüyor ve topraklarından sökülmek istemiyor. Devletin bu sürgün politikası, karşı direnişle başladı ve yüzleşti.
Buna en etkili direnişi koyan Bro’yê Heskê Têli’dir. Broyê Heskê Telî’yı mücadeleden vazgeçirmek için çok sayıda teklifler sunuldu. Ancak Broyê Heskê Têlî bu teklifleri hep reddetti. Çünkü Broyê Heskê Têlî, önce Osmanlı, sonra da Türk devletine hep hizmet etmişti. Buna rağmen kendisini sürgün etmeye kalkmışlardı. Bütün bu yaşananlardan sonra, devletin kendisine karşı müsamahakâr davranmayacağına inanmış, devlete inancını tamamen kaybetmiş ve tüm köprüleri atmıştı. Bu nedenle görüşmelere genellikle son derece temkinli ve hatta kabul etmez bir tutum ile yaklaştı.
Broyê Heskê Têlî’nin tutuşturduğu bu direniş, öylesine çabuk gelişti ki, devlet şaşkın kaldı. Bölgedeki devlet erkanı vali, kaymakam ve askeri yetkililer, arabulucular devreye koydu, mektuplar yazıldı, yollandı, af ve mevki vaatlerinde bulunuldu, ancak Broyê Hekê Têlî’yi kandıramadılar, ikna edemediler.
Broyê Heskê Têlî ile görüşerek direnişi bastırmayı düşündüler, “Bu nedenle Broyê Heskê Têlî ile Türk Kumandanı, Hellas Köyü’nde görüştü. Broyê Heskê Têlî, komutanın tatlı sert konuşmalarına aldırış etmedi, teslim olmadı. Bunun üzerine “Gelişen Ağrı İsyanı, ancak, şiddet ile bastırılacak.” diye rapor verdiler. Bu sürede devletin tüm saldırıları akıllıca boşa çıkarıldı, karşı saldırılar geliştirildi.
Beli bir aşamadan sonra, İhsan Nuri Paşa’nın da Ağrı’ya gelişi ile artık Ağrı Direnişi, yalnızca sürgüne karşı direnen bir hareket olmaktan çıkmıştı. İran, Türkiye, Sovyet sınırındaki en yüksek dağ olan Ağrı’da siyasi hedefleri, bayrağı, programı olan ve nasıl bir devlet ile savaş halinde olunduğunu algılayan bir kalkışmaydı. İhsan Nuri Paşa’ya da biat etmişti. Artık basit af yasaları ve vaatleri, politize olmuş Bağımsız Kürdistan ruhunu içselleştirmiş halkı kandırmaya yetmeyecek kadar aşmıştı. Bu vesile ile gerek Xoybûn’un uyarıları, gerekse de Kürt aşiret önderlerinin tecrübesi af vaatlerinin Kürt hareketini zayıf kılmak, aldatmak için edildiğini anlayabilecek güçte idi.
Ağrı Direnişçileri ile devlet arasında en ciddi görüşme ve müzakere, Mayıs 1928 tarihinde, Ararat direnişçileri ile Türk birlikleri arasında, iki güç arasında bir sınır olarak belirmiş Şehli Köprüsü’nde gerçekleşti.
Görüşmeye katılanlar:
Kürt Tarafı: İhsan Nuri Paşa ve direnişin önderliğinde yer alan 20 kişilik müzakere heyeti, 60 kişilik güvenliği alan birlik ile katılmıştır.
Türk Tarafı: 12 Milletvekili, Ağrı Valisi, 9. Tümen Komutanı, İl Jandarma Komutanı, Doğu Beyazıt Jandarma Komutanı Arif Hikmet, Bazıd ve Diyadin Kaymakamları, (28. Mayıs 1928)
Türk heyetinin İstekleri; Çatışmalara son verilmesi. Ayaklanmanın Sona Erdirilmesi, Kürtlerin rahat durmaları, yani eylemsizlik durumunda kalmalarını sağlamak.
Bunların gerçekleşmesi halinde Kürtlerin isteklerine uygun olarak, bazı iyileştirmeler yapılacaktır denilir. Bunlar:
Doğudaki sistemde bazı ıslahatlar yapılacak,
1925 Direnişi’nde sürgün edilenler affedilip eski yerlerine yerleştirilecek.
Kürt Siyasi önderleri hakkında genel af ilan edilecek.
İhsan Nuri Paşa’ya pasaport verilecek, istediği ülkeye gitmekte serbest olacak, İstemesi durumunda istediği ülkeye büyük elçi olarak atanacak.
İhsan Nuri Paşa’nın eşi Yaşar hanım’ın da yanına gitmesi sağlanacak.
İhsan Nuri Paşa, şahsına muhasır teklifleri kesin bir dil ile reddeder. Xoybûn’un programına uygun Kürdistan’ın Bağımsızlık hakkının kabulünü hatırlatır.
Bu isteklerden, 1925 Direnişi’nde Sürgün edilenlerin geri gelmesi ve affın çıkarılması gibi uygulamalarda bazı adımlar atıldı. Ancak diğer istekler yerine getirilmedi. Batman-Silvan arasında yerleşik olan ve aftan yararlanıp geri gelen Mala Fero’dan üç kişi devlet tarafından 1928’de infaz edilince, af güvensizliğe dönüştü. Şeyh Said Mücadelesine katılan pek çok insan, yeniden direnişte olan Ağrı Dağı’ndaki Kürd direnişlerine katılmak üzere silaha sarılmış oldu.
Savaşçılar. savaşın yükünü Kuzey Kürdistan’ın içlerine doğru yayarak, gerek lojistik yönden imkanlar sağlamak, gerekse de savaşı Muş, Erzurum, Bitlis’e doğru yaymak, diğer alanlarda direnen savaşçıların gücü ile birleşmek için çabalara girdiler. Bu nedenle farklı yerlerde gerilla tarzı eylemlere girdiler. Bu göreve Hesenanlı Ferzende Bey, Sipki Aşiretinden Abdulmecit Bey’ın oğlu Halis Bey, Temirê Şemki görevlendirildi. Ağrı dışında çeşitli sabotajlar düzenlemeye giriştiler.
AĞRI DİRENİŞİ DÖNEMİNDE KÜRT HAREKETİNDEKİ BÖLGECİ, PARÇACI DURUM,
Ağrı Direnişi devam ederken, Güney Kürdistan’da halen İngilizlere karşı Şeyh Mahmudê Berzenci’nin direnişi devam ediyordu. Doğu Kürdistan’da Sîmkoyê Şıkakî’nin İran sömürgecilerine karşı mücadelesi devam ediyordu. Mala Eliyê Unis Kewmê Çiyê ve çok sayıda çeşitli sebeplerle devlete ittihat etmeyen silahlı firari Kürtler vardı. Ancak bunları yan yana getirmekte yeterli olunamıyordu. Dersim Bölgesi yarı özerk ve hala devlet istediği gibi giremiyordu. Alişêr gibi bir önder, Dersim’de kalıyordu. Bunda Alevi-Müslüman çelişkisi ve birbirlerini rahat kabul etme sağlanmış değildi.
Bu parçalı duruşun ve durumun birçok sebebi vardı.
Gelenekçi aşiret ilişkisi ve aşiretlerin birbirine güvenmemesi yaygındı.
Geçmişte kendini yönetmeyi tadamamış ve bir yanı ile devletin kendilerini yöneteceklerini bekleyen, ancak kendilerini yöneten devletin de kendilerinin değerlerine saygı göstermesini isterlerdi.
Artık Kürdistan, bölünmüş ve bölünmenin derinleşmesi Anti – Kürt nizama göre şekilleniyordu.
Kürt ulusu ve Kürdistan’ın parçalanması yeni olmasına rağmen, Kürt hareketine de hemen yansıyordu. Harekete yön veren Xoybûn örgütü ise Ağrı’ya yetişemez durumda idi. Rojava Kürdistan’ından yapılmak istenen yardımı yetiştirmek mümkün görünmüyordu. Kaldı ki onların da elinde yardım edecek imkânları yoktu. Bu imkânsızlık, Ağrı Direnişinin yenilgisinden sonra çıkarmak istedikleri Hawar dergisindeki zorluklardan da anlaşılır. Dr. Nazıf Bey doktorluk yaparak, Haco Ağa sürgün ve yaşlı haliyle eski aşiret ilişkileri üzerinden dergiyi satarak yeni bir sayıyı çıkarmaya çalışıyorlardı. Celadet Ali Bedirxan kendini geçindirmek için bir tarafta tarım ile uğraşarak, bir tarafta yazım yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Celadet Ali Bedirxan sonuçta su kuyusundan su çekerken kuyuya düşerek yaşamdan koptu. Bu konuda Mehmet Uzun’un “Bira Qederê” romanı Xoybun yöneticilerinin yeterli ve trajik hayatlarını ortaya koymaktadır.
Türkiye İngilizler ile anlaşmış, Musul ve Kerkük’ü İngilizlere rüşvet vererek, Kürt hareketini bastırmak için daha rahat bir durumda hareket etmenin yanı sıra, tarım ilaçlaması gayesi ile İngilizlerden aldığı uçakları Ağrı Direnişçilerine karşı kullanıyordu. Bu anlaşmadan sonra Kürdistan’ı işgal edenler, bulundukları alanlarda Kürt direnişinin üzerine gitmede de rahat hareket ediyor ve direnişçileri eziyorlardı. Şeyh Mahmudê Berzenci, Simkoyê Şıkaki ve Ağrı direnişçileri kendi başlarına kalmıştı. Sömürgeciler, parçalanmış Kürt hareketine karşı daha yoğun ve rahat hareket ediyor ve Kürt soykırımını ortak uyguluyorlardı. Ancak Kürtler, her parçada ve her parça kendi içinde birliğini bir türlü gerçekleştiremiyordu.
AĞRI DİRENİŞİNDE TARAFLARIN KONUMLARI
1930’a kadar Ağrı Direnişçileri Kürdistan’da her gün kendine yeni mevziler, yeni aşiretler, yeni ilişkiler yakalıyordu.
En ağır koşullarda, yakaladıkları askerlerin silahlarını ve erzakını alıyor, ancak kendilerine karşı insancıl davranmayı elden bırakmıyorlardı. Bunun olumlu ve olumsuz sonuçları oluyordu. Bırakmak durumunda kalıyorlardı, zira kendilerini esir alıp besleyebilecek ekonomik durumdan yoksunlardı.
Devlet ise gelişen Ağrı Direnişi karşısındaki yenilgilerini gözden geçiriyor, sürekli kendini reorganize ederek, eksikliklerini gideriyordu. 29. Türk Alaylayının başında Salih Omurtak vardı.
28 Aralık 1929 tarihinde, Mustafa kemal Atatürk’ün Başkanlığında, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve Genel Müfettiş İbrahim Tali’nin de katıldığı bir toplantıda; “Ağrı Kürt Direnişini Nasıl bastırabiliriz?” sorusunun karşılığını aramış ve Haziran 1930 tarihinde “Bastırma Hareketinin yapılması”na karar vermişlerdi. Bunun için de bazı tedbirleri almayı önlerine koymuşlardı.
Direnişteki güçlerin öncelikli olarak, yiyecek erzak başta olmak üzere lojistik destek ve imkânlardan yoksun bırakması, İran, Sovyetler ve komşu şehirler ve ülkeler ile irtibatını koparmak, geçiş yollarını ve hareketlerini kesmek sömürgeci güçler için en önemli acil görevi olarak belirmişti.
Direnişe katılan ya da destek veren tüm alanlardaki aşiret reislerinin aile ve mallarını, ahaliyi, direnişçilerle birlikte imha edileceği şeklinde tehdit etmek, yok edilecekleri inancını yayarak halkta korku ve panik yaratmak üzerinde psikolojik savaş yürütülüyordu.
Zayıf olan Türk ordusuna bağlı Jandarma birliklerini gözden geçirme kararını acil yerine getirmeliydiler.
Dağda hareket kabiliyeti olan askerleri yetiştirip, devreye sokmak önem arz ediyordu.
“Yabancı parmağı var” diyerek halkta güvensizlik yaratmak ve savaşanları izole etmek istediler.
Kürt aşiretleri arasında güvensizlik yaratmak, teslim olanları mükafatlandırmak, geniş imkanlar ile donatmak, ihbar ve böl yönet siyasetini yaygınlaştırmak önemli ve vazgeçilmez yöntem idi.
30 Haziran 1930’da sömürgeci güçlerin Ağrı’daki direnişçilere yönelik yapılacakları saldırıyı püskürtmek için, Kürt hareketi de tedbirler geliştiriyordu, ancak bu tedbirleri yetersiz kalıyordu.
Ancak Erciş-Van yolunu denetlemek ve bu hatta sömürgeci devletin Direnişi Ağrı’ya doğru itmek, sıkıştırmak gibi bir taktiğe yol vermemekte eksik kalmışlardı. Van Gölü’nden Erciş üzerine devletin intikal edeceğini hesaplayamamışlardı. Buna benzer önemli askeri tedbirler alınmamıştı.
AĞRI DİRENİŞİNDE EDEBİYAT BASIN. AYDINLANMA VE İLETİŞİM
1926-1930’lu yıllarda, Kürt edebiyatı gelişmemişti. Ulus edebiyatının en belirgin türü, romandı ve o zaman Kürt roman yoktu. En belirgin edebiyat, Ahmedê Xani, Feqiyê Teyran, Melayê Cizirî’nin 1400-1695 te yarattıkları birkaç diwanları vardı ve bu edebiyat ancak çok az kesimin okuyabildiği Kürt medreselerinde vardı. Tartışma, kritik etme, sorgulama söz konusu değildi. Yönlendirme tamamen aşiret liderlerinin talımat ve telkinleri ile yapılmakta idi. Bu da kolektif bir ulus bilinci yerine, sömürgeci zulme karşı “yiğitçe” kendini savunma tepkisi ile süren bir mücadeleden ibaret idi. Tabi yiğitlik, dürüstlük, dostluk ve insanlık kavramları Kürt aşiret kültüründe de çok köklüdür ve erdemli bir duruş olarak kendini ortaya koyardı. Ancak bilinç ile bireysel özgürlükler ile harmanlanamayan, bağımsız kişilerin kolektifinde birleşemeyen bu erdemlilikler, bazen zor ve şiddet karşısında büküldüğü ve ihanete kadar vardırıldığını görürüz.
Ağrı Dağı’nda çıkarılan “Agırı” gazetesi, bildiriler niteliğindedir. Bu da Xoybûn’un gönderdiği ilkel iki tahtadan oluşan klasik teksirden ibaret bir baskı aracından ibaret idi. Tüm zayıf iletişim araçları ile mücadele kuryeler vasıtasıyla ve sözlü olarak sürdürülüyordu. Dönemin en etkili olan telgraf sistemi de Kürtler arasında kullanılamıyordu.
ZÎLAN VADİSİ KATLİAMINDA DUYARSIZLIK
Zilan Katliamına katılan Türk komutanlar, Salih Omurtak, Ahmet Derviş, İbrahim Attila Karay, Kürt halkını katletmek için sınırsız yetkili ve görevli idiler.
Devlet yaptığı katliamlarla açıkça övünüyor ve pervasızdır. Bu katliamlar açıkça devletin basın organlarında da yer alırdı. Yarı resmi Cumhuriyet gazetesi “Zilan Vadisinde 15 bin Kürt Eşkiyası tepelendi. Zilan Deresi Lebe leb Kürt cesetlerle doldu!” diye manşet atıyordu.
Daha önce; Rum, Ermeni, Pontus, Êzidi, Asur soykırımları yaşanmıştır. Gerek Kâzim Karabekir, gerek Koçgiri ve İzmir Yangınlarının icracı komutanı Sakallı Nuretin Paşa’sı; “Zoları Bitirdik Sıra Lolarda!” demelerini, Kürt hareketi tanımlayamadı. Devletin “bir millet yaratmak için” Yakın Doğu’nun tüm kadim halklarını yok sayarak ve yok ederek amacına varmaya giriştiğini ve bu yaşatılanın bir jenosit politikası olduğunu anlamadı, tanımlayamadı, dünyaya anlatamadı. Siyasi, hukuki ve diplomatik mücadelesinde devletin bu jenosidal karakterini ortaya koyamadı. Devletin propagandasının etkisinde kalarak, “İslami kardeşliğine” kanarak, Ermeni, Rum, Êzdi ve diğer soykırımlar ile kendisine yapılanın aynı olduğunu göremedi, söyleyemedi. Soykırıma uğrayanlar dini söylemlerin etkisinde kalarak, birbirlerine sahip çıkamadı. Her vadideki Kürt bir diğer vadideki Kürd’e yapılanın kendisine de varılacağının hassasiyetini, kaygısını taşıyamadı. Devlet, Dersimlilerin, Ağrı’daki soydaşlarına “yardıma gidebilirler” kaygısıyla, Dersim’in Pilemori geçidinde askeri tedbirler alırken, Dersimliler Munzur Harçik vadisinden ötesini görebilecek durumda değillerdi. Sonrasında bu öngörüleri ne kadar değişti tartışma ve sebepleri üzerinde düşünülürse ve araştırılırsa yeridir.
Şimdi bile, her bölgenin, her vadinin, nerede ise her köyün bir katliamını trajik bir şekilde anlatır dururuz. Burada suçu, Rum’da, Pontus‘lunda, Ermeni’de, Kürt’te arar, bulmaya çalışırız. Ancak tüm otokton halklara, Türk ve Müslüman olmayan herkese yönelen bir jenosit siyasetini bir bütün olarak tanımlama bilincini, kendi siyasal gücümüzde göremedik ve ona uygun bu soykırımları teşhir edemedik. Küçük çelişkilerimizi büyüttük esas planı seçemedik, göremedik.
Hasan Hişyar Sêrdi’nin deyimiyle; “Ermeni Kürde, Kürt Ermeni’ye, Osmanlı ya da Türk devleti ikisine düşman” olduğunu göremedik, gösteremedik. Oysa ki, kast edilen ve planlanan tüm Yakın Doğu halklarının jenosidal bir politikaya tabii tutularak yok edilmesi ve bunların bakiye toprakları üzerinde bir Türk Müslüman imparatorluğunu inşa etmek idi. Bu inşanın, olmayan millet, olmayan ülkeyi bu Türk – Müslüman İmparator devlete perçinleyerek bütünlüğünü amaçladıkça, faşizm, soykırım, sömürgeci niteliği ile şiddet üretiyor. Türkiye bugün bile bu sevdadadır. Bunun böyle olmasında biz soykırıma tabii tutulanların zafiyeti büyüktür.
Geçmişte Ermeni, Pontus, Rum, Êzdi, soykırımından tutalım da, Piran, Dêrsim, Zilan, Geliyê Sapo Kürt katliamlarını bir soykırımın parçaları olarak göremeyişimiz hala devam ediyor. Yakın dönemde ise, Roboski, Suruç, Ankara, ya da Vedat Aydın’dan Tahir Elçi’ye ya da Varto, Silvan, Gewer, Nisêybin, Cizre, Şırnak, Dêrik, Sur ve Kürdistan’ın diğer alanlarında uzun sürece yayılan ve girişilen katliamları tarihsel jenosidal politikaların birer parçaları olduğunu bir türlü bilince çıkaramadığımızı görüyoruz. Halen sıradanlaşan gözaltına alınmaları bile soykırım olarak değerlendirirken, yüzyıldan beridir Abdulhamidden beri şekillenen, İttihat ve Terakki iktidarı tarafından icra edilen ve Türk devleti tarafından sistematik olarak sürdürülen genel resmi bir sistem, rejim sorunu olduğunu görerek, önüne geçme politikasında eksik kalıyoruz. Tamamımız yok edilirken, biz halen “Erzurum Ermenistan mı, Kürdistan mı “ tartışması yapıyoruz ve aklıselim bir ortaklık oluşturamıyoruz. Meşruiyetten sonra giderek şekillenen, 1910’lardan sonra sistemli bir jenosit programına vardırılan Turancı, Türk resmi ideolojisinin Irkçı, faşist, bürokratik bir devletin resmi politikası halinde işlediğini bilince çıkaramıyoruz. Bugün çoğunluğumuz, Koçgiri, Dersim, Piran, Zilan ya da Halepçe jenositleri kavramını, kavramlarını kullanır, trajik şekilde olan anıları anlatır dururuz. Ancak bunu UZUN SÜRECE YAYILMIŞ SOYKIRIM ya da TOTAL JENOSİD olarak tanımlayamıyoruz. Oysa yüz yılı aşkın bir süredir Kürtlerin yaşadığı tam da böylesi bir jenosit değil midir? Ağrı ve Zilan katliamları da bu genel soykırım siyasetinin, icraatının birer parçalarıdır.
Ulusal sorunlar ve soykırım sorunları, ulusal ve yerel sorunlar değil, tüm insanlığı ilgilendiren uluslararası sorunlardır. Çözümleri de dünya insanlığının müdahalesi, garantörlüğü, uluslararası güçlerin, devletlerin, milletlerin, halkların müdahalesi ile çözülecek sorunlardır.
Soykırımı uygulayan sömürgeci ya da şovenist iktidarlar ya da güçler, genellikle bu sorunları, “benim sorunum, benim çözeceğim sorun.” diyerek, beklenti yaratarak, oyalayarak jenosidi devam ettirmek istiyorlar. Böylece bu sorunun/sorunların uluslararası konumlaşmasını engelleyerek ve çözümünü de bu siyaseti ile geriletmeye uğraşıyorlar. Burada düşünsel, siyasal ve hukuksal bir evrensel tanımlama ve mücadele ile bizim de soruna yeterince yaklaşmadığımızı belirtmek isterim.
Bunun için Kürtler; uluslararası hukukta, soykırıma karşı, nasıl mücadele edilsin ki? Elbette teşhis yanlış olunca ve hastalığa, soruna gerekli dozda ilaç verilmezse bu hastalığın, sorunun, trajedinin üstesinden gelmesi güçleşecektir.
Yaşanan soykırım tartışmaları, “BM’in soykırım ile mücadele konumuna, çalışmalarına vardırılmalı mı, vardırılmamalı mı?” tartışmaları artık geride kalmalıydı. Eğer kalmamışsa, kalmıyorsa burada bir yanılsama ve siyasi körlük var demektir!
“Soykırıma uğrayan halklar ile dayanışma, yüzleşme ve mücadele hususunda tartışmalar yerel miydi, evrensel mi?” gibi sorunlar karşısında daha çok umursamaz kaldık. Böyle olduğu için de soykırım sorunsalında eksik kaldık, acil tedbirler üzerinde siyaset üretemedik.
KÜRT MÜCADELESİNDE DÜNYADA DEĞİŞMEYEN ANTİ- KÜRT NİZAM, 21. YÜZYILDA ÇATIRDIYOR!
– Şeyh Mahmudê Berzenci hareketinin olduğu 1916-1920’li yıllarda, Rewanduz’da Özdemir Paşa adında bir Türk subayı var. Osmanlı ve Türk devletinin Güney’deki görevlisidir. Bu Türk subayı, Şeyh Mahmudê Berzenci’den; ”İngilizlerle müzakere yerine, bizimle davran, biz seni kral olarak tanırız!” der. Böylece Şeyh Mahmud’un İngilizlerle oturup müzakere yürütmesinin önüne geçer.
– Şeyh Mahmudê Berzenci, 20 Ocak 1923 tarihinde, SSCB’den, “Sosyalist iktidarın anti-emperyalist” söylemlerine binaen İngilizlere karşı savaşında destek ister. Ancak bu isteğine cevap verilmez.
– Milletler Cemiyeti gözetiminde, Güney Kürdistan’da yapılan bağımsızlık referandumunda, Güney Kürdistan’da, Kürt halkının ezici çoğunlukla Bağımsızlık talebini sandığa yansıtmasına binaen, 20 Mart 1925 tarihinde İngilizlere ve Milletler Cemiyetine yazdığı mektubunda kendisini “Kürdistan Kralı” olarak ilan eder ve bağımsızlık talebinin kabul edilmesini ister. Ancak bu istemi yerine getirilmez ve Kürt halkının iradesi tanınmaz ve ayaklar altına alınır.
Kürt ve Kürdistan’a karşı, 1919-1924 yılları arasında, Anti-Kürt bir nizam şekillenir. Bakü Doğu Halkları Kurultayı’nda, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşması doğrultusunda ilk adım atılmış olur. “Yakın Doğu İşlerini Çözmek İçin Lozan Konferansı” ve ardındaki antlaşma ile Kürdistan’ın ve Ermenistan’ın bölünmesi, parçalanması ve bölüştürülmesinde İngiltere, Fransa, Türkiye, Sovyetler Birliği anlaşmış ve bu antlaşmadan itibaren Osmanlı Devleti’nin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, İttihat ve Terakki’nin oluşturduğu hedefleri, yanı soykırımla “ulus ve devlet olma” yoluna devam eder. Yeniden Yakın Doğu’da kısmı değişikliklere tabi tutarak, yoğunlukla tatbik etmeye başlar ve bu sürekliliği “baki” olarak tanımlar. Maalesef bu hedeflerin önüne bugüne kadar geçilmiş değil.
Ermeni, Süryani ve diğer Müslüman olmayan halklara karşı sürdürdüğü soykırım politikasına Kemalist hareket İngiliz ve Osmanlı Devleti’nin görevlendirmesi ile 1919’da, Önce Pontus’ta Rumlara, sonra Koçkiri’de Alevi Kürtlere karşı girişerek devam ettirmeye başladı. 1920-1923 yıllarındaki oyalamaların ardında ayağını yere basınca, hızlı bir şekilde fiziki yok etmelere devam etti. Kısa sürede Kürt milletini; Ermeni, Süryani ve Êzidi Kürtleri gibi yok edemeyeceğini anlayınca, Kürt soykırım politikasını, uzun süreli ve total bir soykırım siyaseti ile sürdürmeyi yeğledi ve benimsedi.
Tüm bu politikalarını sürdürmesinin kolaylığını Dünyanın gözleri önünde cereyan eden bu soykırıma Dünyanın sesiz kalmasının neticesinde idi. Burada, devletin jenosidal politikalarına karşı koymada biz Kürtlerin de büyük zafiyeti vardır.
Kürt diplomasisi, 1919-1923, 1925 – 1930 yılları arasında artık dünyada Anti- Kürt nizam ile Kürdistan diplomatik alanda kuşatılır. Ermeni liderler bizzat Taşnak lideri Vahan Papazyan ve Kürt lider İhsan Nuri Paşa’nın, İran nezdindeki çalışmaları sonuç doğurmuyordu. Yine Prens Sürreya Bedirxan’ın Amerika Senatosu’ndaki girişimleri de herhangi bir sonuç çıkaramıyordu. İngiliz, Sovyet, İran ve Fransız güçleri Ararat direnişçilerinin özgürlük havarilerini duymuyor, aksine kısmaya uğraşıyorlardı. Kürtlerin dostları ile cılız da olsa, tüm diploması girişimleri sonuçsuz kalıyordu.
Burada çokça ümit bağlanan Sovyetlerin durumuna ilişkin iki örnek vermek istiyorum.
Erebê Şemo, 1934 yılında ilk Kürt romancısıdır. Önce “Şivanê Kurd”, daha sonra da “Jiyana Bextewar” ile “Kela Dımdımê” romanlarını yazmıştı. Kitapları Erivan’da yayınlandı. Hemen sonrasında ise Sibirya’ya sürgün edildi. Orada, 18 sene sürgün kaldı. Sonrasında Ermenistan’a döndüğünde artık eli kalem tutamaz halde idi.
1942 yılında, Eliyê Evdirehmanê Mamedov, “Şer Li Çiya“ adında bir roman yazdı. Roman, Ağrı Direnişini konu edinmişti. Direnişe katılan Şêyh Zahir’in kahramanlıklarını ve yaşadıklarını anlatan tarihi bir roman idi. Bu roman, 1942 yılında yazılmıştı. Yayınlanması için yayınlama kuruluna sunulmuştu, Ancak Ağrı Direnişini anlatan bir roman olduğu için, Türk devletine karşı bir tarihi direnişi içerdiği için, “Sovyet ve Türk devletlerinin dostluklarının bozulmasına vesile olacağı için, yayınlanmasında sakınca var” dendi ve yayımlanmadı. “Şer Li Çîya” kitabı, ancak 1989’da Sovyetler Birliği tasfiye edildikten sonra yayınlandı, Türkiye’de ise Hejarê Şamil’in kıril alfabesinden latin alfabesine transkirip etmesi suretiyle tarafımızdan 2010 yılında, İstanbul’da Pêrî Yayınları tarafından yayımlandı.
***
Bir de Ağrı Direnişçilerinin dört bir yandan kuşatılmasından sonra, Iran ve Türkiye arasındaki sınır anlaşmaları ve sıcak ilişkileri hisseden savaşçılar, Ağrı Direnişinin önder kadrolarından olan Ardeşir Muradyan’ı Ermenistan’da girişimlerde bulunup, en azında önder kadrolarından bir kısmının orada barınmalarını sağlamaya çalışmak üzere yanına da dört Kürt savaşçıyı katarak gönderirler. Ancak Ardeşir Muradyan ve beraberinde gidenlerden bir iki gün haber alınmaz. Sonra gidenlerden biri döner ve durumu şöyle anlatır:
“Biz sınırı geçer geçmez, Ermenistan’da Ardeşir Muradyan’ın tüm anlatım, itiraz ve yalvarmalarına rağmen, bizi tutuklayıp nezarete attılar. Sonra nezaretin kapısında bekleyen nöbetçi askerle diyaloga girdim. Asker Kürt değil, Ermeni idi. Ancak Kürtçe anlıyor idi.
“Başka arkadaşlarınız var mı, neredeler, nasıl yaşıyorlar, nereye gidecekler?’ vb. sorular soruyordu. Bizi öldürecekleri kesin idi. Bunun üzerine ben;
– ‘Biz öncü grup olarak geldik. Arkamızda yüz kadar süvari daha var. Ancak onlar yolu bilmeyip kaybolabilirler. Belki de Ermenistan’a geleceklerine yanlışlıkla İran’a da geçebilirler!’ dedim.
Bunun üzerine nöbetçi hemen koşa koşa kayboldu. 15-20 dakika sonra geldi.
-‘Biz seni bırakırsak gidip onları da buraya getirebilir misin?” diye beklemediğim bir soru ile baş başa kaldım. Ben de;
-’Tabi neden gitmeyeyim ki?“ diyerek dediğini olumladım. Kapıyı açıp beni bir yetkilinin karşısına çıkardılar. Benim gitmemi olumladılar.
– “Hemen git tamamını al ve buraya getir!” dediler.
Tam yola çıkacaktım ki, beni gönderenlere döndüm ve;
– “ Ancak atlı gidip arkadaşlarıma ulaşabilirim, başka türlü yakalamam mümkün olmayabilir!” dedim. Zaten yaya gidip kurtulmam da mümkün değildi.
– “Tamam!” dediler ve atımı verdiler.
Atıma atladığım gibi, sınırı geçerek Ararat’a ulaştım. Durumu Direnişçilere ilettim. Sonra, Ardeşir Muradyan’dan haber alamadık. Öldürüldüklerine dair haberler aldık. Diğer gidenlerin de tutuklanacağı, öldürüleceği kesindi.” diye iletir. Bu üç olay SSCB’nin o dönemde Ağrı direnişçileri ve Kürtler konusunda nasıl bir politikaya sahip olduklarını gösterirdir.
1930 yılındaki hareketi bastırma tedbirleri için Sovyet sınırı denetimi sıkılaştırıldı. Yalnız Sovyet sınırı değil, İran sınırını da İran devleti ile anlaşarak, sınırı Kürtlerin geçişine daha sıkı kapattılar. Bu sistemli hale getirilen Anti-Kürt politikanın ya da bir anti-Kürd nizamın alenileşmesi idi.
Türk devleti, Ağrı Dağı’nın İran tarafını askeri denetime almak ve sınır geçişlerini engellemek için Türk sınırına kattı. Türkiye buna karşılık, Çaldıran’daki daha zengin ve tarıma da elverişli alanları ise İran’a verdi. Böylece Ağrı Dağı’nın sınır geçişlerini denetimine aldı.
Buna rağmen Erivan, Elegez, Nahçivan ve İran Kürtleri arasındaki ilişki zorlaştı, cılızlaştı, zayıfladı, ama hep devam etti.
Burada günümüzle mukayese ettiğimizde; bu Anti- Kürt Nizam; 2003 yılına kadar ki II. Körfez Savaş’ına kadar devam etti. O tarihten sonra, 1920’den beri uluslararası arenada oluşan “Anti-Kürt Nizam” çatırdamaya başladı. 8 Haziran 2014’te DAİŞ’in Musul’u alması ve Kürtlerin 2060 km.’lik uzunluktaki alanda karasal alanda, mücadele eden Kürtlerin, siyasal meşruiyeti de Yakın Doğu’da kendini ortaya çıkarıyordu. Ancak burada da Kürtlerin Ulusal Birliği’nin oluşamadığı ve parçalı halinin devam ettiği bir dezavantajı yaşıyoruz, tıpkı 1927-1930’da olduğu gibi.
Şimdi tekrar Ağrı Direnişi dönemine döndüğümüzde, bir başka durum ile de karşılaşırız ki; 1929’da Ağrı’da Direniş en parlak döneminde iken, Türk, İran ve Sovyet ilişkilerinin sınır hattında sıklaştığını görürüz. Eş zamanlı olarak otonom Kızıl Kürdistan tasfiye oluyor.
AĞRI KÜRT DİRENİŞİ VE KURDİSTANA SOR’UN TASFİYESİNİN
AYNI DÖNEME DENK GELMESİ TESADÜFÎ DEĞİLDİR!
Ağrı Kürt Direnişini tasfiye eden olgu, Dünya’da oluşan Anti-Kürt nizamdır. Bu olgu Kızıl Kürdistan’ın da tefsiye edilmesine vardırılır.
Bu Anti-Kürt nizam, Koçgiri, Şêyh Mahmudê Berzenci, Şêx Said, Ağrı Kürt Direnişi ve Dersim Alevi Kürt soykırımı, Mehebat Kürt Cumhuriyetinin tasfiyesi vs. olaylarında da görülen bir durumdur.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi, 1920’de “Bakü Doğu Halkları Kurultayı” gerçekleştirdiğinde; Komünistlerin kendisini “Kafkasların Lenin’i” olarak tanımladığı Stefan Şahumyan, kurultayın divanındadır. Ermeni jenosidini gerçekleştiren İttihatçılardan Salih Zeki, Enver Paşa ve benzerleri de “anti-emperyalist ve halkların dostu” olarak kurultaya delege olarak alınmışlardır. Ancak Kurultay’da bulunanlara, “1.5 milyon Ermeni neden yok edildi?”, “Pontus’lular neden yok edildi?”, “Ege’de Rumlar neden taciz edilip sürüldü?”, “Koçgiri’de olanlar neyin nesi idi?” diye gündeme gelmemiştir. Doğu’da Kürt, Ermeni, Asur, vs. halklarının ve haklarının neler olduğu, uğradıkları mağdur durumun vs. esaslı sorunlar gündeme alınmamış ve sohbeti bile edilmemiştir.
Ancak, Sovyet Yönetimi tüm olanları biliyordu. Ermeni, Pontus, Kürt halkının yaşadığı alan ve halklar, Çarlık Rusya’sının savaş alanıydı. Bu halkların burada yerleşik halk olarak bulunduğu, İttihat ve Terakki ile devamı olan Kemalistler tarafından yok edildiklerini bilmemeleri de inandırıcı olmazdı, olamazdı.
Sovyet Devrimi de İşçi, köylü, Çarlık Ordusu’ndan Bolşeviklere iltihak eden toplumsal kesimlerin SBKP’ye verdikleri destek üzerinden gerçekleşen bir devrim idi. SBKP’nin pek çok kadrosu Çarlık Ordusu’ndan çalışmış ve oradan devşirilmişti. Bunların Yakın Doğu halklarının yaşadıklarından habersiz olmaları mümkün değildi. Ama Lenin ve Stalin ya da dönemin Komünist liderleri bu halklara yapılan mezalimi görmek istemediği gibi, Jön Türk, yani İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ve onların devamı olan Kemalistleri “ulusal kurtuluşçu”, “anti-emperyalist”, “proleter devrimin yedeğindeki güç”, “Müslüman milletlerin milli Kurtuluş mücadelesine örnek ve önder” lider/liderler olarak gösteriyordu.
Ancak burada, görmemiz gereken şu ki, Xoybûn’dan Ağrı Direnişine yansıyan, İhsan Nuri Paşa’nın önderliği ile Kürt ulusal mücadelesinin amaçlarına, Ermeni aydınlarının da geçmiş tüm yaşananlara rağmen gösterdikleri dostluk elidir, karşılıklı yüzleşmeleridir. Bu uyum, Kürdistan’ın bağımsızlığı, Ermeni dostluğunun pratik ve diplomatik alanda tezahür edilmeye çalışılmasıdır.
Xoybûn’u destekleyen Taşnak ve diğer Ermenilerin danışma düzeyindeki destek ve dostluklarını bahane eden Sovyetler, kuruluşundan itibaren Kürt dostu olmayan politikaları ile bu ittifakı bahane ederek Kemalistler ile daha sıkı bir ittifak geliştirdiler. Bu ittifak, Ağrı Direnişi ile beraber, Kürdistan’a Sor’un da tasfiyesini getirecek kadar ileri taşınmıştır.
Sovyetlerin, Ermeni ve Kürt politikası, onun ilkelerinden ziyade pragmatik, faydacı bir siyaset ile halkların sorununa yaklaştığını görürüz. Bu faydacı-pragmatik siyaset, İngiliz ve Sovyetler arasında karşılıklı destekleri ile “Tampon Hatta” oluşan Türkiye, İran, Afganistan ve Çin’in Çan Kay Şek iktidarlı devletleri Faşist iktidarlar olarak şekillendi. Ancak bu durum kendisine “sosyalist” diyenler tarafından görülmedi, görenler de görmezlikten geldi. Bu durum Türk Solu’nu, Kemalist devleti “itibarlı” ve kendilerinin itildiği liman olarak kaldı ve “Modern Türkiye”nin, “Eşkıya Kürtler”i ezmelerini destekleyen bir utanç duyulası, kahrolası bir duruşa şuursuzca sürüklendiler, aşamadılar ve bir iki istisna dışında halen oradalar..
Xoybûn, bağımsızlık programına sahip olmasına rağmen, İran devleti ve halkı ile dostluk prensibini programında bile belirtmiş bir örgüttür. Bunda, Güney’de Şeyh Mahmudê Berzenci’nin, Doğu’da ise Simkoyê Şikaki’nin Türk devleti ile girdiği “dostluk” ilişkilerinin etkisi vardı.
Yani Kürdistan’ın parçalanmışlığı sorunu bugün nasıl yansıyorsa, o gün de Xoybûn’un siyasetine farklı parçaların, parçacılığının Kürt ulusal hareketine nasıl yansıdığını görüyorsak, bugün de görüyoruz. Bu nedenle o gün de Kürt ulusal birliği zedeleniyor, birlik olunamıyordu, bu gün de!
Sovyetlerin, hiçbir dönem Kürtlerle ilişkisi sıcak olmadı. Ağrı direnişinde de Sovyet yetkililerine yardım elini uzatmaları için direnişteki yetkililer mektuplar yolladı. Ancak karşılıksız kaldı. Ama bu, esasta Kürt Solu’na da gerekli dersi çıkarttıramıyordu. Zira Ağrı Direnişi döneminde, Hraçya Koçar Kapriyelyan’ın kaleme aldığı “Özlem (Garod)” kitabında, bir köylünün şahsında Sovyet bürokrasisini eleştirdiği, Kürt ve Ermeni ilişkilerindeki sıcak ilişkileri hatırlatmak istediği kitabında, sınırların Kürt ve Ermeni halkına nasıl kapatıldığını eleştirir, trajik bir hal olarak anlatır.
AĞRI DİRENİŞİNDE TKP VE EGEMEN ÜLKELERDE MUHALEFET VAR MIYDI, VARSA NE TUTUM GELİŞTİRDİLER?
Ağrı ve diğer Kürt varlık direnişinde, yaşanan soykırımlarda Türk ve Türkiye Solu’nun, Türk devletinin siyasetine paralel bir hat izlediğini görmekteyiz. Sosyalist ülkelere bağlı olan, sorunlara gözlemci ve içten değil, üstten ve düşünsel üretimden uzak, kopyacı bir zihniyet ile bakan pragmatist bir sol siyasetin olduğunu görmekteyiz. Tamamı, 1970’lere kadar; “Türk devletinin modernleşme siyasetine karşı kalkışan, gerici, irticacı hareketlerdir. Bastırılsın ve bastırılması doğrudur!” demiştir.
Bu ezberi ilk bozan İki Çorumludur. Biri İsmail Beşikci’dir. Diğeri TKP/ML- TİKKO’nun kurcusu ve lideri İbrahim Kaypakkaya’dır.
1970’ten sonraki radikal Türkiye Solu’nun, Kürdistan-i hareketten de etkilenerek; “Ulusların Kendi Kaderlerini Belirleme Hakkı, Marksizm’in bir ilkesi olarak Kürtlerin devlet Kurma hakkı dahil, kendi geleceklerini belirleme hakları vardır” denildi ve bu tespit yeterince içselleşmeden genel bir kabul gördü. Ancak bugün görmekteyiz ki, bu söylemin de pek içselleştirilemediği, Türk milliyetçiliğinin etkilerinin ağır olduğu ortaya çıkmış ve bu tespitlerinden çoğunun vazgeçerek, “Biz Türkiyelileşmeyi esas alıyoruz. Bölücü değiliz. Kürt devleti istemeyiz.” diyerek “Yön” çizgisinde, Doğan Avcıoğlu Solculuğuna rucü ettiler.
Bugün zayıf ve cılız yapısına rağmen, Türk solunun ezici çoğunluğu, tıpkı Müslümanların “ümmet kardeşliği” gibi, “Halkların kardeşliği” ile Kürdistan’ın özgürlüğünü ve bağımsızlığını “gereksiz” görerek, ötelemeye çalışmaktadırlar.
Bu arada, İslamcı kesimler de Türk milliyetçi ve ümmetçi çizgideki istikameti esasta aşamamıştır. Bu nedenle Kürtlerin özgürlüğü, halkların dostluğunu ve eşitliğini esas alan, dini siyasetin dışında tutan bir yerde olması ile başarıya uzanabilir.
Bugün de Türk solu, liberal ve kendine “aydınım” diyen tüm kesimleri, öncesindeki PKK’nin, devletleşme programına karşı dururken, “Devletleşmeme ve Türkiyelileşme” programına ise dallama atlamaktadırlar. Bu atlamaları da aydın tutumu ile bağdaştırmak doğru değildir. Tamamen Kürtleri; Türki ve Türkiye’yi merkeze çekmeye çalışan ”Türkiyelileşme” politikalarının arzusunda olup, halkların eşitlik ve özgürlüğünü esas almaktan uzaktırlar.
Bugün Kürt sorununu Ankara’nın dışında gören Türk aydın ve solcusunun sayısı, bir elin parmaklarını geçememektedir. Bunun böyle olmasının aksine, Türk aydınları, Kürt hareketini Ankara merkezli çözümlere (ki ben buna çözümsüzlüğe uğratma uğraşısı olarak görüyorum) çekiyorlar. Bu Kürt ulusal mücadelesinin uluslararası arenaya çekilmesi ve milletler ailesine bağımsız ve ferdi olarak üye olmasını zorlaştıran, engelleyen bir durumdadırlar.
AĞRI DİRENİŞİNDE, TÜRK DEVLETİNİN KULLANDIĞI SİLAHLAR VE
KARŞI KONUŞLANMADAKİ EŞİTSİZLİKTEN, KÜRTLER NE DERSLER ÇIKARDI?
Türk, Sovyet, İran ilişkilerinin sıklaşması ve devletlerin diplomatik bağlantıları ve tavizleri neticesinde, İran ve Sovyet sınırı Kürtlerin oralardaki Kürtlerden destek almasını önlemişti. Kürtlerin buradan lojistik destek alarak karşı politika ve pratikte bulunmasını tıkamıştı. Van, Erzurum, Muş, Dersim tarafından gelebilecek destek, Türk devletinin aldığı tedbirler sonucu kesilmişti.
Devletin, Van gölü ve Van üzerinden saldırısını güçlendirmesine karşı tedbirler de yeterli olmaktan uzaktı.
Kürt direnişçilerinin Ağrı eteklerine doğru itilmesi, devletin asil taktiği idi. Kürt direnişçilerinin ise dağa doğru çekilmekten başka çareleri kalmamıştı.
Direnişçiler ve birlikteki ailelerin sayısı 2.000- 2500 civarında idi.
Doğu Bazid’teki hava alanında bulunan uçaklar 5 bin metre yükseklikte uçuyor ve halkın yaşadığı, barındığı alanlara, yoğun bomba yağdırıyordu. Buna karşı direnişçilerdeki silahlarla bu bombardımanı önleyecek mesafede karşı koyabilecek silahları yok idi.
Ağrı Direnişi’nde Türk devleti, 45 bin ile 60 bin arasında değişen bir askeri gücü vardı. Kürt Güçleri ise 1926 yılında başlarken 150 savaşçı kadardı. Bu sayı giderek arttı. En güçlü olduğu dönem İhsan Nuri Paşa’nın aşiretler ile yaptığı toplantılardan sonraki 1928-1929 yılları idi. Bu yıllarda Kürt özgürlük hareketi etkisini Kürdistan’a Sor’dan, Muş, Bitlis ve Diyarbakır’a kadar hissettiriyor ve yaygın olmazsa da savaşçıların katılımını sağlıyordu. Tüm verili genişlemesine rağmen, Kürt savaşçılarının gücü 2 bin- 3 bini geçememiştir.
Kürt savaşçılarına dışarıdan bir lojistik destek olmamıştır. Silahları, daha çok eski çarlık Rusya’sından ele geçirilen Mavzerler idi. Bir kısım silahları ise Türk karakollarına yaptıkları baskınlarda elde ettikleri silahlar ile sınırlı idi.
1926 ile 1930 yılları arasında Kürt güçlerinin, Türk silahlı güçlerinden elde ettiği malzeme ve esir toplamı şöyledir…
2 bin esir. 60 mitralyöz, 24 top, sayısı belirlenmeyecek kadar piyade silahı ve iki de düşürdüğü uçak olmuştur. Uçaklar savaş uçağı değil, Türk devletinin daha ziyade İngilizlerden elde ettikleri, tarımın ilaçlanmasında kullanılan uçaklar idi. Devlet bunları savaşta kitlelerin üzerine bomba atmakta kullanırdı.
Xoybûn, Rojava Kürdistan’ından 100-200 kişilik bir Kürt birliğini göndermek için teşebbüs etti. Ancak bu güç, Mardin- Midyat’tan yukarıya çıkacak imkanı bulamadı.
Doğu Kürdistan’a geçmek isteyen direnişçiler, 2.500 kadar nüfusu ile adeta bedenlerini kurşunlara vererek, Türk ve İran askerlerinin ateşi arasında ne kadarını kurtarabildilerse durumunda kaldılar. Sınırda geçmeye girişenlerin nerede ise yarısı Türk ve İran sömürgecileri tarafından yoğun otomotik silahlı ateşe tabi tutularak toplu şekilde öldürüldü.
Doğu Kürdistanlılar, parçalanmış ülkelerinden, parçalanmış direnişçi akrabalarını çok sıcak karşılayıp kurtarmaya çalıştılar. Ancak İran devleti yardım etmelerine fırsat vermiyor onları da katletmek ile yüz yüze bırakıyordu.
Keskoyiler başta olmak üzere, Cewo ailesi gibi sömürgeci ve soykırımcı devletin Kürtlerin içinde yarattıkları işbirlikçiler de Kürtlerin mücadelesini içten parçalıyor, devlete yardımcı oluyorlardı. Bu da hem moral bozucu, hem de güç olarak bölen bir durum olduğunu görmemizi gerektirir.
Türk ordusu, Kürtlerin insanı ve esirlere karşı tutunduğu tutumu bile, Genel Kurmay amansız kullanıyor ve esirleri gözden çıkarıyor, onlarla birlikte imha ediyordu.
AĞRI DİRENİŞİNDE, DİRENİŞÇİ VE LİDERLERİN AKIBETİ ADANA’DA YARGILANANLAR.
Ağrı’da yakalanarak öldürülmeyen 750’ye yakın savaşçı Adana’ya götürülmek üzere yola koyuldu. Bir kısmı yolda işkence ve açlıkla terbiye edildi, can verdi. Büyük bir kısmı Ağrı Dağı’nın soğuk havasına alışmış, Adana’nın sıcağına alışmayan ağır tutsaklık ve işkence altındaki halleriyle Tifoya yakalanıp öldü, bir kısmı ise zehirli iğnelerle öldürüldü.
Adana Mahkemesi 22 Mayıs 1932 tarihinde Ağrı direnişine katılanlara karşı açılan davanın sonucunu açıkladı. Bu kararlara göre; 31 kişi idam edilerek öldürüldü. 58 kişi ise değişik süreli hapis cezalarına çarptırıldı. Az kalan küçük bir kısmı ise Türkiye’nin Ege bölgesine değişik yerlerine sürgün edildi. Onlardan Ağrı’ya sağ dönebilen insan nerede ise bir elin parmak sayısını geçmezdi. Hapis cezasına çarptırılanların da çoğu cezaevlerinde yaşamlarından oldu.
Lider Savaşçılardan İhsan Nuri Paşa: İran’a geçer, Tahran’da gözaltında tutulur. Bir dönem Doğu Kürdistan’ın Urmiye şehrinde kalır. 1947’de Mehabat Kürt Cumhuriyeti öncesinde yine Tahran’a sürgün edilir. Orada 1972 yılında sokakta şaibeli bir motorsikletin çarpması sonucu yaşamını yitirtir. Yaşar (Çerkez) hanım İhsan Nuri Paşa’nın ölümünden sonra, Urumiye’ye yerleşir. Mela Mustafa Barzani, yeğeni Dilşad Barzani’yi ona bakması için görevlendirir. O da İhsan Nuri Paşa’nın ölümünden kısa bir süre sonra yaşamını yittirir.
Broyê Heskê Teli (Celalı): Türkiye’ye teslim olmadı. İran’a geçti. Türk İran sınırında eylemlerini devam ettirdi. İran ve Türkiye kendisini öldürmek için büyük paralar ortaya koydu. Sonuçta İran’ın azmettirmesi ile Doğu Kürdistan’da Kürdlerin eliyle Broyê Heskê Teli katledildi. Onun da katledilişi daha çok tartışılacağa benzer..
Reşoyê Silo (Bekiri): Reşo medrese eğitimi almış, Kürt milliyetçiliğine inanmış biri idi. Karakol baskınlarından isimi duyulan bir savaşçı idi. Direnişin dağılmasından sonra Zilan Deresi ile İran arasındaki dağlarda hanımı Zeynê ile birlikte bir sene kadar yaşadı. Gerilla tarzı eylemler de gerçekleştirip mücadeleyi sürdürdü. Muradiye Erciş arasında bir mağarada barınıyordu. Ekmek bulmak için akrabalarına giderken köylülerin kurduğu pusuya düştü. Yakalandı. Eşi ile birlikte önce kurşuna dizildi, sonra da kafaları kesilerek halka ve Bekiri aşiretine teşhir edildi.
Şeyh Abdulkadir: İran’a geçer, Tebriz’de uzun yıllar gözaltında tutulur. İkinci dünya savaşından sonra Sovyetler orayı işgal edince, temsilci olarak atar. Orada ölür.
Ardêşir Muradyan: Ardêşir Muradyan ve yanındaki dört direnişçi Ermenistan’a geçti. Sovyet devleti tarafından öldürülerek kaybettirildi.
Şeyh Zahir: Tuzluca’da tuz müdürü idi, Aydın bir insandı. Şeyh Said Direnişine katılmadığı için kendisini pek suçlarmış. Ağrı direnişi başlayınca, o da katılmış. İran’a geçerken çıkan bir çatışmada yaşamını yitirir. Eliyê Evdirehmanê Mamedov’un “Şer li çîya” romanı, Şeyh Zahîri konu edinir.
Usivê Evdal: İran tarafından ilk öldürülen direnişçi önderlerdendir.
Nadir Bey ve Mehmet Bey(Heyderi): İran’a geçerler. Orada uzun yıllar sürgünde kalırlar. 1938’de çıkan af’tan sonra Türkiye’ye gelirler.
Ferzendeyê Silêmanê Ehmed (Hesenani): Silahını vermek istemediği ve çatıştığı için İran devleti kendisini yakalar ve zindanda öldürür. Ferzendeyê Silêmanê Ehmed, Doğu Kürdistan’da hapishanede elleri kelepçeli, ayaklarına demir bağlanır. Ama o kendini değil, arkadaşlarını ve Zilan’da yapılan katliamı düşünür. Zindanda öldürülmeden önce söylediği aşağıdaki ağıttaki dörtlük Ağrı direnişindeki halkın mutluluğunu, kuşatılmışlığını, liderlerinin akıbetini, halkın nasıl katledildiğini özetleyen bir strandır.
…….
Hawar Dîdeme xweş Dîdeme
Hesp diçêrî canî li cem e
Xwesî rûniştîye bûk li cem e
Axa rûniştine her yekî şaîreki xwe li cem e
Alîyekî me Rusya ye, yek Turkîya ye, yek Ecem e
Îro disa di Gelîyê Zîlan de zav û zêçê me, erz û eyalê me
Dewleta recal, hemî kûştine û dane ser hev lem e lem e…
Türkçesi:
Didem’dir hoş Didem’dir(*).
At otluyor tayı yanındadır.
Kaynana oturmuş gelini yanındadır.
Ağalar oturmuş, her birinin ozanı yanındadır.
Bir yanımız Rusya, bir yanımız Türkiye, bir yanımız Acem’dir.
Bugün yine Zilan Vadisi’nde çağa çocuğumuz, kadın ve yaşlılarımızı,
Barbar devlet, tamamını öldürmüş ve cesetlerini lebe leb üst üste yığmış!(**)
Direnişte yer alıp tespit olunan diğer sağ kalanlar aileleriyle birlikte çoğu Ege’ye sürgün edilir. Sonraki yıllarda bır kısmı geri gelir. Bir kısmı ise Ege’de asimile olup erir.
*- Didem: Ağrı- Zilan bölgesinde Ferzende’nin komuta ettiği bir bölgenin ismidir.
**- 30 Haziran 1930 tarihinde, Cumhuriyet Gazetesindeki manşette; “ Askerlerimiz, Zeylan Deresi’nde ,15.000 Kürt eşkıyasını öldürüp cesetlerini lebe leb yığın halinde üst üste yığılmışlar” diye yazıyordu.
—–
AĞRI DİRENİŞİNDEN SONRA DEVLETİN TEMSİLİ “HAYALİ KÜRDİSTAN BURADA MEDFUNDUR” DEMESİ NE KADAR YERİNİ BULDU?
Türk devleti, Ağrı Direnişini bastırıp, Zilan Katliamı’yla Kürtlere gözdağı verir tarzda bir cezalandırmayı tatbik ettikten sonra, “bir daha Kürtlerin direnemeyeceğini” tassavur eder. Bunu da devletin resmi ideolojisine tercüman olan Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan ve Ağrı Dağına gömülen bir Kürdistan’ı işleyen karikatür ve üzerine yazılan “Hayali Kürdistan Burada Medfundur” ifadesinde görmek mümkündür. Bu hususta, İsmail Beşikci’nin “Hayali Kürdistan’ın Dirilişi” kitabında daha detaylı öğrenebiliriz
Hasan Hişyar Sêrdi, kitabında da uzun uzun bahis ettiği üzere; silahlarını İran’a teslim etmek istemeyenler, tekrar Kuzey Kürdistan’ın dağlarına döndüler. Ancak devletin köylere/köylülere ağır baskısı sonucu, direnişçilerin başlarına koyduğu çirkin parasal mükafatlar ile yılgın, bilinçsiz ve açgözlü geri yapıdaki köylü insanların ihbarlarına, pusularına maruz kaldılar. Tutunamadılar. Ya öldürüldüler ya da farklı ülke ya da bölgelere çekilerek varlıklarını sürdürdüler.
eçmeden, Seyidan Aşireti liderlerinden Seyidxanê Ker, ya da Seyidxanê Kal ile Berazan aşiretinden Elican’ın ayrı ayrı oluşturduğu ve sonra birleştirdiği 50-60 kişilik Kürt Süvari güçleri, Kürdistan’ın farklı bölgelerinde atlı gerilla tarzı baskınlar gerçekleştirmeye başladılar. Bu gerilla tarzı baskınlar, o kadar etkili oldu ki, İsmet İnönü 1934 yılında yazdığı “Kürt Raporu”nda bu birlikten şöyle söz eder. “Seyidhan ile Elican Çetesi her gün bir karakolumuzu basmakta ve bölgede nereden çıktıkları, nerede kayboldukları bilinmez bir tarzda hareket etmekte ve amanımızı kesmektedirler. Behemehal bu çetenin imha edilmesi gerekmektedir” der. Sonra’da Seyidhan ile Elcan’ın başına koydukları büyük paralar neticesinde Seyidxan’a kurulan bir pusuda Mardin’in Sultan Şehmus yakınlarında vurulur, yaralı hali ile çatışarak kurtulur. Ancak Ömerli-Mardin arasında kan kaybından ölür. Alican ise bir çatışma alanında basit bir dikkatsizlikten pusuya düşerek öldürülür. Ama mücadele hiç durmaz. Geriler, durulur ve yer yer devam eder. 1960’tan sonra, özellikle 1958’de Abdulkerim Qasım’ın darbe ile iktidara gelmesi ile Mela Mustafa Barzani arasında, Sovyetlerin teşviki ile başlayan “otonomi görüşmeleri” Kuzey Kürdistan’da da yankısını bulur. Zira bu süreç 1960’ta Türkiye’de darbeye vesile olur. Ancak bugün, Kürdistanda Kürdistanlılar devletleşme ve özgürlük sürecini yaşıyorlar. Artık, Kürdistan bayrağı Çankaya’daki protokolde görünür oldu. Artık Kürdistan’ın varlığı inkar edilmez ve Dünya siyasetinde herkesin siyasi masasında en aktüel bir konu olarak canlılığını sergilemektedir. .
.AĞRI DİRENİŞİNİN YENİLGİSİNDEKİ ETMENLER NELERDİR. BUNU GİDERMEK İÇİN KÜRTLER NE TÜR DERSLER ÇIKARDI?
1806- 1856 Beyliklerin tasfiye edilişine karşı direnişler
1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Direnişi
1916- 1930 Şeyh Mahmudê Berzenci
1919- 1922’de Koçgiri
1924-1925 Azadi, Beytuşebab, Darahênê, Piran , Amed Kürt Direnişi
1926-1931 Agırî Direnişi
1945-1947 Mehabat Direnişi
1913- 2015 Behdinan, Soran Direnişi
1960- 1984 Kuzey Kürdistanda Kürt siyasal mücadelesi,
1984-2015 Kürt Direnişi
Ve Şimdiki Kürt hareketinin tüm gelişmişliğine rağmen, bağımsızlık ve özgürlüğüne erişmeye bu kadar yaklaşmışlığı göz önünde tutuğumuzda, Kürtler yaşanan mücadelede yeterli dersleri çıkardığı kanaatinde değilim. Aynı tarz hataları aşmadan, konjnktöre bağlı gelişiyorlar ve birleşip inisiyatif koyma yerine, halen ortak ulusal strateji ve asgari ortak değerlerde birleşme konusunda başarılı bir siyaset ortaya koymaktan yoksun duruyorlar. Ayaklarına gelmiş altın değerdeki siyasal zemini kullanamamaktadırlar.
Dolayısıyla Kürtler, gerek Xoybûn ve gerekse de Ağrı Direnişi’nin önemini, zaaflarını ve yaşananlardan yeterli dersi çıkaramadıkları kanaatini taşıyorum.
Bu nedenle tüm yaşananları yeniden ve daha incelikli geleceği algılamak için, tarih bilinci ile incelemek, anlamak önemlidir..
Ağrı Direnişi, Kürtlerin fedakârca direndiklerini, ancak dünyanın Kürtlere karşı devleti destekleyen siyasi konjonktör sonucu yenildiğini ortaya koyar. Diğer yenilgi nedenleri bu durum karşısında basit kalır diye düşünüyorum.
KAYNAKÇA
*- Baban, Botan, Soran Dr. Kaws Kaftan
*- 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Pêri Yayınları
*- 1924 Beytuşşebabp İsyanı ve Şeyh Said Ayaklanmasına Etkileri,Konmalş ist. .1994
*- İngiliz Türk Belgelerinde Botan Direnişleri, Med yayınları.
*- Dersim Direnişleri M. Kalman .Nujen Yayınları yayınları.
*- Ağrı Dağı İsyanı, İhsan Nuri Paşa.Med yayınları.
*- Görüş ve Anılarım, Hasan Hişyar Serdi, Med Yayınları
*- Ağrı Kürt Direnisi ve Zilan Katliamı , Sedat Ulugana. Pêri Yayınları
*- Doza Kurdistan, Kadri Cemil Paşa, Doza Kurdistan
*- Ağrı Direnişi ve Xoybûn Örgütü, Rohat Alakom, Avesta Yayınları
*- Kürt Davası ve Xoybûn, Prens Sürreya Bedirxan,.Med yayınları.
*- Ağrı Eteklerindeki Ateş.. Emin Karaca, Alan Yayınları
*- Hamidiye Alayları, Ağrı Kürt Direnişi ve Zilan Katliamı, Kemal Suphandağ, Pêrî Yayınları
*- Kürt Diplomasisi, Faik Bulut, Evrensel Yayınları,
*- Kurdistana Sor, Hêjarê Şamil, Pêrî, Yayınları
*- Kürt Ulusal Hrketleri ve 15, yy.dan Gnmze Ermeni Kürt ilişkileri, Garo Sasuni, Med Yayınları
*- Yeni ve Yakın Çağda Kürt Siyaset Tarihi, SSCB Bil. Akademisi. Kürt Kom. Pêri Yayınları
*- Hayali Kurdistan’ın Dirilişi, . İsmail Beşikci Vakfı Yayınları.
*- Şer Li Çîya, Eli Evdirehman Mamedov, Pêrî Yayınları
*- Kızıl Kürdistan, Hejarê Şamil, Pêrî Yayınları
*_ Özlem (Garod), Hraçya Koçari Kapliyelyan, Nûjen yayınları

Ahmet ÖNAL
AĞRI DİRENİŞİ ÖNCESİNDE KÜRT HAREKETLERİ VE ŞEKİLLENİŞİ
Konuya başlarken literatüre giren bir kavrama değinerek başlamak istiyorum. Süleyman Demirel 1991’de 1984 Atılımı için “29. Kürt İsyanı” tanımını yapmıştı. Bu yanlıştır. Çünkü tüm Kürt hareketleri birbirlerinin devamı ve geçişken bir özelliktedirler, kadrosal, tarihsel ve siyasal olarak sürekli ve bir biçimde birbirleri ile ilişkileri vardır. Bunu, bir halkın- milletin tarihsel mücadelesi olarak incelemek, bakmak doğru olanıdır.
Ayrıca, bu “29” rakamına şöyle bir anlam biçilmektedir. “Siz 28 defa baş kaldırdınız, yenildiniz. 29’unda da yenileceksiniz!” denmek isteniyor. Bu açıdan sömürgeci soykırımcı devletin söyledikleri sözcükleri hemen literatürümüze almamız, kavramlarımızı kirletir. Bundan sakınmak doğru olur.
Ağrı direnişi öncesindeki Kürt ulusal hareketlerini ele alırken, Kürtlerin ulusal nitelikli hareketlerinin doğuşundan itibaren ele almak sanırım yanlış olmayacaktır.
Ulusal talepli düşüncelerin, ilk kez bu gün mezarı Agırî’nin Bazid ilçesinde bulunan Ahmedê Xanî’nin 1695 tarihinde yazdığı “Mem û Zin” eserinde görmek mümkündür. Ancak bu metindeki talepler düşün düzeyinde kalmış, fiili bir eyleme geçmemiştir. Düşünce olarak daha net, ileride Xoybûn’un Merkez Komitesinde yer alan Mir Ali Bedirxan’ın çocukları Sürreya, Celadet ve Kamüran Bedirxan’ların özel hocaları olan Hecî Qadirê Koyî ’nin (1816–1897) şiirsel edebiyatında daha net görürüz. Bu tarz ulusal eylemliliklere 19. Yüzyılın başlangıcı ile birlikte rastlarız.
Bunlar içinde ilk fiili milli eylem Baban Beyi Mir Abdurahman Paşa tarafından gerçekleşir.
Çünkü 1800 yıllarından itibaren Kürt hareketleri anti işgalci ve kendini yönetme istemini fiili olarak açığa çıkarmıştır.
Çünkü Osmanlı Devleti, 1700’lerde Avrupa’da kapitalizm ile yüzleşmesinin ardında, duraksaması ve gerileme sürecine girmesi ile Yakın Doğu ve Orta Doğu’da elindeki alanları kaybedeceği kaygısıyla, hakimiyetindeki beylikleri tasfiye etmeye başladı. İlk olarak Kürt Beylikleri içinde Baban Beyliği’ne saldırdı. Baban Beyliği, bu tasfiyeye karşı direnmeye koyuldu. 1806 yılında Baban Beyi Abdurrahman Paşa, Sancakkoy’de Osmanlı valisini kaçırması ve Osmanlı Devletine; “Elinizi Baban’dan çekiniz. Baban’da çıkmazsanız valinizi infaz ederim.” demesi ile savaş farklı bir boyut kazandı.
Osmanlının adım atmaması üzerine, Baban Emiri Abdurahman Paşa, Osmanlı Valisini infaz etti. Tabı bu savaş sonrasında Baban Beyliği’nin direnişi bölgesel kaldı, yenildi. Ama Baban’da o direniş geleneği hep sürdü.
Babanlar, 1806’da önce, bugünkü Süleymaniye ilinin civarında Osmanlı devletinin sınırları içinde özerk hatta kendini yöneten bir beylik idi. Sonra tasfiye edildi.
Şêx Rıza Talabani, 1830’larda yazdığı bir şiirinde Babanlarla ilgili şöyle der:
“Li bîrim tê Silêmanî, Darul milkê Baban bû.
Ne suxrekêşî Ali Osmanî, ne koleyê Ecem bû” der.
Şiirin Türkçesi;
“Süleymaniye’yi hatırlıyorum, Babanların yurdu ve mülkü idi.
Ne Osmanlı Devletinin hizmetçisi, ne de Acemlerin kölesi idi! ” der. Burada not düşmek gerekir ki; özerklikler hep bir merkeze bağlıdır. Bu vesile ile belki şiirde yarı eksik bir durum olabilir.
SORAN BEYLİĞİ, BOTAN BEYLİĞİ, MÜKÜS BEYLİĞİ, HAKKARİ BEYLİĞİ
Osmanlı Devleti, 1834’te ise Rewanduz’daki Soran Beyliğini tasfiye etmeye koyuldu. Ardında 1846-1856 yıllarında Botan, daha sonra ise Müküs ve Hakkarı Beyliklerini tasfiye etti.
Bu konu ile ilgili Nûjen Yayınlarında çıkardığımız, Dr. Kaw Kaftan’ın; “Baban, Botan, Soran” kitabına ya da “Yakın ve Yeni Çağda Kürt Siyaset Tarihi” kitaplarına bakarak, daha geniş ön bilgiler almanız mümkündür. Detay Araştırmalar yapmak isteyenler için her beyliğe ait araştırma kitapları da mevcuttur.
Beyliklerin tasfiye edilmesi ile geçmişte Beyliklerin denetiminde olan dini ulema sınıfının, özelikle Şeyhlik Kurumu öne çıktı.
Beyliklerin tasfiye sürecinde, Osmanlı devleti de, Beyliklere karşı Şeyhlerin gelişmesini istiyor ve gelişmelerine yol veriyordu.
Şeyhlik kurumu, 19. yüzyılın ortalarından itibaren, Kürt Beyliklerinin tasfiye edilmesinden sonra, Şeyhlik kurumu Nakşibendilik, Kadirilik vb. tarikatlar çevresinde örgütlülük kazanıyordu. Bu durum İslamiyetin yanında giderek Kürt ulusal kimliğine, mücadelesine eviriliyor ve buluşuyordu.
Bu gelişme, sonuçta 1878- 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Hareketi’ni yarattı. İran ve Osmanlı parçasına yayılan bu Kürt direnişi, ilk bağımsızlığı hedefleyen ve 1639’da Kasr-i Şirin Antlaşması ile ikiye bölünen Kürdistan’ı birleştirme talebiyle ortaya çıkan bir hareket idi. Bu hareket de yenilgi aldı.
Bu konuda, Prof. Dr. Celilê Celil’in “1880, Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Hareketi” kitabı ve diğer eserlerine bakmak önemlidir.
Bu hareketlerin yenilgisinden sonra, Osmanlı Devleti biraz da Kürt hareketlerini kontrol etmek için ve Kürt enerjisini almak gayesi ile eski beylik ve şeylik kurumunun dışında yeni bir örgütlenmeye gitti. Daha alt düzeyde Sünni Kürt aşiretlerinden ve eskiden Osmanlı Devletine karşı bir direnişe bulaşmayan aşiretlerden, II. Abdulhamid, kendi adına Aşiret Mekteplerinde Alıp yetiştirdiği Askerlerden “Hamidin Alayları” ya da “Hamidiye Alaylarını” kurdu.
Burada belirtmek gerekir ki, Hamidiye Alaylarına, Alevi Kürtler ve Ermeniler de girmek için müracaat etmişti. Ancak, onların başvuruları kabul edilmedi. Güney Kürdistan’da başta Barzani Ailesi ve diğer aşiretler başvurmadığı gibi, katılım için yapılacak teklifi kabul de etmeyeceklerdi. Çünkü oradaki Aşiretlerin Osmanlı devleti nazarında sicilleri “kirli” idi.
Hamidiye Alayları’na müracaat edip, kabul edilen aşiretler, Urfa, Diyarbakır, Muş, Bitlis, Erzurum, Ağrı hattındaki büyük olmayan Küçük çaplı Sünni aşiretlerden seçilmişti. Dersim Pülümür’de aslen Türkmen olan, ancak yerleştirilen Haydar Bey ve Koçgiri’de herhangi bir hareketin içinde yer almayan ancak Hamidiye Beraatı bulunan Mustafa Bey’de sadece isim olarak da olsa yer almıştı.
Hamidiye Alayları, 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı Rus Savaşı’nda da yer aldı. 1894-1895 tarihlerindeki ilk Ermeni kırımında ve yanı sıra, Êzidi ve Alevi Kürtlere karşı da kullanıldı.
1891’den sonra kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin beş kurucular kurulundan ikisi Kürt idi. Bunlar: Abdullah Cevdet ve İshak Sukutî idi. Bunların amacı, çok kültürlü bir Osmanlı devletinde Kürtlerin varlığını, kültür ve dilleriyle birlikte yaşatmak idi.
Ancak, 1905’te Irkçı Turancı ve Uniter devlet ideolojisine sahip Ahmet Rıza ekibi İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ele geçirdi, çok kültürlülüğü savunanları tasfiye etti.
Bundan sonra daha ziyade kültürel hedefleri ağırlıkta olan, ama yer yer siyasi hedefleri de dillendiren Kürt örgüt ve bu Kürt örgütlerin yayın organı olan dergiler, gazeteler de çıkarılır oldu.
Kürt Teavûn ve Terakki Cemiyeti (19 Eylül 1908’), Seyh Abdulkadir ve Mir Emin Ali Bedirxan tarafından kuruldu. Bu örgüt kendi adında, yani Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti Gazetesi”ni çıkardı. Kendine bağlı eğitim ve siyasi faaliyet yürüten kulüpler kurdu. 1909’da, İttihat ve Terakki Cemiyeti bütün Kürt Kulüplerini kapattı.
Kürt Talebe Hêvi Cemiyeti, (1912), Ömer Cemilpaşa tarafından kuruldu. Roji Kurd, Hetavi Kurd dergilerini de bu cemiyet çıkarmıştı. Kendisinden sonra oluşan Kürt Teali Cemiyeti’nin kuruluşuna zemin hazırlamıştır. “Kürt Talebe Hêvi Cemiyeti ‘Beyannamesi” 1918’de Jîn Dergisi”nin 21. 22. sayılarında yayınlanmıştır.
Kürt Teali Cemiyeti (30 Aralık 1918), Ağırlıklı olarak İstanbul’daki Kürt aydınları arasında vücut bulmuştu. 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “Bağımsız Kürdistan’ı savunduğu” gerekçesiyle kapatılmıştır.
Kürt Teali Cemiyeti daha çok siyasete adapte idi. Örgütün iki kanadı vardı.
Başını Şeyh Ubeydullah’ın oğlu, Şeyh Seid Abdulkadir’ın çektiği kanat, Osmanlıya bağlı “Otonom Kürdistan’ı” arzuluyordu.
Başını Botan Mirinin oğlu, Celadet, Kamuran, Sürreya Bedirhan’ların babası Mir Ali Bedirxan’ın çektiği kanat, müstakil, yani “Bağımsız bir Kürdistan’ı” savunuyorlardı.
1908 ile 1920 arasında oluşan tüm Kürt örgütleri, ezici çoğunlukta geçmişte yenilgiye uğrayan, şu veya bu şekilde dede ve babaları siyasi arenada görülen Kürt eşraf çocuklarının çocukları idi.
Yani, Bey, Şeyh, aşiret mektebinde yetişenler ya da çocukları, Osmanlı ordusunda asker ya da memur ya da memur çocuklarının üye olduğunu görürüz.
Bu örgütlerin tamamı legal olan örgütler idi. Son olarak 1921 Anayasası’nın çıkışından sonra 1921-1922 yılında Kürt Teali Cemiyeti kapatıldı, yasaklandı.
Bu arada 1919-1922 tarihlerinde Koçgiri Hareketi’nin lideri Alişêr de İstanbul’da Kürt Teali Cemiyeti üyesi ve İmranlı Şubesi kurucusudur. Wilson Prensiplerine dayanarak, “Kürdistan’ın Bağımsız Devlet Kurma hakkının olduğu”nu savunarak, Mustafa Kemal’in Mezopotamya’ya geldiğinde tertiplediği Sivas ve Erzurum Kongrelerine iştirak etmeyerek, Bağımsız Kürdistani bir hareket oluşturmanın mücadelesine girişmiştir.
1916- 1930 yıllarında Şêyh Mahmudê Berzenci, Arap Mandalarına uygun kendisinin de Kürdistan’ın krallığı olarak devletleşmek istemiş, kendisinin bu statüde kabulünü önermiştir.
1925-1938 yılları arasında devam eden Sason ve Meleto Dağı’ndaki Serhildana Mala Elîyê Unis Qewmê Çîyê tarafından sürdürülen direniş,
1926’da Hozat’a karşı girişilen birkaç girişim ve nispi karşı koymalar görürüz.
Kürt Aydın ve Siyasi eliti, Kürt Teali Cemiyeti’nin kapatılmasından sonra, “Azadi Örgütü”nü Kurma hazırlıklarına girişir.
Azadi Örgütü’nün liderleri Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya Bey’in yakalanmasından sonra, 1924’te başını İhsan Nuri Paşa’nın çektiği -ki İhsan Nuri Paşa aynı zamanda 1927 ve 1930 tarihlerinde Ağrı Direnişine de önderlik yapan komutandır- Beytuşşebap direnişini gerçekleştirdiğini görürüz.
Ağrı Direnişinde Şêyh Said Direnişinde Yer alan Ferzendeyê Silêmanê Ehmed, İran’a geçmeyi başarmış ve Ağrı Direnişinde komutan olarak görürüz. Şeyh Said Direnişine katılan daha çok sayıda direnişçiyi Ağrı Direnişi’nde ve daha çok da 1928’den sonra varıp katıldıklarını öğreniyoruz.
Şimdi bu genel sunumdan sonra esas konumuza Ağrı Direnişi’ne gelelim.
AĞRI’NIN KISA TARİHÇESİ VE SOSYAL DURUMU
Osmanlı döneminde, günümüz Ağrı il sınırları içinde yer alan Bazid (Doğu Beyazid) sancak merkezi idi. Ağrı ise ufak bir yerleşim alanı ve ismi Şarbulak idi. Ermeniler buraya siyah taşlardan bir kilise yapınca, Karakilise olarak da anılır oldu. Bölgede, 1919’larda 15. Ordu komutanı Kazım Karabekir, Ağrı’nın ismindeki “Kilise”den rahatsız oldu, yerleşimin adını “Karaköse” olarak değiştirdi. 1927’ye kadar ilçe statüsünde olan Ağrı, Kürt Direniş bölgesi olmasından sonra il yapıldı. Araplar, bölgenin en yüksek dağına “Ağrı” dedikleri için, Türkçe’ye de Ağrı olarak geçti. Ermeniler, Ağrı Dağı’na “Masis” ya da “Ararat” der. Kürtler ateş kültündeki kutsallığa verdikleri değer ile dağın volkanik özelliğinden olsa gerek, “Agirî” der.
Ağrı Dağı ve eteklerinde birçok beylik kurulmuştur. Uzun yıllar Safevi egemenliğinde Ermeniler Beylik olarak yaşadı. 1514’te Çaldıran Savaşı’ndan sonra, Osmanlı İmparatorluğunun denetimine geçti. Bölge bazen Van’a, bazen Erzurum Beylerbeyliğine bağlandı. Osmanlı-İran, Osmanlı-Rus Savaşları’nda Ağrı sık sık el değiştirdi.
0. Dünya Savaşı’nda, Batı- Ermenistan topraklarının büyük bir kesimi, Çarlık Rusya’sının denetimine geçti. Ruslar, Ermenilere karşı ikili bir politika yürüttü. Bir tarafta Ermenilere “bağımsızlık” vaat ediyor, diğer yanda da bu doğrultuda hiçbir adım atmıyor ve hatta attırtmıyordu.
1917 Sovyet devrimi; Osmanlıları sevindirdi ve Türklere yaradı. Ermeniler bölgeye dair istem ve çalışmalar yaptıkça, Osmanlılar da tedbirler almaya başladı. Kâzım Karabekir’in 15. Kolordusu, Ermeni ve Kürtleri tepelemek üzere hazırlanmıştı. Buna takviye olarak Mustafa Kemal, İngiliz ve Padişah Vahdettin’in istemi doğrultusunda, 1919’da bölgeye gönderildi. Bu yolculuk Mustafa Kemal’i yenik Osmanlı devletinin kalan bakiyesinin mirasçısı yaptı. Sovyetlerin ve İngilizlerin ‘Türkiye, İran, Afganistan, Çin hattında İngilizler ile aralarına oluşturmak istedikleri “Tampon Devletler” siyaseti ile Kuzey – Güney hattında kendileri için “güvenlik devletleri” oluşturulmak istenen dizayna uygun olarak, Mustafa Kemal ile ilişkilenip desteklendi, devletleştirilmeye teşvik edildi.
İttihat ve Terakki’nin takipçileri olan Mustafa Kemal ve genç subay arkadaşları, Alman yenilgisini görerek, İngilizlerin hattına geçti. Sevr antlaşmasını bir tarafta kabul eder göründü, ama esasta boşa çıkarmak için Kafkasya’daki kargaşalıktan yararlanmaya çalıştılar. Türklerin saldırısı sonucu 1915’den sonra Ağrı ve civarında kurulan Ermeni Hükümeti istifa etmek durumunda kaldı. Ermeniler Ararat’ta ilan ettikleri bağımsızlıktan vazgeçer oldu. Bolşeviklerin iktidara gelişi ile Batı-Ermenistan Türk işgalinde, Doğu Ermenistan’ın ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin bir birimi olarak bırakıldı.
SSCB’nin, Doğu Ermenistan’ın oluşumu ve Kürdistan’a Sor (Kızıl Kürdistan)a özerkliğinin tanınması, ilkeli tutumundan dolayı değil, İngiliz, Fransız, hatta İran ve Türkiye’ye karşı, Kürt ve Ermeni kozlarını kimi siyasi ihtimaller üzerine elinde bulundurma gayesi ile idi. Zira Sovyetler, 1894-1895 ve 1915 Ermeni katliam ve soykırımlarını kabul etmiş değildir. Aynı şekilde, Sovyetler Birliği’nin Kürdistan’ın parçalanması, paylaşılması ve bölüşülmesinin altında imzası vardır. Kürt katliam ve jenosidine karşı da bigâne kalmış, hatta ekseriyet anti-kürt bir hatta, Türk devletinin yanında yer almaya çalışmıştır.
Cumhuriyet döneminde ve özellikle Şeyh Said Direnişinden sonra devletin sürgün politikasına duydukları tepki ile Ağrılılar; askere gitmiyor, devletin sürgünleri dayatmasıyla devlete güvenmiyordu.
Ağrı’da aşiret yapısı egemendi, aşiretlerin yarısı yarı yerleşik, yarısı ise göçebe idi. Göçer aşiretler, sınır tanımaz, silahlı, aşiret dayanışması güçlü, toplu hareket eder ve Kafkasya Kürdistan’ından Doğu Beyazıt’a, oradan Wan’a uzanan hareketli ve ilişkili bir yaşayışları vardı.
Aşiretler, devletle ilişkilerini daha ziyade alt düzeyde memurlarla yürütüyorlardı ve mümkün olduğu kadar devletle pek muhatap olmak istemiyorlardı. Ayrıca her aşiretin mutlaka bir askeri gücü vardı. Bu aşiretler tarihte, ya İran’dan ya da İslamiyet’in yayılmasından kaçıp Serhat’a doğru Ermeni platosuna doğru yayılarak bölgeye yerleşmişlerdi.
Devletin bölgeye okul, yol karakol vs. yapması refahı götürmek için değil, bölgede askeri hâkimiyet sağlamak ve kendi egemenliğine bağlamak için idi.
Sonraki yıllarda devletin Müslümanlaşan ve dinamik aşiret örgütlenmesine sahip olan bu aşiretler vasıtasıyla, Ruslara ve Ruslar ile ilişikte olmaya yakın olan Ermeniler üzerinde hâkimiyet kurmak için bu hazır aşiret örgütlenmesini kullanılmaya çalıştı.
1920’li yıllarda Kürt Şerif Paşa, Sevr’e sunduğu iki haritada; Erzurum, Erzincan, Ağrı, Kars ve Muş Ermenistan, bu şehirlerden güneye uzanan alanları ise Kürdistan olarak belirtmiş idi. Halen de bu bölgeler, Ermeni ve Kürtler arasındaki ülke ve sınır üzerine sohbetlerinde tartışma konusudur.
Klikya’dan başlamak üzere, Maraş, Malatya, Sivas, Erzincan, Dersim, Capakçur, Muş, Kars, Ararat’a varan hat bir Ermeni platosudur. 17-18 yüz yıldan sonra Kürtlerin yerleşmeye başlaması ile Ermeni-Kürt platosu durumuna geldi. 20. yüzyıldan sonra ise yaşanan soykırım ile buralar şimdi Ermenisiz bir plato haline getirilmiştir.
Daha öncesinde olduğu gibi, 1926-1930 yıllarında da, Ağrı’da Kürt sosyal yapısına egemen olan aşiretçiliktir. Bu aşiretler ağırlıklı olarak 1890’lı yıllardan 1908 tarihine kadar, Ağrı Direnişi’nde de yer alan çoğunluk aşiretler Hamidiye Alayları içinden de yer almıştı. Hamidiye Alayları’nın bir kısmı, özellikle geçmişte Kürt Teali Cemiyeti ile de irtibatı olmuş, Heyderanlı Kör Hüseyin Paşa gibi bazı şahsiyetler, Seyh Said Direnişi’ne karşı ilgili olmalarına rağmen, farklı nedenlerle katılmamıştır. Ağrı’daki aşiretlerin hepsinin akrabalık bağları, Kürdistan’ın parçalanmış haline rağmen Karabağ’daki Çiyayê Kurd (Kürt Dağı)’dan Van Gölü’ne, K’elbajar- Zengali’den, Xoy, Maku, Şıno’ya oradan Muş ovasına ve Kuzey Kürdistan’ın diğer alanlarında sıcak bağları ve ilişkileri vardır. Bunlar; Şedadi, Bıruki, Ademi, Zilani, Milani, Celali, Bekiri, Heyderi, Şemiki, Sipiki, Hesenani vs. aşiretleridir.
Bu aşiretler 1926’dan önce, Ağrı’da pek çok savaşta ortak hareket etmiş, şimdi üç devletin bünyesinde yaşamlarını sürdüren, Kürt ulusunun en dinamik, hareketli ve soğuk yaylaların ve göçebe yaşayışın hareketli Kürt kesimleri idi.
BEYTUŞŞEBAB (1924), PİRAN (1925)’DAN 1926-1931 AĞRI DİRENİŞİNE
Beytuşşebap (3 ve 4 Eylül 1924) ve Ağrı Direnişi (1927-1931)ne önderlik yapan İhsan Nuri Paşa ve arkadaşları milli bir örgütlenmenin, bilincin ve amacın içinde başkaldırdılar. 1919 ve 1924’de, Mustafa Kemal ve Kürt-Ermeni halkına düşman Kazım Karabekir hareketi, Kürt Müslüman kesimi yanına almak üzere, “Ermeni Meselesi”ni olduğundan fazla abartarak, “tehdit”imiş gibi yaydılar. Kürt-Ermeni çelişkisini olmadığı halde ve oranda abartıp, Serhat’taki Kürtlerin önemli bir kesimini kandırıp yanlarına almış, Kürt direnişini de bu yalan ile zayıflatmaya çalıştılar.
Bu arada, 1924 tarihi çok önemlidir. Bu tarihten önce Koçgiri Kürtleri dışındaki Kürtlerin ekseriyeti, Ermenilerin İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde inanıp, ilişkilerini “Kutsal İttifak” olarak adlandırdıkları misali, Kemalistlerin ortaya attığı “Ortak vatan” sloganına da Kürtler çoğunlukla ve esasta körleşmesine inanmışlardı.
Koçgiri hareketi başlarken, Mustafa Kemal, “Onların da diğer Kürtlerle birlikte olması için” bir “Nasihat Heyeti” oluşturur. (Bu Nasihat Heyeti bana, şimdinin Akil İnsanlar Heyeti’ni hatırlattı). “Nasihat Heyeti”nin Başkanı İse Bazıd’lı (Ağrı) Şefik Bey’dir. Şefik Bey, Alişêr’e varır ve şöyle der: “Kendim bir Kürdüm ve Kürdistan İstiklalinden yanayım. Bunun için hükümetle istişareler yaptık, şimdi de hükümetten selahiyet ile geldim. Biz Kürt başkan ve önderleriyle müzakere etmeye gelmiş bulunmaktayız. Bütün şartları hükümet adına kabul etmeye geldim.” derken, hükümet de Koçgiri’de katliam yapmak üzere tüm tedbirlerini almış bulunmakta idi. Aslında Koçgiri liderleri bu “Nasihat Heyeti”ne biraz da kanmış, tedbirlerini gevşetmişti. Ancak Koçgiri hareketi Celal Bayar’ın da itiraf ettiği üzere “büyük bir ezme hareketi” ile ve vahşice, “uzun ve titiz bir çaba ile bastırılmıştı.”
Aynı dönemde, Mustafa Kemal, Kürtler arasında; “Hilafete bağlı ve hatta ‘gavurun elinde tutsak olan halifenin kurtarılması” temasını işlerdi. Bu nedenle Alişêr; Mustafa Kemal’in “Hilafet Ordusu Müfettişi Umumisi” sıfatını uygun görürdü.
Ancak 1923 ve 1924 başından itibaren, Mustafa Kemal’ın, artık Kürtlere yumuşak sözler etmesinden eser kalmamıştı. İlk kez 4 Mart 1924’te “Kürt dili yasak” denmiş ve Kürtlere verilen sözler alenen yüzlerine çarpılmış ve onurlarıyla oynarcasına varlıkları inkâr edilmeye başlanmıştı.
Türkiye artık Wilson Prensipleri’ne uymayacağını, Sevr Anlaşması’nda Ermeni ve Kürtlere tanınması gereken “Otonom Ermenistan”, “Otonom Kürdistan” vs. tartışmaları ile İstanbul Hükümeti’nin azınlıklara tanıdığı hiçbir hakkı tanımayacağını, yine İstanbul Hükümeti’nin kabul ettiği “Ermenilere yapılan mezalim, katliam” tanımlamasını da alenen inkâr ediyordu.
Aynı dönemin anılarını yazan ve Osmanlı Ordusu’nun ardında tek ayakta kalmayı beceren 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir şöyle der; “Kürdistanı Ermenistan yapmak istiyorlar. Fakat Kürt kardeşlerimizi çiğnetmeyeceğiz’ diye bütün Kürtleri şerbetlemiştim.” diye anlatarak Kürtleri nasıl ‘şerbetleyerek’ kandırdığını övünerek aktarmaktadır.
Hasan Hişyar Serdi, “Görüş ve Anılarım” kitabında, İhsan Nuri Paşa’nın Şeyh Said Direniş’indeki örgütlenmede yer aldığını, bir toplantıda karşılaştığını anlatır. Ancak Şeyh Said Direnişi örgütlenme aşamasında iken, devletin provakatif girişimleri sonucu direnişi zorunlu olarak erken başlatmak durumunda kaldı. Şeyh Said hareketinden önce cereyan eden Beytuşşebap da öyle olmuştur.
Beytuşşebab Direnişi, İhsan Nuri Paşa, Rasim, Tewfiq, Xurşit, Ali Rızay Bey gibi subaylar ile birlikte kışlada bulunan 350 Kürt askerlerle yapılmış, 380 piyade silahı, 10 otomatik silah ve 800 kg buğday ve diğer yiyecekleri de beraberlerinde götürmüşlerdi. İhsan Nuri Paşa, Azadi örgütü ile irtibatlıdır. Zira İhsan Nuri Paşa, Azadi’nin lideri Cıbranlı Halit ile yakın akrabadır. Zaten İsmet İnönü’nün yazdığı ve Trabzon’da bulunan Atatürk’e iletilen mektubunda Beytuşşebab olayına dair; “Bu olay sıradan bir firari olay değildir. Van, Muş, Bitlis, Siirt illerini kapsar tarzda tertiplenen bir olaydır. Geniş tedbirlerin alınması zaruridir” der. Bu açıdan Şeyh Said olayına direk etki eden bir hareket olduğu açıktır.
İhsan Nuri Paşa’nın, 1924 yıllında yanlış anlaşılan bir şifreli mesaj neticesinde zamansız başlattığı Beytuşebbab hareketi ve ardında diğer taraflardan gelemeyen destek neticesinde, birkaç haftalık çatışmaların ardında, verilen 200 kişilik kayıp ile İhsan Nuri Paşa ve arkadaşları direnişi genişletemeyip sürdüremeyince alanı terk etmek durumunda kalmışlardır. İhsan Nuri Paşa ve yakın arkadaşları, önce Suriye’ye, oradan da Güney Kürdistan’a Şeyh Mahmudê Berzenci’ye sığınmışlardır. Şeyh Mahmudê Berzenci’nin Türk devleti ile olan ilişkilerini gözlemleyince, kendisinin İran’a geçmesine neden olmuştur. İran’da devlete karşı direniş içinde olan Sımkoyê Şıkakî’ye gitmek istemesine rağmen, Simko’nun da Türk devleti ile olan ilişkilerinden kaygılanarak, bu fikrinden vazgeçmiştir. Barınmak için, İran devlet yetkilileri ile de ilişkilere girer!
1925 Direnişi’nden önce Azadî Örgütü henüz direnişin hazırlığı içinde iken örgütün liderlerinden Cibranlı Halit Bey ve Bitlis Milletvekili olan Yuzuf Ziya Bey yakalanır. Bunun ardında direniş hazırlıkları hız kazanır.
Direnişin temel ağırlığı, aşiret ve köylülerdir. Bu aşiret ve köylülere, aydınlar, İslam dinindeki ulema sınıfı ve geçmişte Hamidiye Alayları’nda yer alan komutanlar başta olmak üzere farklı kesimlerden sosyal ve siyasal kanattaki Kürtler bir cephe tarzında direnişe iştirak ederler. Hamidiye Alayları komutanları ve İslam dininden ulema sınıfının direnişe dâhil olmaları nedeniyle, Alevi Kürtler bu direnişe dâhil olmamıştır. Yer yer 1915 Ermeni soykırımında canlarını kurtaran Kürt komşularının da direnişe katılmaları, daha sıcak olan ve soykırıma uğrayan bir halkın evlatları olarak, devlete besledikleri kin ile bazı Ermeniler de direnişe destek vermişlerdir.
1925 direnişi başlamış, Şeyh Said ve arkadaşları alınmış, idam edilmişti. İran, Suriye ve Lübnan’a can havli ile kaçanlar; ancak ölüm, sürgün ve muhtelif cezalardan kurtulabilmişlerdir.
Beytuşşebab’a geçmeden evvel, dört yıl Ağrı Bazıd’te yaşayan ve Beytuşşebap’tan sonra Suriye, Güney Kürdistan ve İran’a geçen İhsan Nuri ve 1925 yılında Kürt Direnişinde yer alıp, İran’a kaçabilen ya da geçemeyip Kürdistan’da firari tarzda yaşayan Ferzende Bey ve arkadaşları ile de ilişkiye geçer.
Bu arada, Şeyh Said Direnişine katılan ya da farklı alanlarda lokal de olsa direnen Kürt aşiretleri, Reşkotan, Raman ve farklı yerlerde az da olsa gerilla tarzı düzensiz savaş ve savunmalar içinde olan Kürtler de var idi. Bu arada devlet, nüfus sahibi Kürt aşiretlerinden direnişe katılan hatta katılmayan, devletle birlikte hareket eden ya da etmeyen herkesi sürgün etmeyi önüne koydu.
Sömürgeci soykırımcı devlet, Ağrı’dan da bazı aşiret liderlerini sürgün etmeye başlamıştı. Bir kısmı sesiz sedasız firari yaşıyor, bir kısmı sürgün edilmiş ve bir kısmı da devletle ilişkileri son derece iyi olan, devletin istemlerini yerine getirmeye çalışıyordu. Sürgün sırası Celali aşireti lideri Hesêsorî kolundan Broyê Heskê Têli’ye gelir. Oysa O, 1925 direnişçileri Şeyh Said’in Oğlu Ali Rıza Efendi ve beraberindekilerini bile İran’a geçmeye çalışırken yakalamaya çalışan, ticaretle uğraşan, geçmişte Osmanlı Devleti ile birlikte Rusya’ya karşı savaşmış, Ermenileri Kazım Karabekir ile birlikte tepelemeye kalkmış, Ağrı’da nüfus sahibi bir insandır. Devlet ile gayet barışık olduğunu sanan, ancak devletin tüm Kürtlere aynı tutumu takınarak, ezmeye, dağıtmaya kalktığının farkında olmayan Broyê Heskê Têli, bunun böyle olmadığını görünce, silahına sarılır. Kendisini yakalamaya gelen bir Türk jandarma müfrezesine pusu kurarak infaz eder. Ardında Ağrı Dağı’na çekilir. Devlet bu olayı “Hayvan kaçakçılığını önlerken olduğunu” iddia ederek, geçiştirmeye çalışır.
Bu durumu Ağrı’da ve yöresinde duyan her aşiret ve firari Kürt savaşçı, Broyê Heskê Têlî’nin etrafında kenetlenir. Sürgüne gönderilen Şemikan Aşireti Reisi Temurê Şemki ve kardeşi Çerxo, Şeyh Abdulkadir gibi pek çok insan İzmir’deki sürgünden kaçıp Broyê Heskê Têlî’nin imdadına koşar.
Ağrı Direnişi’nin esas gücü yerli aşiretlerdi. Aşiretlerin çoğu Osmanlı Rus Savaşı’na katılmış, silahlanmış, Hamidiye Alayları’nda eğitim almış, Kürt mücadelesi ile birkaç kişi dışında pek ilişkisi olmamış kendiliğinden, sürgün ve askerliğe gitmek istemeyip firar eden, yerel güçlerin direnişi ile başlamıştır. Daha sonra İhsan Nuri Paşa, Ferzende Bey, Kürt medreselerinde Ahmedê Xani fikriyatında etkilenmiş Reşoyê Silo, Usivê Evdal gibi milliyetçiliğe açık insanların buluşması ile bu kendiliğinden hareket Kürt Ulusal Hareketine evirilir. Öylesine evirilir ki, tüm aşiretler Milliyetçi Kürt Bağımsızlık örgütü Xoybûn’un gönderdiği İhsan Nuri Paşa gibi modern bir lider ve örgütün program ve talimatlarında birleşir, itibar eder. Kor Hüseyin Paşa’nın çocukları Nadir Bey ve Mehmet Beylerin direnişe sonradan dâhil olmaları ile hareket aşiretler nezdinde güven kazanır, Kürtlerin katılımının kitlesel olmasını sağlar.
XOYBÛN’UN OLUŞUMU VE AĞRI DİRENİŞİNDEKİ YERİ
1925 Direnişi’nden sonra, Türk devleti; artık “Örfi İdare”yle, “Şark Islahat Planı”yla, “Takrir-i Sükûn Kanunu”yla hiçbir kimliğe, aidiyete, etnik çeşitliliğe kendini kapatır, üniter, faşist, ırkçı, şoven, bürokratik, sömürgeci ve soykırımcı bir rejimin resmi ideolojisine sahip olur. Resmi ideolojinin şekillendiği ve tatbik edildiği bir döneme giriliyor. Garo Sasuni’nin deyimiyle “Türk devleti, Ermeni Nisan 1915 gibi, Kürt ulusunu da yok etme planını en şiddetli bir şekilde ve bütün uygulamalarıyla uygulamış olduğunu gösteriyordu…” Bu, Kürtler arasında, bir söz olarak yayılmaya başlayan; “Bextê romê tûne ye” deyimi ile ifade ediliyor ve aslında Kürtleri kavgaya davet biçiminde idi. Bu durum, Kürt ulusu ile devleti birbirinden koparmaya taşıyordu.
Devletin sürgün girişimine karşı, Ağrı’da Broyê Heskê Têlî’nin direnişi, kısa sürede yaklaşık 250 kişilik bir Kürt direnişçiyi Ağrı eteklerindeki cephede devlete karşı kendiliğinden birleştirdi. O zaman Beytuşşebab direnişçisi İhsan Nuri Paşa İran’da idi. İran’da Ermeni ve diğer firar edip oraya yerleşen bazı Kürt liderlerle görüştü. Ön hazırlıklar yaparak Ağrı’ya direnişçilerle buluştu.
Kuzey Kürdistan’dan, Rojava, Güney ve Doğu Kürdistan’a kaçan aydınlar, bu durum karşısında bir şeyler yapma, direnişe yardım etme üzerinde fikir teatisinde bulundular. Bu süreçte, gerek Kafkasya’dan sürgün gelen Ermeniler ve gerekse de Ermeni Soykırımı’ndan canını kurtarıp Lübnan’a varan Ermeniler de bu tartışmaları izliyor, katılıyor ve yardımcı olmaya çalışıyorlardı.
Tüm ulusal yetmezlikler, parçalı ve iç bünyesi barışık olmayan Kürtlerin durumu atmosferi kırılmaya başladı. Geçmişte devletin telkinleri ile Ermenilere yapılan haksızlıklar ve mezalimine rağmen Kürt ve Ermeni aydınlarının aralarında sıcak yaklaşımları gelişti, Ermenilerle bir dostluk dili yakalandı, birlikte Ağrı ve diğer bölgelerdeki direnişe etkide ve yardımda bulunulabilme arayışlarına başladılar.
Artık, Kürdistan Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık mücadelesini örgütsüz bırakmamak, kurtuluşu dışarıdan beklememek, Ermeni soykırımının benzeri bir âkibeti yaşamamak kaçınılmaz olmuştu.
Tüm bu tartışmalardan sonra, bağımsızlık anlamına gelen “Xoybûn”, Lübnan’ın Bihamdun kentinde 45 gün süren bir kongre sonunda 5 Ekim 1927 yılında kuruluşunu ilan etti. Kurucuları arasında, eskiden kurulan Hêvî, Kürt Millet Fıkrası, Kürt Teavun ve Teraki Fırkası, Kürt Teali Cemiyetin’den de yer alan bazı aydınlar vardı. Tabi farklı nedeler ile Xoybûn’a katılmayan Kürtler de vardı. Bu sebeplerin başında, Xoybûn’un Türkiye Kürdistanı’nın özgürlüğünü esas alması, ikincisi ise Türk devletinin çıkardığı afları bekleyerek, örgüt ve direnişlerden uzak kalmak isteyen yılmış Kürtler de vardı.
Xoybûn; milliyetçi, modern bir Kürt örgütü idi. Xoybûn’a Ermeni Taşnak Partisi Başkanı Vahan Papazyan, Taşnak ve Menşevik Garo Sasuni, Taşnaktan Rupen Ter Minasyan gibi çok sayıda Ermeni siyasi önderleri ve tanınmış siyasiler de Kürt Xoybûn örgütüne açık destek verdiler.
Xoybûn Merkez Komitesi’nde, Celaddet, Sürreya ve Kamuran Bedirxan’lar, Kadri ve Ekrem Cemilpaşazade’ler, Memduh Selim vs. ve geçmişte farklı çalışmalara dahil olmuş Kürt aydın şahsiyetleri vardı.
1927 yılındaki Xoybûn örgütü; “Ararat’ta gelişen ve genişleyen Kürt direnişini yönetmek üzere Ağrı Dağı zirvesinde geniş bir toplantı yapılacak!” dedi. Toplantıda; “Kürt Milli Hükümeti”nin oluşmasına karar verilecek. Kürt askeri birliğini daha örgütlü hale getirmek üzere bir örgütlenmeye gidilecek” diye bir program belirler. Kürt Hükümeti’nin Siyasi temsilciliğine Broyê Heski Tellî, Askeri sorumluluğuna daha Beytuşşebab’a gitmeden önce Bazid, Ağrı’da Türk Ordusu’nda yüzbaşı olarak görev almış, askerlik yapmış, bölgeyi avucu kadar iyi bilen ve halkını iyi tanıyan İhsan Nuri Paşa görevlendirildi. Bu oluşan şartlar, Xoybûn’un kurulmasını ve Ağrı ile temasa geçmesini kolaylaştırıp, meşrulaştırdı.
Xoybûn’un aldığı karar doğrultusunda, bir Kürt silahlı birliği yeniden organize edildi. Yerine göre gerilla, yerine göre düzenli ordu tarzında savaş biçimi amaçladı ve uygulamaya koydu. Ağrı’da “Agirî” isminde bir dergi ve “Kürt Milli Hükümetini” oluşturdu. İran ile diplomatik ilişkiler geliştirip, Kuzey Batı’da verilen savaşta destek sunmasını ve en azından Ağrı savaşçılarının rahat hareket etmelerini sağlamaya çalışır oldular.
Kürdistanlılar, 1908’den beri olan tüm örgütlenme faaliyeti içinden geçmiş bir tecrübeye sahipti.
Xoybûn’u tetikleyen ve moralize eden Ağrı Direnişi idi. Bu açıdan Xoybûn, Ağrı Direnişi ile var olanın ihtiyacı ile ortaya çıktı. Ağrı’ya bağlı şekillendiği için, Ağrı direnişinin yenilgisiyle birlikte sünümlendi.
AĞRI’DA DİRENİŞİN YAYILMASI, DEVLETLE TEMAS VE MÜZAKERELER!
1926’da başlayan Ağrı Direnişi, çok çabuk bir şekilde gelişir. Çünkü Kürdistan halkı canlı geçmişinde silahlı yaşamı içselleştirmiş, aşiret örgütlenmesi çözülmemiş, yiğitlikte aşiretlerin biri diğerinden geride durmayacak içsel bir gurura sahiptir. Halk dominedir. Haksızlığa karşı ortak hareket etme özelliği vardır, aşiretler arası çelişki olmasına rağmen birbirini koruyan ortak hareket etme geleneği de vardır. Zira sürgün hepsinin kapısındadır. Bunu herkes görüyor ve topraklarından sökülmek istemiyor. Devletin bu sürgün politikası, karşı direnişle başladı ve yüzleşti.
Buna en etkili direnişi koyan Bro’yê Heskê Têli’dir. Broyê Heskê Telî’yı mücadeleden vazgeçirmek için çok sayıda teklifler sunuldu. Ancak Broyê Heskê Têlî bu teklifleri hep reddetti. Çünkü Broyê Heskê Têlî, önce Osmanlı, sonra da Türk devletine hep hizmet etmişti. Buna rağmen kendisini sürgün etmeye kalkmışlardı. Bütün bu yaşananlardan sonra, devletin kendisine karşı müsamahakâr davranmayacağına inanmış, devlete inancını tamamen kaybetmiş ve tüm köprüleri atmıştı. Bu nedenle görüşmelere genellikle son derece temkinli ve hatta kabul etmez bir tutum ile yaklaştı.
Broyê Heskê Têlî’nin tutuşturduğu bu direniş, öylesine çabuk gelişti ki, devlet şaşkın kaldı. Bölgedeki devlet erkanı vali, kaymakam ve askeri yetkililer, arabulucular devreye koydu, mektuplar yazıldı, yollandı, af ve mevki vaatlerinde bulunuldu, ancak Broyê Hekê Têlî’yi kandıramadılar, ikna edemediler.
Broyê Heskê Têlî ile görüşerek direnişi bastırmayı düşündüler, “Bu nedenle Broyê Heskê Têlî ile Türk Kumandanı, Hellas Köyü’nde görüştü. Broyê Heskê Têlî, komutanın tatlı sert konuşmalarına aldırış etmedi, teslim olmadı. Bunun üzerine “Gelişen Ağrı İsyanı, ancak, şiddet ile bastırılacak.” diye rapor verdiler. Bu sürede devletin tüm saldırıları akıllıca boşa çıkarıldı, karşı saldırılar geliştirildi.
Beli bir aşamadan sonra, İhsan Nuri Paşa’nın da Ağrı’ya gelişi ile artık Ağrı Direnişi, yalnızca sürgüne karşı direnen bir hareket olmaktan çıkmıştı. İran, Türkiye, Sovyet sınırındaki en yüksek dağ olan Ağrı’da siyasi hedefleri, bayrağı, programı olan ve nasıl bir devlet ile savaş halinde olunduğunu algılayan bir kalkışmaydı. İhsan Nuri Paşa’ya da biat etmişti. Artık basit af yasaları ve vaatleri, politize olmuş Bağımsız Kürdistan ruhunu içselleştirmiş halkı kandırmaya yetmeyecek kadar aşmıştı. Bu vesile ile gerek Xoybûn’un uyarıları, gerekse de Kürt aşiret önderlerinin tecrübesi af vaatlerinin Kürt hareketini zayıf kılmak, aldatmak için edildiğini anlayabilecek güçte idi.
Ağrı Direnişçileri ile devlet arasında en ciddi görüşme ve müzakere, Mayıs 1928 tarihinde, Ararat direnişçileri ile Türk birlikleri arasında, iki güç arasında bir sınır olarak belirmiş Şehli Köprüsü’nde gerçekleşti.
Görüşmeye katılanlar:
Kürt Tarafı: İhsan Nuri Paşa ve direnişin önderliğinde yer alan 20 kişilik müzakere heyeti, 60 kişilik güvenliği alan birlik ile katılmıştır.
Türk Tarafı: 12 Milletvekili, Ağrı Valisi, 9. Tümen Komutanı, İl Jandarma Komutanı, Doğu Beyazıt Jandarma Komutanı Arif Hikmet, Bazıd ve Diyadin Kaymakamları, (28. Mayıs 1928)
Türk heyetinin İstekleri; Çatışmalara son verilmesi. Ayaklanmanın Sona Erdirilmesi, Kürtlerin rahat durmaları, yani eylemsizlik durumunda kalmalarını sağlamak.
Bunların gerçekleşmesi halinde Kürtlerin isteklerine uygun olarak, bazı iyileştirmeler yapılacaktır denilir. Bunlar:
Doğudaki sistemde bazı ıslahatlar yapılacak,
1925 Direnişi’nde sürgün edilenler affedilip eski yerlerine yerleştirilecek.
Kürt Siyasi önderleri hakkında genel af ilan edilecek.
İhsan Nuri Paşa’ya pasaport verilecek, istediği ülkeye gitmekte serbest olacak, İstemesi durumunda istediği ülkeye büyük elçi olarak atanacak.
İhsan Nuri Paşa’nın eşi Yaşar hanım’ın da yanına gitmesi sağlanacak.
İhsan Nuri Paşa, şahsına muhasır teklifleri kesin bir dil ile reddeder. Xoybûn’un programına uygun Kürdistan’ın Bağımsızlık hakkının kabulünü hatırlatır.
Bu isteklerden, 1925 Direnişi’nde Sürgün edilenlerin geri gelmesi ve affın çıkarılması gibi uygulamalarda bazı adımlar atıldı. Ancak diğer istekler yerine getirilmedi. Batman-Silvan arasında yerleşik olan ve aftan yararlanıp geri gelen Mala Fero’dan üç kişi devlet tarafından 1928’de infaz edilince, af güvensizliğe dönüştü. Şeyh Said Mücadelesine katılan pek çok insan, yeniden direnişte olan Ağrı Dağı’ndaki Kürd direnişlerine katılmak üzere silaha sarılmış oldu.
Savaşçılar. savaşın yükünü Kuzey Kürdistan’ın içlerine doğru yayarak, gerek lojistik yönden imkanlar sağlamak, gerekse de savaşı Muş, Erzurum, Bitlis’e doğru yaymak, diğer alanlarda direnen savaşçıların gücü ile birleşmek için çabalara girdiler. Bu nedenle farklı yerlerde gerilla tarzı eylemlere girdiler. Bu göreve Hesenanlı Ferzende Bey, Sipki Aşiretinden Abdulmecit Bey’ın oğlu Halis Bey, Temirê Şemki görevlendirildi. Ağrı dışında çeşitli sabotajlar düzenlemeye giriştiler.
AĞRI DİRENİŞİ DÖNEMİNDE KÜRT HAREKETİNDEKİ BÖLGECİ, PARÇACI DURUM,
Ağrı Direnişi devam ederken, Güney Kürdistan’da halen İngilizlere karşı Şeyh Mahmudê Berzenci’nin direnişi devam ediyordu. Doğu Kürdistan’da Sîmkoyê Şıkakî’nin İran sömürgecilerine karşı mücadelesi devam ediyordu. Mala Eliyê Unis Kewmê Çiyê ve çok sayıda çeşitli sebeplerle devlete ittihat etmeyen silahlı firari Kürtler vardı. Ancak bunları yan yana getirmekte yeterli olunamıyordu. Dersim Bölgesi yarı özerk ve hala devlet istediği gibi giremiyordu. Alişêr gibi bir önder, Dersim’de kalıyordu. Bunda Alevi-Müslüman çelişkisi ve birbirlerini rahat kabul etme sağlanmış değildi.
Bu parçalı duruşun ve durumun birçok sebebi vardı.
Gelenekçi aşiret ilişkisi ve aşiretlerin birbirine güvenmemesi yaygındı.
Geçmişte kendini yönetmeyi tadamamış ve bir yanı ile devletin kendilerini yöneteceklerini bekleyen, ancak kendilerini yöneten devletin de kendilerinin değerlerine saygı göstermesini isterlerdi.
Artık Kürdistan, bölünmüş ve bölünmenin derinleşmesi Anti – Kürt nizama göre şekilleniyordu.
Kürt ulusu ve Kürdistan’ın parçalanması yeni olmasına rağmen, Kürt hareketine de hemen yansıyordu. Harekete yön veren Xoybûn örgütü ise Ağrı’ya yetişemez durumda idi. Rojava Kürdistan’ından yapılmak istenen yardımı yetiştirmek mümkün görünmüyordu. Kaldı ki onların da elinde yardım edecek imkânları yoktu. Bu imkânsızlık, Ağrı Direnişinin yenilgisinden sonra çıkarmak istedikleri Hawar dergisindeki zorluklardan da anlaşılır. Dr. Nazıf Bey doktorluk yaparak, Haco Ağa sürgün ve yaşlı haliyle eski aşiret ilişkileri üzerinden dergiyi satarak yeni bir sayıyı çıkarmaya çalışıyorlardı. Celadet Ali Bedirxan kendini geçindirmek için bir tarafta tarım ile uğraşarak, bir tarafta yazım yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Celadet Ali Bedirxan sonuçta su kuyusundan su çekerken kuyuya düşerek yaşamdan koptu. Bu konuda Mehmet Uzun’un “Bira Qederê” romanı Xoybun yöneticilerinin yeterli ve trajik hayatlarını ortaya koymaktadır.
Türkiye İngilizler ile anlaşmış, Musul ve Kerkük’ü İngilizlere rüşvet vererek, Kürt hareketini bastırmak için daha rahat bir durumda hareket etmenin yanı sıra, tarım ilaçlaması gayesi ile İngilizlerden aldığı uçakları Ağrı Direnişçilerine karşı kullanıyordu. Bu anlaşmadan sonra Kürdistan’ı işgal edenler, bulundukları alanlarda Kürt direnişinin üzerine gitmede de rahat hareket ediyor ve direnişçileri eziyorlardı. Şeyh Mahmudê Berzenci, Simkoyê Şıkaki ve Ağrı direnişçileri kendi başlarına kalmıştı. Sömürgeciler, parçalanmış Kürt hareketine karşı daha yoğun ve rahat hareket ediyor ve Kürt soykırımını ortak uyguluyorlardı. Ancak Kürtler, her parçada ve her parça kendi içinde birliğini bir türlü gerçekleştiremiyordu.
AĞRI DİRENİŞİNDE TARAFLARIN KONUMLARI
1930’a kadar Ağrı Direnişçileri Kürdistan’da her gün kendine yeni mevziler, yeni aşiretler, yeni ilişkiler yakalıyordu.
En ağır koşullarda, yakaladıkları askerlerin silahlarını ve erzakını alıyor, ancak kendilerine karşı insancıl davranmayı elden bırakmıyorlardı. Bunun olumlu ve olumsuz sonuçları oluyordu. Bırakmak durumunda kalıyorlardı, zira kendilerini esir alıp besleyebilecek ekonomik durumdan yoksunlardı.
Devlet ise gelişen Ağrı Direnişi karşısındaki yenilgilerini gözden geçiriyor, sürekli kendini reorganize ederek, eksikliklerini gideriyordu. 29. Türk Alaylayının başında Salih Omurtak vardı.
28 Aralık 1929 tarihinde, Mustafa kemal Atatürk’ün Başkanlığında, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve Genel Müfettiş İbrahim Tali’nin de katıldığı bir toplantıda; “Ağrı Kürt Direnişini Nasıl bastırabiliriz?” sorusunun karşılığını aramış ve Haziran 1930 tarihinde “Bastırma Hareketinin yapılması”na karar vermişlerdi. Bunun için de bazı tedbirleri almayı önlerine koymuşlardı.
Direnişteki güçlerin öncelikli olarak, yiyecek erzak başta olmak üzere lojistik destek ve imkânlardan yoksun bırakması, İran, Sovyetler ve komşu şehirler ve ülkeler ile irtibatını koparmak, geçiş yollarını ve hareketlerini kesmek sömürgeci güçler için en önemli acil görevi olarak belirmişti.
Direnişe katılan ya da destek veren tüm alanlardaki aşiret reislerinin aile ve mallarını, ahaliyi, direnişçilerle birlikte imha edileceği şeklinde tehdit etmek, yok edilecekleri inancını yayarak halkta korku ve panik yaratmak üzerinde psikolojik savaş yürütülüyordu.
Zayıf olan Türk ordusuna bağlı Jandarma birliklerini gözden geçirme kararını acil yerine getirmeliydiler.
Dağda hareket kabiliyeti olan askerleri yetiştirip, devreye sokmak önem arz ediyordu.
“Yabancı parmağı var” diyerek halkta güvensizlik yaratmak ve savaşanları izole etmek istediler.
Kürt aşiretleri arasında güvensizlik yaratmak, teslim olanları mükafatlandırmak, geniş imkanlar ile donatmak, ihbar ve böl yönet siyasetini yaygınlaştırmak önemli ve vazgeçilmez yöntem idi.
30 Haziran 1930’da sömürgeci güçlerin Ağrı’daki direnişçilere yönelik yapılacakları saldırıyı püskürtmek için, Kürt hareketi de tedbirler geliştiriyordu, ancak bu tedbirleri yetersiz kalıyordu.
Ancak Erciş-Van yolunu denetlemek ve bu hatta sömürgeci devletin Direnişi Ağrı’ya doğru itmek, sıkıştırmak gibi bir taktiğe yol vermemekte eksik kalmışlardı. Van Gölü’nden Erciş üzerine devletin intikal edeceğini hesaplayamamışlardı. Buna benzer önemli askeri tedbirler alınmamıştı.
AĞRI DİRENİŞİNDE EDEBİYAT BASIN. AYDINLANMA VE İLETİŞİM
1926-1930’lu yıllarda, Kürt edebiyatı gelişmemişti. Ulus edebiyatının en belirgin türü, romandı ve o zaman Kürt roman yoktu. En belirgin edebiyat, Ahmedê Xani, Feqiyê Teyran, Melayê Cizirî’nin 1400-1695 te yarattıkları birkaç diwanları vardı ve bu edebiyat ancak çok az kesimin okuyabildiği Kürt medreselerinde vardı. Tartışma, kritik etme, sorgulama söz konusu değildi. Yönlendirme tamamen aşiret liderlerinin talımat ve telkinleri ile yapılmakta idi. Bu da kolektif bir ulus bilinci yerine, sömürgeci zulme karşı “yiğitçe” kendini savunma tepkisi ile süren bir mücadeleden ibaret idi. Tabi yiğitlik, dürüstlük, dostluk ve insanlık kavramları Kürt aşiret kültüründe de çok köklüdür ve erdemli bir duruş olarak kendini ortaya koyardı. Ancak bilinç ile bireysel özgürlükler ile harmanlanamayan, bağımsız kişilerin kolektifinde birleşemeyen bu erdemlilikler, bazen zor ve şiddet karşısında büküldüğü ve ihanete kadar vardırıldığını görürüz.
Ağrı Dağı’nda çıkarılan “Agırı” gazetesi, bildiriler niteliğindedir. Bu da Xoybûn’un gönderdiği ilkel iki tahtadan oluşan klasik teksirden ibaret bir baskı aracından ibaret idi. Tüm zayıf iletişim araçları ile mücadele kuryeler vasıtasıyla ve sözlü olarak sürdürülüyordu. Dönemin en etkili olan telgraf sistemi de Kürtler arasında kullanılamıyordu.
ZÎLAN VADİSİ KATLİAMINDA DUYARSIZLIK
Zilan Katliamına katılan Türk komutanlar, Salih Omurtak, Ahmet Derviş, İbrahim Attila Karay, Kürt halkını katletmek için sınırsız yetkili ve görevli idiler.
Devlet yaptığı katliamlarla açıkça övünüyor ve pervasızdır. Bu katliamlar açıkça devletin basın organlarında da yer alırdı. Yarı resmi Cumhuriyet gazetesi “Zilan Vadisinde 15 bin Kürt Eşkiyası tepelendi. Zilan Deresi Lebe leb Kürt cesetlerle doldu!” diye manşet atıyordu.
Daha önce; Rum, Ermeni, Pontus, Êzidi, Asur soykırımları yaşanmıştır. Gerek Kâzim Karabekir, gerek Koçgiri ve İzmir Yangınlarının icracı komutanı Sakallı Nuretin Paşa’sı; “Zoları Bitirdik Sıra Lolarda!” demelerini, Kürt hareketi tanımlayamadı. Devletin “bir millet yaratmak için” Yakın Doğu’nun tüm kadim halklarını yok sayarak ve yok ederek amacına varmaya giriştiğini ve bu yaşatılanın bir jenosit politikası olduğunu anlamadı, tanımlayamadı, dünyaya anlatamadı. Siyasi, hukuki ve diplomatik mücadelesinde devletin bu jenosidal karakterini ortaya koyamadı. Devletin propagandasının etkisinde kalarak, “İslami kardeşliğine” kanarak, Ermeni, Rum, Êzdi ve diğer soykırımlar ile kendisine yapılanın aynı olduğunu göremedi, söyleyemedi. Soykırıma uğrayanlar dini söylemlerin etkisinde kalarak, birbirlerine sahip çıkamadı. Her vadideki Kürt bir diğer vadideki Kürd’e yapılanın kendisine de varılacağının hassasiyetini, kaygısını taşıyamadı. Devlet, Dersimlilerin, Ağrı’daki soydaşlarına “yardıma gidebilirler” kaygısıyla, Dersim’in Pilemori geçidinde askeri tedbirler alırken, Dersimliler Munzur Harçik vadisinden ötesini görebilecek durumda değillerdi. Sonrasında bu öngörüleri ne kadar değişti tartışma ve sebepleri üzerinde düşünülürse ve araştırılırsa yeridir.
Şimdi bile, her bölgenin, her vadinin, nerede ise her köyün bir katliamını trajik bir şekilde anlatır dururuz. Burada suçu, Rum’da, Pontus‘lunda, Ermeni’de, Kürt’te arar, bulmaya çalışırız. Ancak tüm otokton halklara, Türk ve Müslüman olmayan herkese yönelen bir jenosit siyasetini bir bütün olarak tanımlama bilincini, kendi siyasal gücümüzde göremedik ve ona uygun bu soykırımları teşhir edemedik. Küçük çelişkilerimizi büyüttük esas planı seçemedik, göremedik.
Hasan Hişyar Sêrdi’nin deyimiyle; “Ermeni Kürde, Kürt Ermeni’ye, Osmanlı ya da Türk devleti ikisine düşman” olduğunu göremedik, gösteremedik. Oysa ki, kast edilen ve planlanan tüm Yakın Doğu halklarının jenosidal bir politikaya tabii tutularak yok edilmesi ve bunların bakiye toprakları üzerinde bir Türk Müslüman imparatorluğunu inşa etmek idi. Bu inşanın, olmayan millet, olmayan ülkeyi bu Türk – Müslüman İmparator devlete perçinleyerek bütünlüğünü amaçladıkça, faşizm, soykırım, sömürgeci niteliği ile şiddet üretiyor. Türkiye bugün bile bu sevdadadır. Bunun böyle olmasında biz soykırıma tabii tutulanların zafiyeti büyüktür.
Geçmişte Ermeni, Pontus, Rum, Êzdi, soykırımından tutalım da, Piran, Dêrsim, Zilan, Geliyê Sapo Kürt katliamlarını bir soykırımın parçaları olarak göremeyişimiz hala devam ediyor. Yakın dönemde ise, Roboski, Suruç, Ankara, ya da Vedat Aydın’dan Tahir Elçi’ye ya da Varto, Silvan, Gewer, Nisêybin, Cizre, Şırnak, Dêrik, Sur ve Kürdistan’ın diğer alanlarında uzun sürece yayılan ve girişilen katliamları tarihsel jenosidal politikaların birer parçaları olduğunu bir türlü bilince çıkaramadığımızı görüyoruz. Halen sıradanlaşan gözaltına alınmaları bile soykırım olarak değerlendirirken, yüzyıldan beridir Abdulhamidden beri şekillenen, İttihat ve Terakki iktidarı tarafından icra edilen ve Türk devleti tarafından sistematik olarak sürdürülen genel resmi bir sistem, rejim sorunu olduğunu görerek, önüne geçme politikasında eksik kalıyoruz. Tamamımız yok edilirken, biz halen “Erzurum Ermenistan mı, Kürdistan mı “ tartışması yapıyoruz ve aklıselim bir ortaklık oluşturamıyoruz. Meşruiyetten sonra giderek şekillenen, 1910’lardan sonra sistemli bir jenosit programına vardırılan Turancı, Türk resmi ideolojisinin Irkçı, faşist, bürokratik bir devletin resmi politikası halinde işlediğini bilince çıkaramıyoruz. Bugün çoğunluğumuz, Koçgiri, Dersim, Piran, Zilan ya da Halepçe jenositleri kavramını, kavramlarını kullanır, trajik şekilde olan anıları anlatır dururuz. Ancak bunu UZUN SÜRECE YAYILMIŞ SOYKIRIM ya da TOTAL JENOSİD olarak tanımlayamıyoruz. Oysa yüz yılı aşkın bir süredir Kürtlerin yaşadığı tam da böylesi bir jenosit değil midir? Ağrı ve Zilan katliamları da bu genel soykırım siyasetinin, icraatının birer parçalarıdır.
Ulusal sorunlar ve soykırım sorunları, ulusal ve yerel sorunlar değil, tüm insanlığı ilgilendiren uluslararası sorunlardır. Çözümleri de dünya insanlığının müdahalesi, garantörlüğü, uluslararası güçlerin, devletlerin, milletlerin, halkların müdahalesi ile çözülecek sorunlardır.
Soykırımı uygulayan sömürgeci ya da şovenist iktidarlar ya da güçler, genellikle bu sorunları, “benim sorunum, benim çözeceğim sorun.” diyerek, beklenti yaratarak, oyalayarak jenosidi devam ettirmek istiyorlar. Böylece bu sorunun/sorunların uluslararası konumlaşmasını engelleyerek ve çözümünü de bu siyaseti ile geriletmeye uğraşıyorlar. Burada düşünsel, siyasal ve hukuksal bir evrensel tanımlama ve mücadele ile bizim de soruna yeterince yaklaşmadığımızı belirtmek isterim.
Bunun için Kürtler; uluslararası hukukta, soykırıma karşı, nasıl mücadele edilsin ki? Elbette teşhis yanlış olunca ve hastalığa, soruna gerekli dozda ilaç verilmezse bu hastalığın, sorunun, trajedinin üstesinden gelmesi güçleşecektir.
Yaşanan soykırım tartışmaları, “BM’in soykırım ile mücadele konumuna, çalışmalarına vardırılmalı mı, vardırılmamalı mı?” tartışmaları artık geride kalmalıydı. Eğer kalmamışsa, kalmıyorsa burada bir yanılsama ve siyasi körlük var demektir!
“Soykırıma uğrayan halklar ile dayanışma, yüzleşme ve mücadele hususunda tartışmalar yerel miydi, evrensel mi?” gibi sorunlar karşısında daha çok umursamaz kaldık. Böyle olduğu için de soykırım sorunsalında eksik kaldık, acil tedbirler üzerinde siyaset üretemedik.
KÜRT MÜCADELESİNDE DÜNYADA DEĞİŞMEYEN ANTİ- KÜRT NİZAM, 21. YÜZYILDA ÇATIRDIYOR!
– Şeyh Mahmudê Berzenci hareketinin olduğu 1916-1920’li yıllarda, Rewanduz’da Özdemir Paşa adında bir Türk subayı var. Osmanlı ve Türk devletinin Güney’deki görevlisidir. Bu Türk subayı, Şeyh Mahmudê Berzenci’den; ”İngilizlerle müzakere yerine, bizimle davran, biz seni kral olarak tanırız!” der. Böylece Şeyh Mahmud’un İngilizlerle oturup müzakere yürütmesinin önüne geçer.
– Şeyh Mahmudê Berzenci, 20 Ocak 1923 tarihinde, SSCB’den, “Sosyalist iktidarın anti-emperyalist” söylemlerine binaen İngilizlere karşı savaşında destek ister. Ancak bu isteğine cevap verilmez.
– Milletler Cemiyeti gözetiminde, Güney Kürdistan’da yapılan bağımsızlık referandumunda, Güney Kürdistan’da, Kürt halkının ezici çoğunlukla Bağımsızlık talebini sandığa yansıtmasına binaen, 20 Mart 1925 tarihinde İngilizlere ve Milletler Cemiyetine yazdığı mektubunda kendisini “Kürdistan Kralı” olarak ilan eder ve bağımsızlık talebinin kabul edilmesini ister. Ancak bu istemi yerine getirilmez ve Kürt halkının iradesi tanınmaz ve ayaklar altına alınır.
Kürt ve Kürdistan’a karşı, 1919-1924 yılları arasında, Anti-Kürt bir nizam şekillenir. Bakü Doğu Halkları Kurultayı’nda, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşması doğrultusunda ilk adım atılmış olur. “Yakın Doğu İşlerini Çözmek İçin Lozan Konferansı” ve ardındaki antlaşma ile Kürdistan’ın ve Ermenistan’ın bölünmesi, parçalanması ve bölüştürülmesinde İngiltere, Fransa, Türkiye, Sovyetler Birliği anlaşmış ve bu antlaşmadan itibaren Osmanlı Devleti’nin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, İttihat ve Terakki’nin oluşturduğu hedefleri, yanı soykırımla “ulus ve devlet olma” yoluna devam eder. Yeniden Yakın Doğu’da kısmı değişikliklere tabi tutarak, yoğunlukla tatbik etmeye başlar ve bu sürekliliği “baki” olarak tanımlar. Maalesef bu hedeflerin önüne bugüne kadar geçilmiş değil.
Ermeni, Süryani ve diğer Müslüman olmayan halklara karşı sürdürdüğü soykırım politikasına Kemalist hareket İngiliz ve Osmanlı Devleti’nin görevlendirmesi ile 1919’da, Önce Pontus’ta Rumlara, sonra Koçkiri’de Alevi Kürtlere karşı girişerek devam ettirmeye başladı. 1920-1923 yıllarındaki oyalamaların ardında ayağını yere basınca, hızlı bir şekilde fiziki yok etmelere devam etti. Kısa sürede Kürt milletini; Ermeni, Süryani ve Êzidi Kürtleri gibi yok edemeyeceğini anlayınca, Kürt soykırım politikasını, uzun süreli ve total bir soykırım siyaseti ile sürdürmeyi yeğledi ve benimsedi.
Tüm bu politikalarını sürdürmesinin kolaylığını Dünyanın gözleri önünde cereyan eden bu soykırıma Dünyanın sesiz kalmasının neticesinde idi. Burada, devletin jenosidal politikalarına karşı koymada biz Kürtlerin de büyük zafiyeti vardır.
Kürt diplomasisi, 1919-1923, 1925 – 1930 yılları arasında artık dünyada Anti- Kürt nizam ile Kürdistan diplomatik alanda kuşatılır. Ermeni liderler bizzat Taşnak lideri Vahan Papazyan ve Kürt lider İhsan Nuri Paşa’nın, İran nezdindeki çalışmaları sonuç doğurmuyordu. Yine Prens Sürreya Bedirxan’ın Amerika Senatosu’ndaki girişimleri de herhangi bir sonuç çıkaramıyordu. İngiliz, Sovyet, İran ve Fransız güçleri Ararat direnişçilerinin özgürlük havarilerini duymuyor, aksine kısmaya uğraşıyorlardı. Kürtlerin dostları ile cılız da olsa, tüm diploması girişimleri sonuçsuz kalıyordu.
Burada çokça ümit bağlanan Sovyetlerin durumuna ilişkin iki örnek vermek istiyorum.
Erebê Şemo, 1934 yılında ilk Kürt romancısıdır. Önce “Şivanê Kurd”, daha sonra da “Jiyana Bextewar” ile “Kela Dımdımê” romanlarını yazmıştı. Kitapları Erivan’da yayınlandı. Hemen sonrasında ise Sibirya’ya sürgün edildi. Orada, 18 sene sürgün kaldı. Sonrasında Ermenistan’a döndüğünde artık eli kalem tutamaz halde idi.
1942 yılında, Eliyê Evdirehmanê Mamedov, “Şer Li Çiya“ adında bir roman yazdı. Roman, Ağrı Direnişini konu edinmişti. Direnişe katılan Şêyh Zahir’in kahramanlıklarını ve yaşadıklarını anlatan tarihi bir roman idi. Bu roman, 1942 yılında yazılmıştı. Yayınlanması için yayınlama kuruluna sunulmuştu, Ancak Ağrı Direnişini anlatan bir roman olduğu için, Türk devletine karşı bir tarihi direnişi içerdiği için, “Sovyet ve Türk devletlerinin dostluklarının bozulmasına vesile olacağı için, yayınlanmasında sakınca var” dendi ve yayımlanmadı. “Şer Li Çîya” kitabı, ancak 1989’da Sovyetler Birliği tasfiye edildikten sonra yayınlandı, Türkiye’de ise Hejarê Şamil’in kıril alfabesinden latin alfabesine transkirip etmesi suretiyle tarafımızdan 2010 yılında, İstanbul’da Pêrî Yayınları tarafından yayımlandı.
***
Bir de Ağrı Direnişçilerinin dört bir yandan kuşatılmasından sonra, Iran ve Türkiye arasındaki sınır anlaşmaları ve sıcak ilişkileri hisseden savaşçılar, Ağrı Direnişinin önder kadrolarından olan Ardeşir Muradyan’ı Ermenistan’da girişimlerde bulunup, en azında önder kadrolarından bir kısmının orada barınmalarını sağlamaya çalışmak üzere yanına da dört Kürt savaşçıyı katarak gönderirler. Ancak Ardeşir Muradyan ve beraberinde gidenlerden bir iki gün haber alınmaz. Sonra gidenlerden biri döner ve durumu şöyle anlatır:
“Biz sınırı geçer geçmez, Ermenistan’da Ardeşir Muradyan’ın tüm anlatım, itiraz ve yalvarmalarına rağmen, bizi tutuklayıp nezarete attılar. Sonra nezaretin kapısında bekleyen nöbetçi askerle diyaloga girdim. Asker Kürt değil, Ermeni idi. Ancak Kürtçe anlıyor idi.
“Başka arkadaşlarınız var mı, neredeler, nasıl yaşıyorlar, nereye gidecekler?’ vb. sorular soruyordu. Bizi öldürecekleri kesin idi. Bunun üzerine ben;
– ‘Biz öncü grup olarak geldik. Arkamızda yüz kadar süvari daha var. Ancak onlar yolu bilmeyip kaybolabilirler. Belki de Ermenistan’a geleceklerine yanlışlıkla İran’a da geçebilirler!’ dedim.
Bunun üzerine nöbetçi hemen koşa koşa kayboldu. 15-20 dakika sonra geldi.
-‘Biz seni bırakırsak gidip onları da buraya getirebilir misin?” diye beklemediğim bir soru ile baş başa kaldım. Ben de;
-’Tabi neden gitmeyeyim ki?“ diyerek dediğini olumladım. Kapıyı açıp beni bir yetkilinin karşısına çıkardılar. Benim gitmemi olumladılar.
– “Hemen git tamamını al ve buraya getir!” dediler.
Tam yola çıkacaktım ki, beni gönderenlere döndüm ve;
– “ Ancak atlı gidip arkadaşlarıma ulaşabilirim, başka türlü yakalamam mümkün olmayabilir!” dedim. Zaten yaya gidip kurtulmam da mümkün değildi.
– “Tamam!” dediler ve atımı verdiler.
Atıma atladığım gibi, sınırı geçerek Ararat’a ulaştım. Durumu Direnişçilere ilettim. Sonra, Ardeşir Muradyan’dan haber alamadık. Öldürüldüklerine dair haberler aldık. Diğer gidenlerin de tutuklanacağı, öldürüleceği kesindi.” diye iletir. Bu üç olay SSCB’nin o dönemde Ağrı direnişçileri ve Kürtler konusunda nasıl bir politikaya sahip olduklarını gösterirdir.
1930 yılındaki hareketi bastırma tedbirleri için Sovyet sınırı denetimi sıkılaştırıldı. Yalnız Sovyet sınırı değil, İran sınırını da İran devleti ile anlaşarak, sınırı Kürtlerin geçişine daha sıkı kapattılar. Bu sistemli hale getirilen Anti-Kürt politikanın ya da bir anti-Kürd nizamın alenileşmesi idi.
Türk devleti, Ağrı Dağı’nın İran tarafını askeri denetime almak ve sınır geçişlerini engellemek için Türk sınırına kattı. Türkiye buna karşılık, Çaldıran’daki daha zengin ve tarıma da elverişli alanları ise İran’a verdi. Böylece Ağrı Dağı’nın sınır geçişlerini denetimine aldı.
Buna rağmen Erivan, Elegez, Nahçivan ve İran Kürtleri arasındaki ilişki zorlaştı, cılızlaştı, zayıfladı, ama hep devam etti.
Burada günümüzle mukayese ettiğimizde; bu Anti- Kürt Nizam; 2003 yılına kadar ki II. Körfez Savaş’ına kadar devam etti. O tarihten sonra, 1920’den beri uluslararası arenada oluşan “Anti-Kürt Nizam” çatırdamaya başladı. 8 Haziran 2014’te DAİŞ’in Musul’u alması ve Kürtlerin 2060 km.’lik uzunluktaki alanda karasal alanda, mücadele eden Kürtlerin, siyasal meşruiyeti de Yakın Doğu’da kendini ortaya çıkarıyordu. Ancak burada da Kürtlerin Ulusal Birliği’nin oluşamadığı ve parçalı halinin devam ettiği bir dezavantajı yaşıyoruz, tıpkı 1927-1930’da olduğu gibi.
Şimdi tekrar Ağrı Direnişi dönemine döndüğümüzde, bir başka durum ile de karşılaşırız ki; 1929’da Ağrı’da Direniş en parlak döneminde iken, Türk, İran ve Sovyet ilişkilerinin sınır hattında sıklaştığını görürüz. Eş zamanlı olarak otonom Kızıl Kürdistan tasfiye oluyor.
AĞRI KÜRT DİRENİŞİ VE KURDİSTANA SOR’UN TASFİYESİNİN
AYNI DÖNEME DENK GELMESİ TESADÜFÎ DEĞİLDİR!
Ağrı Kürt Direnişini tasfiye eden olgu, Dünya’da oluşan Anti-Kürt nizamdır. Bu olgu Kızıl Kürdistan’ın da tefsiye edilmesine vardırılır.
Bu Anti-Kürt nizam, Koçgiri, Şêyh Mahmudê Berzenci, Şêx Said, Ağrı Kürt Direnişi ve Dersim Alevi Kürt soykırımı, Mehebat Kürt Cumhuriyetinin tasfiyesi vs. olaylarında da görülen bir durumdur.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi, 1920’de “Bakü Doğu Halkları Kurultayı” gerçekleştirdiğinde; Komünistlerin kendisini “Kafkasların Lenin’i” olarak tanımladığı Stefan Şahumyan, kurultayın divanındadır. Ermeni jenosidini gerçekleştiren İttihatçılardan Salih Zeki, Enver Paşa ve benzerleri de “anti-emperyalist ve halkların dostu” olarak kurultaya delege olarak alınmışlardır. Ancak Kurultay’da bulunanlara, “1.5 milyon Ermeni neden yok edildi?”, “Pontus’lular neden yok edildi?”, “Ege’de Rumlar neden taciz edilip sürüldü?”, “Koçgiri’de olanlar neyin nesi idi?” diye gündeme gelmemiştir. Doğu’da Kürt, Ermeni, Asur, vs. halklarının ve haklarının neler olduğu, uğradıkları mağdur durumun vs. esaslı sorunlar gündeme alınmamış ve sohbeti bile edilmemiştir.
Ancak, Sovyet Yönetimi tüm olanları biliyordu. Ermeni, Pontus, Kürt halkının yaşadığı alan ve halklar, Çarlık Rusya’sının savaş alanıydı. Bu halkların burada yerleşik halk olarak bulunduğu, İttihat ve Terakki ile devamı olan Kemalistler tarafından yok edildiklerini bilmemeleri de inandırıcı olmazdı, olamazdı.
Sovyet Devrimi de İşçi, köylü, Çarlık Ordusu’ndan Bolşeviklere iltihak eden toplumsal kesimlerin SBKP’ye verdikleri destek üzerinden gerçekleşen bir devrim idi. SBKP’nin pek çok kadrosu Çarlık Ordusu’ndan çalışmış ve oradan devşirilmişti. Bunların Yakın Doğu halklarının yaşadıklarından habersiz olmaları mümkün değildi. Ama Lenin ve Stalin ya da dönemin Komünist liderleri bu halklara yapılan mezalimi görmek istemediği gibi, Jön Türk, yani İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ve onların devamı olan Kemalistleri “ulusal kurtuluşçu”, “anti-emperyalist”, “proleter devrimin yedeğindeki güç”, “Müslüman milletlerin milli Kurtuluş mücadelesine örnek ve önder” lider/liderler olarak gösteriyordu.
Ancak burada, görmemiz gereken şu ki, Xoybûn’dan Ağrı Direnişine yansıyan, İhsan Nuri Paşa’nın önderliği ile Kürt ulusal mücadelesinin amaçlarına, Ermeni aydınlarının da geçmiş tüm yaşananlara rağmen gösterdikleri dostluk elidir, karşılıklı yüzleşmeleridir. Bu uyum, Kürdistan’ın bağımsızlığı, Ermeni dostluğunun pratik ve diplomatik alanda tezahür edilmeye çalışılmasıdır.
Xoybûn’u destekleyen Taşnak ve diğer Ermenilerin danışma düzeyindeki destek ve dostluklarını bahane eden Sovyetler, kuruluşundan itibaren Kürt dostu olmayan politikaları ile bu ittifakı bahane ederek Kemalistler ile daha sıkı bir ittifak geliştirdiler. Bu ittifak, Ağrı Direnişi ile beraber, Kürdistan’a Sor’un da tasfiyesini getirecek kadar ileri taşınmıştır.
Sovyetlerin, Ermeni ve Kürt politikası, onun ilkelerinden ziyade pragmatik, faydacı bir siyaset ile halkların sorununa yaklaştığını görürüz. Bu faydacı-pragmatik siyaset, İngiliz ve Sovyetler arasında karşılıklı destekleri ile “Tampon Hatta” oluşan Türkiye, İran, Afganistan ve Çin’in Çan Kay Şek iktidarlı devletleri Faşist iktidarlar olarak şekillendi. Ancak bu durum kendisine “sosyalist” diyenler tarafından görülmedi, görenler de görmezlikten geldi. Bu durum Türk Solu’nu, Kemalist devleti “itibarlı” ve kendilerinin itildiği liman olarak kaldı ve “Modern Türkiye”nin, “Eşkıya Kürtler”i ezmelerini destekleyen bir utanç duyulası, kahrolası bir duruşa şuursuzca sürüklendiler, aşamadılar ve bir iki istisna dışında halen oradalar..
Xoybûn, bağımsızlık programına sahip olmasına rağmen, İran devleti ve halkı ile dostluk prensibini programında bile belirtmiş bir örgüttür. Bunda, Güney’de Şeyh Mahmudê Berzenci’nin, Doğu’da ise Simkoyê Şikaki’nin Türk devleti ile girdiği “dostluk” ilişkilerinin etkisi vardı.
Yani Kürdistan’ın parçalanmışlığı sorunu bugün nasıl yansıyorsa, o gün de Xoybûn’un siyasetine farklı parçaların, parçacılığının Kürt ulusal hareketine nasıl yansıdığını görüyorsak, bugün de görüyoruz. Bu nedenle o gün de Kürt ulusal birliği zedeleniyor, birlik olunamıyordu, bu gün de!
Sovyetlerin, hiçbir dönem Kürtlerle ilişkisi sıcak olmadı. Ağrı direnişinde de Sovyet yetkililerine yardım elini uzatmaları için direnişteki yetkililer mektuplar yolladı. Ancak karşılıksız kaldı. Ama bu, esasta Kürt Solu’na da gerekli dersi çıkarttıramıyordu. Zira Ağrı Direnişi döneminde, Hraçya Koçar Kapriyelyan’ın kaleme aldığı “Özlem (Garod)” kitabında, bir köylünün şahsında Sovyet bürokrasisini eleştirdiği, Kürt ve Ermeni ilişkilerindeki sıcak ilişkileri hatırlatmak istediği kitabında, sınırların Kürt ve Ermeni halkına nasıl kapatıldığını eleştirir, trajik bir hal olarak anlatır.
AĞRI DİRENİŞİNDE TKP VE EGEMEN ÜLKELERDE MUHALEFET VAR MIYDI, VARSA NE TUTUM GELİŞTİRDİLER?
Ağrı ve diğer Kürt varlık direnişinde, yaşanan soykırımlarda Türk ve Türkiye Solu’nun, Türk devletinin siyasetine paralel bir hat izlediğini görmekteyiz. Sosyalist ülkelere bağlı olan, sorunlara gözlemci ve içten değil, üstten ve düşünsel üretimden uzak, kopyacı bir zihniyet ile bakan pragmatist bir sol siyasetin olduğunu görmekteyiz. Tamamı, 1970’lere kadar; “Türk devletinin modernleşme siyasetine karşı kalkışan, gerici, irticacı hareketlerdir. Bastırılsın ve bastırılması doğrudur!” demiştir.
Bu ezberi ilk bozan İki Çorumludur. Biri İsmail Beşikci’dir. Diğeri TKP/ML- TİKKO’nun kurcusu ve lideri İbrahim Kaypakkaya’dır.
1970’ten sonraki radikal Türkiye Solu’nun, Kürdistan-i hareketten de etkilenerek; “Ulusların Kendi Kaderlerini Belirleme Hakkı, Marksizm’in bir ilkesi olarak Kürtlerin devlet Kurma hakkı dahil, kendi geleceklerini belirleme hakları vardır” denildi ve bu tespit yeterince içselleşmeden genel bir kabul gördü. Ancak bugün görmekteyiz ki, bu söylemin de pek içselleştirilemediği, Türk milliyetçiliğinin etkilerinin ağır olduğu ortaya çıkmış ve bu tespitlerinden çoğunun vazgeçerek, “Biz Türkiyelileşmeyi esas alıyoruz. Bölücü değiliz. Kürt devleti istemeyiz.” diyerek “Yön” çizgisinde, Doğan Avcıoğlu Solculuğuna rucü ettiler.
Bugün zayıf ve cılız yapısına rağmen, Türk solunun ezici çoğunluğu, tıpkı Müslümanların “ümmet kardeşliği” gibi, “Halkların kardeşliği” ile Kürdistan’ın özgürlüğünü ve bağımsızlığını “gereksiz” görerek, ötelemeye çalışmaktadırlar.
Bu arada, İslamcı kesimler de Türk milliyetçi ve ümmetçi çizgideki istikameti esasta aşamamıştır. Bu nedenle Kürtlerin özgürlüğü, halkların dostluğunu ve eşitliğini esas alan, dini siyasetin dışında tutan bir yerde olması ile başarıya uzanabilir.
Bugün de Türk solu, liberal ve kendine “aydınım” diyen tüm kesimleri, öncesindeki PKK’nin, devletleşme programına karşı dururken, “Devletleşmeme ve Türkiyelileşme” programına ise dallama atlamaktadırlar. Bu atlamaları da aydın tutumu ile bağdaştırmak doğru değildir. Tamamen Kürtleri; Türki ve Türkiye’yi merkeze çekmeye çalışan ”Türkiyelileşme” politikalarının arzusunda olup, halkların eşitlik ve özgürlüğünü esas almaktan uzaktırlar.
Bugün Kürt sorununu Ankara’nın dışında gören Türk aydın ve solcusunun sayısı, bir elin parmaklarını geçememektedir. Bunun böyle olmasının aksine, Türk aydınları, Kürt hareketini Ankara merkezli çözümlere (ki ben buna çözümsüzlüğe uğratma uğraşısı olarak görüyorum) çekiyorlar. Bu Kürt ulusal mücadelesinin uluslararası arenaya çekilmesi ve milletler ailesine bağımsız ve ferdi olarak üye olmasını zorlaştıran, engelleyen bir durumdadırlar.
AĞRI DİRENİŞİNDE, TÜRK DEVLETİNİN KULLANDIĞI SİLAHLAR VE
KARŞI KONUŞLANMADAKİ EŞİTSİZLİKTEN, KÜRTLER NE DERSLER ÇIKARDI?
Türk, Sovyet, İran ilişkilerinin sıklaşması ve devletlerin diplomatik bağlantıları ve tavizleri neticesinde, İran ve Sovyet sınırı Kürtlerin oralardaki Kürtlerden destek almasını önlemişti. Kürtlerin buradan lojistik destek alarak karşı politika ve pratikte bulunmasını tıkamıştı. Van, Erzurum, Muş, Dersim tarafından gelebilecek destek, Türk devletinin aldığı tedbirler sonucu kesilmişti.
Devletin, Van gölü ve Van üzerinden saldırısını güçlendirmesine karşı tedbirler de yeterli olmaktan uzaktı.
Kürt direnişçilerinin Ağrı eteklerine doğru itilmesi, devletin asil taktiği idi. Kürt direnişçilerinin ise dağa doğru çekilmekten başka çareleri kalmamıştı.
Direnişçiler ve birlikteki ailelerin sayısı 2.000- 2500 civarında idi.
Doğu Bazid’teki hava alanında bulunan uçaklar 5 bin metre yükseklikte uçuyor ve halkın yaşadığı, barındığı alanlara, yoğun bomba yağdırıyordu. Buna karşı direnişçilerdeki silahlarla bu bombardımanı önleyecek mesafede karşı koyabilecek silahları yok idi.
Ağrı Direnişi’nde Türk devleti, 45 bin ile 60 bin arasında değişen bir askeri gücü vardı. Kürt Güçleri ise 1926 yılında başlarken 150 savaşçı kadardı. Bu sayı giderek arttı. En güçlü olduğu dönem İhsan Nuri Paşa’nın aşiretler ile yaptığı toplantılardan sonraki 1928-1929 yılları idi. Bu yıllarda Kürt özgürlük hareketi etkisini Kürdistan’a Sor’dan, Muş, Bitlis ve Diyarbakır’a kadar hissettiriyor ve yaygın olmazsa da savaşçıların katılımını sağlıyordu. Tüm verili genişlemesine rağmen, Kürt savaşçılarının gücü 2 bin- 3 bini geçememiştir.
Kürt savaşçılarına dışarıdan bir lojistik destek olmamıştır. Silahları, daha çok eski çarlık Rusya’sından ele geçirilen Mavzerler idi. Bir kısım silahları ise Türk karakollarına yaptıkları baskınlarda elde ettikleri silahlar ile sınırlı idi.
1926 ile 1930 yılları arasında Kürt güçlerinin, Türk silahlı güçlerinden elde ettiği malzeme ve esir toplamı şöyledir…
2 bin esir. 60 mitralyöz, 24 top, sayısı belirlenmeyecek kadar piyade silahı ve iki de düşürdüğü uçak olmuştur. Uçaklar savaş uçağı değil, Türk devletinin daha ziyade İngilizlerden elde ettikleri, tarımın ilaçlanmasında kullanılan uçaklar idi. Devlet bunları savaşta kitlelerin üzerine bomba atmakta kullanırdı.
Xoybûn, Rojava Kürdistan’ından 100-200 kişilik bir Kürt birliğini göndermek için teşebbüs etti. Ancak bu güç, Mardin- Midyat’tan yukarıya çıkacak imkanı bulamadı.
Doğu Kürdistan’a geçmek isteyen direnişçiler, 2.500 kadar nüfusu ile adeta bedenlerini kurşunlara vererek, Türk ve İran askerlerinin ateşi arasında ne kadarını kurtarabildilerse durumunda kaldılar. Sınırda geçmeye girişenlerin nerede ise yarısı Türk ve İran sömürgecileri tarafından yoğun otomotik silahlı ateşe tabi tutularak toplu şekilde öldürüldü.
Doğu Kürdistanlılar, parçalanmış ülkelerinden, parçalanmış direnişçi akrabalarını çok sıcak karşılayıp kurtarmaya çalıştılar. Ancak İran devleti yardım etmelerine fırsat vermiyor onları da katletmek ile yüz yüze bırakıyordu.
Keskoyiler başta olmak üzere, Cewo ailesi gibi sömürgeci ve soykırımcı devletin Kürtlerin içinde yarattıkları işbirlikçiler de Kürtlerin mücadelesini içten parçalıyor, devlete yardımcı oluyorlardı. Bu da hem moral bozucu, hem de güç olarak bölen bir durum olduğunu görmemizi gerektirir.
Türk ordusu, Kürtlerin insanı ve esirlere karşı tutunduğu tutumu bile, Genel Kurmay amansız kullanıyor ve esirleri gözden çıkarıyor, onlarla birlikte imha ediyordu.
AĞRI DİRENİŞİNDE, DİRENİŞÇİ VE LİDERLERİN AKIBETİ ADANA’DA YARGILANANLAR.
Ağrı’da yakalanarak öldürülmeyen 750’ye yakın savaşçı Adana’ya götürülmek üzere yola koyuldu. Bir kısmı yolda işkence ve açlıkla terbiye edildi, can verdi. Büyük bir kısmı Ağrı Dağı’nın soğuk havasına alışmış, Adana’nın sıcağına alışmayan ağır tutsaklık ve işkence altındaki halleriyle Tifoya yakalanıp öldü, bir kısmı ise zehirli iğnelerle öldürüldü.
Adana Mahkemesi 22 Mayıs 1932 tarihinde Ağrı direnişine katılanlara karşı açılan davanın sonucunu açıkladı. Bu kararlara göre; 31 kişi idam edilerek öldürüldü. 58 kişi ise değişik süreli hapis cezalarına çarptırıldı. Az kalan küçük bir kısmı ise Türkiye’nin Ege bölgesine değişik yerlerine sürgün edildi. Onlardan Ağrı’ya sağ dönebilen insan nerede ise bir elin parmak sayısını geçmezdi. Hapis cezasına çarptırılanların da çoğu cezaevlerinde yaşamlarından oldu.
Lider Savaşçılardan İhsan Nuri Paşa: İran’a geçer, Tahran’da gözaltında tutulur. Bir dönem Doğu Kürdistan’ın Urmiye şehrinde kalır. 1947’de Mehabat Kürt Cumhuriyeti öncesinde yine Tahran’a sürgün edilir. Orada 1972 yılında sokakta şaibeli bir motorsikletin çarpması sonucu yaşamını yitirtir. Yaşar (Çerkez) hanım İhsan Nuri Paşa’nın ölümünden sonra, Urumiye’ye yerleşir. Mela Mustafa Barzani, yeğeni Dilşad Barzani’yi ona bakması için görevlendirir. O da İhsan Nuri Paşa’nın ölümünden kısa bir süre sonra yaşamını yittirir.
Broyê Heskê Teli (Celalı): Türkiye’ye teslim olmadı. İran’a geçti. Türk İran sınırında eylemlerini devam ettirdi. İran ve Türkiye kendisini öldürmek için büyük paralar ortaya koydu. Sonuçta İran’ın azmettirmesi ile Doğu Kürdistan’da Kürdlerin eliyle Broyê Heskê Teli katledildi. Onun da katledilişi daha çok tartışılacağa benzer..
Reşoyê Silo (Bekiri): Reşo medrese eğitimi almış, Kürt milliyetçiliğine inanmış biri idi. Karakol baskınlarından isimi duyulan bir savaşçı idi. Direnişin dağılmasından sonra Zilan Deresi ile İran arasındaki dağlarda hanımı Zeynê ile birlikte bir sene kadar yaşadı. Gerilla tarzı eylemler de gerçekleştirip mücadeleyi sürdürdü. Muradiye Erciş arasında bir mağarada barınıyordu. Ekmek bulmak için akrabalarına giderken köylülerin kurduğu pusuya düştü. Yakalandı. Eşi ile birlikte önce kurşuna dizildi, sonra da kafaları kesilerek halka ve Bekiri aşiretine teşhir edildi.
Şeyh Abdulkadir: İran’a geçer, Tebriz’de uzun yıllar gözaltında tutulur. İkinci dünya savaşından sonra Sovyetler orayı işgal edince, temsilci olarak atar. Orada ölür.
Ardêşir Muradyan: Ardêşir Muradyan ve yanındaki dört direnişçi Ermenistan’a geçti. Sovyet devleti tarafından öldürülerek kaybettirildi.
Şeyh Zahir: Tuzluca’da tuz müdürü idi, Aydın bir insandı. Şeyh Said Direnişine katılmadığı için kendisini pek suçlarmış. Ağrı direnişi başlayınca, o da katılmış. İran’a geçerken çıkan bir çatışmada yaşamını yitirir. Eliyê Evdirehmanê Mamedov’un “Şer li çîya” romanı, Şeyh Zahîri konu edinir.
Usivê Evdal: İran tarafından ilk öldürülen direnişçi önderlerdendir.
Nadir Bey ve Mehmet Bey(Heyderi): İran’a geçerler. Orada uzun yıllar sürgünde kalırlar. 1938’de çıkan af’tan sonra Türkiye’ye gelirler.
Ferzendeyê Silêmanê Ehmed (Hesenani): Silahını vermek istemediği ve çatıştığı için İran devleti kendisini yakalar ve zindanda öldürür. Ferzendeyê Silêmanê Ehmed, Doğu Kürdistan’da hapishanede elleri kelepçeli, ayaklarına demir bağlanır. Ama o kendini değil, arkadaşlarını ve Zilan’da yapılan katliamı düşünür. Zindanda öldürülmeden önce söylediği aşağıdaki ağıttaki dörtlük Ağrı direnişindeki halkın mutluluğunu, kuşatılmışlığını, liderlerinin akıbetini, halkın nasıl katledildiğini özetleyen bir strandır.
…….
Hawar Dîdeme xweş Dîdeme
Hesp diçêrî canî li cem e
Xwesî rûniştîye bûk li cem e
Axa rûniştine her yekî şaîreki xwe li cem e
Alîyekî me Rusya ye, yek Turkîya ye, yek Ecem e
Îro disa di Gelîyê Zîlan de zav û zêçê me, erz û eyalê me
Dewleta recal, hemî kûştine û dane ser hev lem e lem e…
Türkçesi:
Didem’dir hoş Didem’dir(*).
At otluyor tayı yanındadır.
Kaynana oturmuş gelini yanındadır.
Ağalar oturmuş, her birinin ozanı yanındadır.
Bir yanımız Rusya, bir yanımız Türkiye, bir yanımız Acem’dir.
Bugün yine Zilan Vadisi’nde çağa çocuğumuz, kadın ve yaşlılarımızı,
Barbar devlet, tamamını öldürmüş ve cesetlerini lebe leb üst üste yığmış!(**)
Direnişte yer alıp tespit olunan diğer sağ kalanlar aileleriyle birlikte çoğu Ege’ye sürgün edilir. Sonraki yıllarda bır kısmı geri gelir. Bir kısmı ise Ege’de asimile olup erir.
*- Didem: Ağrı- Zilan bölgesinde Ferzende’nin komuta ettiği bir bölgenin ismidir.
**- 30 Haziran 1930 tarihinde, Cumhuriyet Gazetesindeki manşette; “ Askerlerimiz, Zeylan Deresi’nde ,15.000 Kürt eşkıyasını öldürüp cesetlerini lebe leb yığın halinde üst üste yığılmışlar” diye yazıyordu.
—–
AĞRI DİRENİŞİNDEN SONRA DEVLETİN TEMSİLİ “HAYALİ KÜRDİSTAN BURADA MEDFUNDUR” DEMESİ NE KADAR YERİNİ BULDU?
Türk devleti, Ağrı Direnişini bastırıp, Zilan Katliamı’yla Kürtlere gözdağı verir tarzda bir cezalandırmayı tatbik ettikten sonra, “bir daha Kürtlerin direnemeyeceğini” tassavur eder. Bunu da devletin resmi ideolojisine tercüman olan Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan ve Ağrı Dağına gömülen bir Kürdistan’ı işleyen karikatür ve üzerine yazılan “Hayali Kürdistan Burada Medfundur” ifadesinde görmek mümkündür. Bu hususta, İsmail Beşikci’nin “Hayali Kürdistan’ın Dirilişi” kitabında daha detaylı öğrenebiliriz
Hasan Hişyar Sêrdi, kitabında da uzun uzun bahis ettiği üzere; silahlarını İran’a teslim etmek istemeyenler, tekrar Kuzey Kürdistan’ın dağlarına döndüler. Ancak devletin köylere/köylülere ağır baskısı sonucu, direnişçilerin başlarına koyduğu çirkin parasal mükafatlar ile yılgın, bilinçsiz ve açgözlü geri yapıdaki köylü insanların ihbarlarına, pusularına maruz kaldılar. Tutunamadılar. Ya öldürüldüler ya da farklı ülke ya da bölgelere çekilerek varlıklarını sürdürdüler.
eçmeden, Seyidan Aşireti liderlerinden Seyidxanê Ker, ya da Seyidxanê Kal ile Berazan aşiretinden Elican’ın ayrı ayrı oluşturduğu ve sonra birleştirdiği 50-60 kişilik Kürt Süvari güçleri, Kürdistan’ın farklı bölgelerinde atlı gerilla tarzı baskınlar gerçekleştirmeye başladılar. Bu gerilla tarzı baskınlar, o kadar etkili oldu ki, İsmet İnönü 1934 yılında yazdığı “Kürt Raporu”nda bu birlikten şöyle söz eder. “Seyidhan ile Elican Çetesi her gün bir karakolumuzu basmakta ve bölgede nereden çıktıkları, nerede kayboldukları bilinmez bir tarzda hareket etmekte ve amanımızı kesmektedirler. Behemehal bu çetenin imha edilmesi gerekmektedir” der. Sonra’da Seyidhan ile Elcan’ın başına koydukları büyük paralar neticesinde Seyidxan’a kurulan bir pusuda Mardin’in Sultan Şehmus yakınlarında vurulur, yaralı hali ile çatışarak kurtulur. Ancak Ömerli-Mardin arasında kan kaybından ölür. Alican ise bir çatışma alanında basit bir dikkatsizlikten pusuya düşerek öldürülür. Ama mücadele hiç durmaz. Geriler, durulur ve yer yer devam eder. 1960’tan sonra, özellikle 1958’de Abdulkerim Qasım’ın darbe ile iktidara gelmesi ile Mela Mustafa Barzani arasında, Sovyetlerin teşviki ile başlayan “otonomi görüşmeleri” Kuzey Kürdistan’da da yankısını bulur. Zira bu süreç 1960’ta Türkiye’de darbeye vesile olur. Ancak bugün, Kürdistanda Kürdistanlılar devletleşme ve özgürlük sürecini yaşıyorlar. Artık, Kürdistan bayrağı Çankaya’daki protokolde görünür oldu. Artık Kürdistan’ın varlığı inkar edilmez ve Dünya siyasetinde herkesin siyasi masasında en aktüel bir konu olarak canlılığını sergilemektedir. .
.AĞRI DİRENİŞİNİN YENİLGİSİNDEKİ ETMENLER NELERDİR. BUNU GİDERMEK İÇİN KÜRTLER NE TÜR DERSLER ÇIKARDI?
1806- 1856 Beyliklerin tasfiye edilişine karşı direnişler
1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Direnişi
1916- 1930 Şeyh Mahmudê Berzenci
1919- 1922’de Koçgiri
1924-1925 Azadi, Beytuşebab, Darahênê, Piran , Amed Kürt Direnişi
1926-1931 Agırî Direnişi
1945-1947 Mehabat Direnişi
1913- 2015 Behdinan, Soran Direnişi
1960- 1984 Kuzey Kürdistanda Kürt siyasal mücadelesi,
1984-2015 Kürt Direnişi
Ve Şimdiki Kürt hareketinin tüm gelişmişliğine rağmen, bağımsızlık ve özgürlüğüne erişmeye bu kadar yaklaşmışlığı göz önünde tutuğumuzda, Kürtler yaşanan mücadelede yeterli dersleri çıkardığı kanaatinde değilim. Aynı tarz hataları aşmadan, konjnktöre bağlı gelişiyorlar ve birleşip inisiyatif koyma yerine, halen ortak ulusal strateji ve asgari ortak değerlerde birleşme konusunda başarılı bir siyaset ortaya koymaktan yoksun duruyorlar. Ayaklarına gelmiş altın değerdeki siyasal zemini kullanamamaktadırlar.
Dolayısıyla Kürtler, gerek Xoybûn ve gerekse de Ağrı Direnişi’nin önemini, zaaflarını ve yaşananlardan yeterli dersi çıkaramadıkları kanaatini taşıyorum.
Bu nedenle tüm yaşananları yeniden ve daha incelikli geleceği algılamak için, tarih bilinci ile incelemek, anlamak önemlidir..
Ağrı Direnişi, Kürtlerin fedakârca direndiklerini, ancak dünyanın Kürtlere karşı devleti destekleyen siyasi konjonktör sonucu yenildiğini ortaya koyar. Diğer yenilgi nedenleri bu durum karşısında basit kalır diye düşünüyorum.
KAYNAKÇA
*- Baban, Botan, Soran Dr. Kaws Kaftan
*- 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Pêri Yayınları
*- 1924 Beytuşşebabp İsyanı ve Şeyh Said Ayaklanmasına Etkileri,Konmalş ist. .1994
*- İngiliz Türk Belgelerinde Botan Direnişleri, Med yayınları.
*- Dersim Direnişleri M. Kalman .Nujen Yayınları yayınları.
*- Ağrı Dağı İsyanı, İhsan Nuri Paşa.Med yayınları.
*- Görüş ve Anılarım, Hasan Hişyar Serdi, Med Yayınları
*- Ağrı Kürt Direnisi ve Zilan Katliamı , Sedat Ulugana. Pêri Yayınları
*- Doza Kurdistan, Kadri Cemil Paşa, Doza Kurdistan
*- Ağrı Direnişi ve Xoybûn Örgütü, Rohat Alakom, Avesta Yayınları
*- Kürt Davası ve Xoybûn, Prens Sürreya Bedirxan,.Med yayınları.
*- Ağrı Eteklerindeki Ateş.. Emin Karaca, Alan Yayınları
*- Hamidiye Alayları, Ağrı Kürt Direnişi ve Zilan Katliamı, Kemal Suphandağ, Pêrî Yayınları
*- Kürt Diplomasisi, Faik Bulut, Evrensel Yayınları,
*- Kurdistana Sor, Hêjarê Şamil, Pêrî, Yayınları
*- Kürt Ulusal Hrketleri ve 15, yy.dan Gnmze Ermeni Kürt ilişkileri, Garo Sasuni, Med Yayınları
*- Yeni ve Yakın Çağda Kürt Siyaset Tarihi, SSCB Bil. Akademisi. Kürt Kom. Pêri Yayınları
*- Hayali Kurdistan’ın Dirilişi, . İsmail Beşikci Vakfı Yayınları.
*- Şer Li Çîya, Eli Evdirehman Mamedov, Pêrî Yayınları
*- Kızıl Kürdistan, Hejarê Şamil, Pêrî Yayınları
*_ Özlem (Garod), Hraçya Koçari Kapliyelyan, Nûjen yayınları
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)