12 Haziran 2018 Salı

Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde Ağrı Direnişi (1926-1931)




Ahmet ÖNAL
AĞRI DİRENİŞİ ÖNCESİNDE KÜRT HAREKETLERİ VE ŞEKİLLENİŞİ
Konuya başlarken literatüre giren bir kavrama değinerek başlamak istiyorum. Süleyman Demirel 1991’de 1984 Atılımı için “29. Kürt İsyanı” tanımını yapmıştı. Bu yanlıştır. Çünkü tüm Kürt hareketleri birbirlerinin devamı ve geçişken bir özelliktedirler, kadrosal, tarihsel ve siyasal olarak sürekli ve bir biçimde birbirleri ile ilişkileri vardır. Bunu, bir halkın- milletin tarihsel mücadelesi olarak incelemek, bakmak doğru olanıdır.
Ayrıca, bu “29” rakamına şöyle bir anlam biçilmektedir. “Siz 28 defa baş kaldırdınız, yenildiniz. 29’unda da yenileceksiniz!” denmek isteniyor. Bu açıdan sömürgeci soykırımcı devletin söyledikleri sözcükleri hemen literatürümüze almamız, kavramlarımızı kirletir. Bundan sakınmak doğru olur.
Ağrı direnişi öncesindeki Kürt ulusal hareketlerini ele alırken, Kürtlerin ulusal nitelikli hareketlerinin doğuşundan itibaren ele almak sanırım yanlış olmayacaktır.
Ulusal talepli düşüncelerin, ilk kez bu gün mezarı Agırî’nin Bazid ilçesinde bulunan Ahmedê Xanî’nin 1695 tarihinde yazdığı “Mem û Zin” eserinde görmek mümkündür. Ancak bu metindeki talepler düşün düzeyinde kalmış, fiili bir eyleme geçmemiştir. Düşünce olarak daha net, ileride Xoybûn’un Merkez Komitesinde yer alan Mir Ali Bedirxan’ın çocukları Sürreya, Celadet ve Kamüran Bedirxan’ların özel hocaları olan Hecî Qadirê Koyî ’nin (1816–1897) şiirsel edebiyatında daha net görürüz. Bu tarz ulusal eylemliliklere 19. Yüzyılın başlangıcı ile birlikte rastlarız.
Bunlar içinde ilk fiili milli eylem Baban Beyi Mir Abdurahman Paşa tarafından gerçekleşir.
Çünkü 1800 yıllarından itibaren Kürt hareketleri anti işgalci ve kendini yönetme istemini fiili olarak açığa çıkarmıştır.
Çünkü Osmanlı Devleti, 1700’lerde Avrupa’da kapitalizm ile yüzleşmesinin ardında, duraksaması ve gerileme sürecine girmesi ile Yakın Doğu ve Orta Doğu’da elindeki alanları kaybedeceği kaygısıyla, hakimiyetindeki beylikleri tasfiye etmeye başladı. İlk olarak Kürt Beylikleri içinde Baban Beyliği’ne saldırdı. Baban Beyliği, bu tasfiyeye karşı direnmeye koyuldu. 1806 yılında Baban Beyi Abdurrahman Paşa, Sancakkoy’de Osmanlı valisini kaçırması ve Osmanlı Devletine; “Elinizi Baban’dan çekiniz. Baban’da çıkmazsanız valinizi infaz ederim.” demesi ile savaş farklı bir boyut kazandı.
Osmanlının adım atmaması üzerine, Baban Emiri Abdurahman Paşa, Osmanlı Valisini infaz etti. Tabı bu savaş sonrasında Baban Beyliği’nin direnişi bölgesel kaldı, yenildi. Ama Baban’da o direniş geleneği hep sürdü.
Babanlar, 1806’da önce, bugünkü Süleymaniye ilinin civarında Osmanlı devletinin sınırları içinde özerk hatta kendini yöneten bir beylik idi. Sonra tasfiye edildi.
Şêx Rıza Talabani, 1830’larda yazdığı bir şiirinde Babanlarla ilgili şöyle der:
“Li bîrim tê Silêmanî, Darul milkê Baban bû.
Ne suxrekêşî Ali Osmanî, ne koleyê Ecem bû” der.
Şiirin Türkçesi;
“Süleymaniye’yi hatırlıyorum, Babanların yurdu ve mülkü idi.
Ne Osmanlı Devletinin hizmetçisi, ne de Acemlerin kölesi idi! ” der. Burada not düşmek gerekir ki; özerklikler hep bir merkeze bağlıdır. Bu vesile ile belki şiirde yarı eksik bir durum olabilir.
SORAN BEYLİĞİ, BOTAN BEYLİĞİ, MÜKÜS BEYLİĞİ, HAKKARİ BEYLİĞİ
Osmanlı Devleti, 1834’te ise Rewanduz’daki Soran Beyliğini tasfiye etmeye koyuldu. Ardında 1846-1856 yıllarında Botan, daha sonra ise Müküs ve Hakkarı Beyliklerini tasfiye etti.
Bu konu ile ilgili Nûjen Yayınlarında çıkardığımız, Dr. Kaw Kaftan’ın; “Baban, Botan, Soran” kitabına ya da “Yakın ve Yeni Çağda Kürt Siyaset Tarihi” kitaplarına bakarak, daha geniş ön bilgiler almanız mümkündür. Detay Araştırmalar yapmak isteyenler için her beyliğe ait araştırma kitapları da mevcuttur.
Beyliklerin tasfiye edilmesi ile geçmişte Beyliklerin denetiminde olan dini ulema sınıfının, özelikle Şeyhlik Kurumu öne çıktı.
Beyliklerin tasfiye sürecinde, Osmanlı devleti de, Beyliklere karşı Şeyhlerin gelişmesini istiyor ve gelişmelerine yol veriyordu.
Şeyhlik kurumu, 19. yüzyılın ortalarından itibaren, Kürt Beyliklerinin tasfiye edilmesinden sonra, Şeyhlik kurumu Nakşibendilik, Kadirilik vb. tarikatlar çevresinde örgütlülük kazanıyordu. Bu durum İslamiyetin yanında giderek Kürt ulusal kimliğine, mücadelesine eviriliyor ve buluşuyordu.
Bu gelişme, sonuçta 1878- 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Hareketi’ni yarattı. İran ve Osmanlı parçasına yayılan bu Kürt direnişi, ilk bağımsızlığı hedefleyen ve 1639’da Kasr-i Şirin Antlaşması ile ikiye bölünen Kürdistan’ı birleştirme talebiyle ortaya çıkan bir hareket idi. Bu hareket de yenilgi aldı.
Bu konuda, Prof. Dr. Celilê Celil’in “1880, Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Hareketi” kitabı ve diğer eserlerine bakmak önemlidir.
Bu hareketlerin yenilgisinden sonra, Osmanlı Devleti biraz da Kürt hareketlerini kontrol etmek için ve Kürt enerjisini almak gayesi ile eski beylik ve şeylik kurumunun dışında yeni bir örgütlenmeye gitti.  Daha alt düzeyde Sünni Kürt aşiretlerinden ve eskiden Osmanlı Devletine karşı bir direnişe bulaşmayan aşiretlerden, II. Abdulhamid, kendi adına Aşiret Mekteplerinde Alıp yetiştirdiği Askerlerden “Hamidin Alayları” ya da “Hamidiye Alaylarını” kurdu.
Burada belirtmek gerekir ki, Hamidiye Alaylarına, Alevi Kürtler ve Ermeniler de girmek için müracaat etmişti. Ancak, onların başvuruları kabul edilmedi. Güney Kürdistan’da başta Barzani Ailesi ve diğer aşiretler başvurmadığı gibi, katılım için yapılacak teklifi kabul de etmeyeceklerdi. Çünkü oradaki Aşiretlerin Osmanlı devleti nazarında sicilleri “kirli” idi.
Hamidiye Alayları’na müracaat edip, kabul edilen aşiretler, Urfa, Diyarbakır, Muş, Bitlis, Erzurum, Ağrı hattındaki büyük olmayan Küçük çaplı Sünni aşiretlerden seçilmişti. Dersim Pülümür’de aslen Türkmen olan, ancak yerleştirilen Haydar Bey ve Koçgiri’de herhangi bir hareketin içinde yer almayan ancak Hamidiye Beraatı bulunan Mustafa Bey’de sadece isim olarak da olsa yer almıştı.
Hamidiye Alayları, 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı Rus Savaşı’nda da yer aldı. 1894-1895 tarihlerindeki ilk Ermeni kırımında ve yanı sıra, Êzidi ve Alevi Kürtlere karşı da kullanıldı.
1891’den sonra kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin beş kurucular kurulundan ikisi Kürt idi. Bunlar: Abdullah Cevdet ve İshak Sukutî idi. Bunların amacı, çok kültürlü bir Osmanlı devletinde Kürtlerin varlığını, kültür ve dilleriyle birlikte yaşatmak idi.
Ancak, 1905’te Irkçı Turancı ve Uniter devlet ideolojisine sahip Ahmet Rıza ekibi İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ele geçirdi, çok kültürlülüğü savunanları tasfiye etti.
Bundan sonra daha ziyade kültürel hedefleri ağırlıkta olan, ama yer yer siyasi hedefleri de dillendiren Kürt örgüt ve bu Kürt örgütlerin yayın organı olan dergiler, gazeteler de çıkarılır oldu.
Kürt Teavûn ve Terakki Cemiyeti (19 Eylül 1908’), Seyh Abdulkadir ve Mir Emin Ali Bedirxan tarafından kuruldu. Bu örgüt kendi adında, yani   Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti Gazetesi”ni çıkardı. Kendine bağlı eğitim ve siyasi faaliyet yürüten kulüpler kurdu. 1909’da, İttihat ve Terakki Cemiyeti bütün Kürt Kulüplerini kapattı.
Kürt Talebe Hêvi Cemiyeti, (1912), Ömer Cemilpaşa tarafından kuruldu. Roji Kurd, Hetavi Kurd dergilerini de bu cemiyet çıkarmıştı. Kendisinden sonra oluşan Kürt Teali Cemiyeti’nin kuruluşuna zemin hazırlamıştır. “Kürt Talebe Hêvi Cemiyeti ‘Beyannamesi” 1918’de Jîn Dergisi”nin 21. 22. sayılarında yayınlanmıştır.
Kürt Teali Cemiyeti (30 Aralık 1918), Ağırlıklı olarak İstanbul’daki Kürt aydınları arasında vücut bulmuştu. 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “Bağımsız Kürdistan’ı savunduğu” gerekçesiyle kapatılmıştır.
Kürt Teali Cemiyeti  daha çok siyasete adapte idi. Örgütün iki kanadı vardı.
Başını Şeyh Ubeydullah’ın oğlu, Şeyh Seid Abdulkadir’ın çektiği kanat, Osmanlıya bağlı “Otonom Kürdistan’ı” arzuluyordu.
Başını Botan Mirinin oğlu, Celadet, Kamuran, Sürreya Bedirhan’ların babası Mir Ali Bedirxan’ın çektiği kanat, müstakil, yani “Bağımsız bir Kürdistan’ı” savunuyorlardı.
1908 ile 1920 arasında oluşan tüm Kürt örgütleri, ezici çoğunlukta geçmişte yenilgiye uğrayan, şu veya bu şekilde dede ve babaları siyasi arenada görülen Kürt eşraf çocuklarının çocukları idi.
Yani, Bey, Şeyh, aşiret mektebinde yetişenler ya da çocukları, Osmanlı ordusunda asker ya da memur ya da memur çocuklarının üye olduğunu görürüz.
Bu örgütlerin tamamı legal olan örgütler idi. Son olarak 1921 Anayasası’nın çıkışından sonra 1921-1922 yılında Kürt Teali Cemiyeti kapatıldı, yasaklandı.
Bu arada 1919-1922 tarihlerinde Koçgiri Hareketi’nin lideri Alişêr de İstanbul’da Kürt Teali Cemiyeti üyesi ve İmranlı Şubesi kurucusudur. Wilson Prensiplerine dayanarak, “Kürdistan’ın Bağımsız Devlet Kurma hakkının olduğu”nu savunarak, Mustafa Kemal’in Mezopotamya’ya geldiğinde tertiplediği Sivas ve Erzurum Kongrelerine iştirak etmeyerek, Bağımsız Kürdistani bir hareket oluşturmanın mücadelesine girişmiştir.
1916- 1930 yıllarında Şêyh Mahmudê Berzenci, Arap Mandalarına uygun kendisinin de Kürdistan’ın krallığı olarak devletleşmek istemiş, kendisinin bu statüde kabulünü önermiştir.
1925-1938 yılları arasında devam eden Sason ve Meleto Dağı’ndaki Serhildana Mala Elîyê Unis Qewmê Çîyê tarafından sürdürülen direniş,
1926’da Hozat’a karşı girişilen birkaç girişim ve nispi karşı koymalar görürüz.
Kürt Aydın ve Siyasi eliti, Kürt Teali Cemiyeti’nin kapatılmasından sonra, “Azadi Örgütü”nü Kurma hazırlıklarına girişir.
Azadi Örgütü’nün liderleri Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya Bey’in yakalanmasından sonra, 1924’te başını İhsan Nuri Paşa’nın çektiği -ki İhsan Nuri Paşa aynı zamanda 1927 ve 1930 tarihlerinde Ağrı Direnişine de önderlik yapan komutandır-  Beytuşşebap direnişini gerçekleştirdiğini görürüz.
Ağrı Direnişinde Şêyh Said Direnişinde Yer alan Ferzendeyê Silêmanê Ehmed, İran’a geçmeyi başarmış ve Ağrı Direnişinde komutan olarak görürüz. Şeyh Said Direnişine katılan daha çok sayıda direnişçiyi Ağrı Direnişi’nde ve daha çok da 1928’den sonra varıp katıldıklarını öğreniyoruz.
Şimdi bu genel sunumdan sonra esas konumuza Ağrı Direnişi’ne gelelim.

AĞRI’NIN KISA TARİHÇESİ VE SOSYAL DURUMU

Osmanlı döneminde, günümüz Ağrı il sınırları içinde yer alan Bazid (Doğu Beyazid) sancak merkezi idi. Ağrı ise ufak bir yerleşim alanı ve ismi Şarbulak idi. Ermeniler buraya siyah taşlardan bir kilise yapınca, Karakilise olarak da anılır oldu. Bölgede, 1919’larda 15. Ordu komutanı Kazım Karabekir, Ağrı’nın ismindeki “Kilise”den rahatsız oldu, yerleşimin adını “Karaköse” olarak değiştirdi. 1927’ye kadar ilçe statüsünde olan Ağrı, Kürt Direniş bölgesi olmasından sonra il yapıldı. Araplar, bölgenin en yüksek dağına “Ağrı” dedikleri için, Türkçe’ye de Ağrı olarak geçti. Ermeniler, Ağrı Dağı’na “Masis” ya da “Ararat” der. Kürtler ateş kültündeki kutsallığa verdikleri değer ile dağın volkanik özelliğinden olsa gerek, “Agirî” der.
Ağrı Dağı ve eteklerinde birçok beylik kurulmuştur. Uzun yıllar Safevi egemenliğinde Ermeniler Beylik olarak yaşadı. 1514’te Çaldıran Savaşı’ndan sonra, Osmanlı İmparatorluğunun denetimine geçti. Bölge bazen Van’a, bazen Erzurum Beylerbeyliğine bağlandı. Osmanlı-İran, Osmanlı-Rus Savaşları’nda Ağrı sık sık el değiştirdi.
0. Dünya Savaşı’nda, Batı- Ermenistan topraklarının büyük bir kesimi, Çarlık Rusya’sının denetimine geçti. Ruslar, Ermenilere karşı ikili bir politika yürüttü. Bir tarafta Ermenilere “bağımsızlık” vaat ediyor, diğer yanda da bu doğrultuda hiçbir adım atmıyor ve hatta attırtmıyordu.
1917 Sovyet devrimi; Osmanlıları sevindirdi ve Türklere yaradı. Ermeniler bölgeye dair istem ve çalışmalar yaptıkça, Osmanlılar da tedbirler almaya başladı. Kâzım Karabekir’in 15. Kolordusu, Ermeni ve Kürtleri tepelemek üzere hazırlanmıştı. Buna takviye olarak Mustafa Kemal, İngiliz ve Padişah Vahdettin’in istemi doğrultusunda, 1919’da bölgeye gönderildi. Bu yolculuk Mustafa Kemal’i yenik Osmanlı devletinin kalan bakiyesinin mirasçısı yaptı. Sovyetlerin ve İngilizlerin ‘Türkiye, İran, Afganistan, Çin hattında İngilizler ile aralarına oluşturmak istedikleri “Tampon Devletler” siyaseti ile Kuzey – Güney hattında kendileri için “güvenlik devletleri” oluşturulmak istenen dizayna uygun olarak, Mustafa Kemal ile ilişkilenip desteklendi, devletleştirilmeye teşvik edildi.
İttihat ve Terakki’nin takipçileri olan Mustafa Kemal ve genç subay arkadaşları, Alman yenilgisini görerek, İngilizlerin hattına geçti. Sevr antlaşmasını bir tarafta kabul eder göründü, ama esasta boşa çıkarmak için Kafkasya’daki kargaşalıktan yararlanmaya çalıştılar. Türklerin saldırısı sonucu 1915’den sonra Ağrı ve civarında kurulan Ermeni Hükümeti istifa etmek durumunda kaldı. Ermeniler Ararat’ta ilan ettikleri bağımsızlıktan vazgeçer oldu. Bolşeviklerin iktidara gelişi ile Batı-Ermenistan Türk işgalinde, Doğu Ermenistan’ın ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin bir birimi olarak bırakıldı.
SSCB’nin, Doğu Ermenistan’ın oluşumu ve Kürdistan’a Sor (Kızıl Kürdistan)a özerkliğinin tanınması, ilkeli tutumundan dolayı değil, İngiliz, Fransız, hatta İran ve Türkiye’ye karşı, Kürt ve Ermeni kozlarını kimi siyasi ihtimaller üzerine elinde bulundurma gayesi ile idi. Zira Sovyetler, 1894-1895 ve 1915 Ermeni katliam ve soykırımlarını kabul etmiş değildir. Aynı şekilde, Sovyetler Birliği’nin Kürdistan’ın parçalanması, paylaşılması ve bölüşülmesinin altında imzası vardır. Kürt katliam ve jenosidine karşı da bigâne kalmış, hatta ekseriyet anti-kürt bir hatta, Türk devletinin yanında yer almaya çalışmıştır.
Cumhuriyet döneminde ve özellikle Şeyh Said Direnişinden sonra devletin sürgün politikasına duydukları tepki ile Ağrılılar; askere gitmiyor, devletin sürgünleri dayatmasıyla devlete güvenmiyordu.
Ağrı’da aşiret yapısı egemendi, aşiretlerin yarısı yarı yerleşik, yarısı ise göçebe idi. Göçer aşiretler, sınır tanımaz, silahlı, aşiret dayanışması güçlü, toplu hareket eder ve Kafkasya Kürdistan’ından Doğu Beyazıt’a, oradan Wan’a uzanan hareketli ve ilişkili bir yaşayışları vardı.
Aşiretler, devletle ilişkilerini daha ziyade alt düzeyde memurlarla yürütüyorlardı ve mümkün olduğu kadar devletle pek muhatap olmak istemiyorlardı. Ayrıca her aşiretin mutlaka bir askeri gücü vardı. Bu aşiretler tarihte, ya İran’dan ya da İslamiyet’in yayılmasından kaçıp Serhat’a doğru Ermeni platosuna doğru yayılarak bölgeye yerleşmişlerdi.
Devletin bölgeye okul, yol karakol vs. yapması refahı götürmek için değil, bölgede askeri hâkimiyet sağlamak ve kendi egemenliğine bağlamak için idi.
Sonraki yıllarda devletin Müslümanlaşan ve dinamik aşiret örgütlenmesine sahip olan bu aşiretler vasıtasıyla, Ruslara ve Ruslar ile ilişikte olmaya yakın olan Ermeniler üzerinde hâkimiyet kurmak için bu hazır aşiret örgütlenmesini kullanılmaya çalıştı.

1920’li yıllarda Kürt Şerif Paşa, Sevr’e sunduğu iki haritada; Erzurum, Erzincan, Ağrı, Kars ve Muş Ermenistan, bu şehirlerden güneye uzanan alanları ise Kürdistan olarak belirtmiş idi. Halen de bu bölgeler, Ermeni ve Kürtler arasındaki ülke ve sınır üzerine sohbetlerinde tartışma konusudur.
Klikya’dan başlamak üzere, Maraş, Malatya, Sivas, Erzincan, Dersim, Capakçur, Muş, Kars, Ararat’a varan hat bir Ermeni platosudur. 17-18 yüz yıldan sonra Kürtlerin yerleşmeye başlaması ile Ermeni-Kürt platosu durumuna geldi. 20. yüzyıldan sonra ise yaşanan soykırım ile buralar şimdi Ermenisiz bir plato haline getirilmiştir.
Daha öncesinde olduğu gibi, 1926-1930 yıllarında da, Ağrı’da Kürt sosyal yapısına egemen olan aşiretçiliktir. Bu aşiretler ağırlıklı olarak 1890’lı yıllardan 1908 tarihine kadar, Ağrı Direnişi’nde de yer alan çoğunluk aşiretler Hamidiye Alayları içinden de yer almıştı. Hamidiye Alayları’nın bir kısmı, özellikle geçmişte Kürt Teali Cemiyeti ile de irtibatı olmuş, Heyderanlı Kör Hüseyin Paşa gibi bazı şahsiyetler, Seyh Said Direnişi’ne karşı ilgili olmalarına rağmen, farklı nedenlerle katılmamıştır. Ağrı’daki aşiretlerin hepsinin akrabalık bağları, Kürdistan’ın parçalanmış haline rağmen Karabağ’daki Çiyayê Kurd (Kürt Dağı)’dan Van Gölü’ne, K’elbajar- Zengali’den, Xoy, Maku, Şıno’ya oradan Muş ovasına ve Kuzey Kürdistan’ın diğer alanlarında sıcak bağları ve ilişkileri vardır. Bunlar; Şedadi, Bıruki, Ademi, Zilani, Milani, Celali, Bekiri, Heyderi, Şemiki, Sipiki, Hesenani vs. aşiretleridir.
Bu aşiretler 1926’dan önce, Ağrı’da pek çok savaşta ortak hareket etmiş, şimdi üç devletin bünyesinde yaşamlarını sürdüren, Kürt ulusunun en dinamik, hareketli ve soğuk yaylaların ve göçebe yaşayışın hareketli Kürt kesimleri idi.

BEYTUŞŞEBAB (1924), PİRAN (1925)’DAN 1926-1931 AĞRI DİRENİŞİNE
Beytuşşebap (3 ve 4 Eylül 1924) ve Ağrı Direnişi (1927-1931)ne önderlik yapan İhsan Nuri Paşa ve arkadaşları milli bir örgütlenmenin, bilincin ve amacın içinde başkaldırdılar. 1919 ve 1924’de, Mustafa Kemal ve Kürt-Ermeni halkına düşman Kazım Karabekir hareketi, Kürt Müslüman kesimi yanına almak üzere, “Ermeni Meselesi”ni olduğundan fazla abartarak, “tehdit”imiş gibi yaydılar. Kürt-Ermeni çelişkisini olmadığı halde ve oranda abartıp, Serhat’taki Kürtlerin önemli bir kesimini kandırıp yanlarına almış, Kürt direnişini de bu yalan ile zayıflatmaya çalıştılar.
Bu arada, 1924 tarihi çok önemlidir. Bu tarihten önce Koçgiri Kürtleri dışındaki Kürtlerin ekseriyeti, Ermenilerin İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde inanıp, ilişkilerini “Kutsal İttifak” olarak adlandırdıkları misali, Kemalistlerin ortaya attığı “Ortak vatan” sloganına da Kürtler çoğunlukla ve esasta körleşmesine inanmışlardı.
Koçgiri hareketi başlarken, Mustafa Kemal, “Onların da diğer Kürtlerle birlikte olması için” bir “Nasihat Heyeti” oluşturur. (Bu Nasihat Heyeti bana, şimdinin Akil İnsanlar Heyeti’ni hatırlattı). “Nasihat Heyeti”nin Başkanı İse Bazıd’lı (Ağrı) Şefik Bey’dir. Şefik Bey, Alişêr’e varır ve şöyle der: “Kendim bir Kürdüm ve Kürdistan İstiklalinden yanayım. Bunun için hükümetle istişareler yaptık, şimdi de hükümetten selahiyet ile geldim. Biz Kürt başkan ve önderleriyle müzakere etmeye gelmiş bulunmaktayız. Bütün şartları hükümet adına kabul etmeye geldim.” derken, hükümet de Koçgiri’de katliam yapmak üzere tüm tedbirlerini almış bulunmakta idi. Aslında Koçgiri liderleri bu “Nasihat Heyeti”ne biraz da kanmış, tedbirlerini gevşetmişti. Ancak Koçgiri hareketi Celal Bayar’ın da itiraf ettiği üzere “büyük bir ezme hareketi” ile ve vahşice, “uzun ve titiz bir çaba ile bastırılmıştı.”

Aynı dönemde, Mustafa Kemal, Kürtler arasında; “Hilafete bağlı ve hatta ‘gavurun elinde tutsak olan halifenin kurtarılması” temasını işlerdi. Bu nedenle Alişêr; Mustafa Kemal’in “Hilafet Ordusu Müfettişi Umumisi” sıfatını uygun görürdü.
Ancak 1923 ve 1924 başından itibaren, Mustafa Kemal’ın, artık Kürtlere yumuşak sözler etmesinden eser kalmamıştı. İlk kez 4 Mart 1924’te “Kürt dili yasak” denmiş ve Kürtlere verilen sözler alenen yüzlerine çarpılmış ve onurlarıyla oynarcasına varlıkları inkâr edilmeye başlanmıştı.
Türkiye artık Wilson Prensipleri’ne uymayacağını, Sevr Anlaşması’nda Ermeni ve Kürtlere tanınması gereken “Otonom Ermenistan”, “Otonom Kürdistan” vs. tartışmaları ile İstanbul Hükümeti’nin azınlıklara tanıdığı hiçbir hakkı tanımayacağını, yine İstanbul Hükümeti’nin kabul ettiği “Ermenilere yapılan mezalim, katliam” tanımlamasını da alenen inkâr ediyordu.
Aynı dönemin anılarını yazan ve Osmanlı Ordusu’nun ardında tek ayakta kalmayı beceren 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir şöyle der; “Kürdistanı Ermenistan yapmak istiyorlar. Fakat Kürt kardeşlerimizi çiğnetmeyeceğiz’ diye bütün Kürtleri şerbetlemiştim.” diye anlatarak Kürtleri nasıl ‘şerbetleyerek’ kandırdığını övünerek aktarmaktadır.
Hasan Hişyar Serdi, “Görüş ve Anılarım” kitabında, İhsan Nuri Paşa’nın Şeyh Said Direniş’indeki örgütlenmede yer aldığını, bir toplantıda karşılaştığını anlatır. Ancak Şeyh Said Direnişi örgütlenme aşamasında iken, devletin provakatif girişimleri sonucu direnişi zorunlu olarak erken başlatmak durumunda kaldı. Şeyh Said hareketinden önce cereyan eden Beytuşşebap da öyle olmuştur.

Beytuşşebab Direnişi, İhsan Nuri Paşa, Rasim, Tewfiq, Xurşit, Ali Rızay Bey gibi subaylar ile birlikte kışlada bulunan 350 Kürt askerlerle yapılmış, 380 piyade silahı, 10 otomatik silah ve 800 kg buğday ve diğer yiyecekleri de beraberlerinde götürmüşlerdi. İhsan Nuri Paşa, Azadi örgütü ile irtibatlıdır. Zira İhsan Nuri Paşa, Azadi’nin lideri Cıbranlı Halit ile yakın akrabadır. Zaten İsmet İnönü’nün yazdığı ve Trabzon’da bulunan Atatürk’e iletilen mektubunda Beytuşşebab olayına dair; “Bu olay sıradan bir firari olay değildir. Van, Muş, Bitlis, Siirt illerini kapsar tarzda tertiplenen bir olaydır. Geniş tedbirlerin alınması zaruridir” der. Bu açıdan Şeyh Said olayına direk etki eden bir hareket olduğu açıktır.
İhsan Nuri Paşa’nın, 1924 yıllında yanlış anlaşılan bir şifreli mesaj neticesinde zamansız başlattığı Beytuşebbab hareketi ve ardında diğer taraflardan gelemeyen destek neticesinde, birkaç haftalık çatışmaların ardında, verilen 200 kişilik kayıp ile İhsan Nuri Paşa ve arkadaşları direnişi genişletemeyip sürdüremeyince alanı terk etmek durumunda kalmışlardır. İhsan Nuri Paşa ve yakın arkadaşları, önce Suriye’ye, oradan da Güney Kürdistan’a Şeyh Mahmudê Berzenci’ye sığınmışlardır. Şeyh Mahmudê Berzenci’nin Türk devleti ile olan ilişkilerini gözlemleyince, kendisinin İran’a geçmesine neden olmuştur. İran’da devlete karşı direniş içinde olan Sımkoyê Şıkakî’ye gitmek istemesine rağmen, Simko’nun da Türk devleti ile olan ilişkilerinden kaygılanarak, bu fikrinden vazgeçmiştir. Barınmak için, İran devlet yetkilileri ile de ilişkilere girer!
1925 Direnişi’nden önce Azadî Örgütü henüz direnişin hazırlığı içinde iken örgütün liderlerinden Cibranlı Halit Bey ve Bitlis Milletvekili olan Yuzuf Ziya Bey yakalanır. Bunun ardında direniş hazırlıkları hız kazanır.
Direnişin temel ağırlığı, aşiret ve köylülerdir. Bu aşiret ve köylülere, aydınlar, İslam dinindeki ulema sınıfı ve geçmişte Hamidiye Alayları’nda yer alan komutanlar başta olmak üzere farklı kesimlerden sosyal ve siyasal kanattaki Kürtler bir cephe tarzında direnişe iştirak ederler. Hamidiye Alayları komutanları ve İslam dininden ulema sınıfının direnişe dâhil olmaları nedeniyle, Alevi Kürtler bu direnişe dâhil olmamıştır. Yer yer 1915 Ermeni soykırımında canlarını kurtaran Kürt komşularının da direnişe katılmaları, daha sıcak olan ve soykırıma uğrayan bir halkın evlatları olarak, devlete besledikleri kin ile bazı Ermeniler de direnişe destek vermişlerdir.
1925 direnişi başlamış, Şeyh Said ve arkadaşları alınmış, idam edilmişti. İran, Suriye ve Lübnan’a can havli ile kaçanlar; ancak ölüm, sürgün ve muhtelif cezalardan kurtulabilmişlerdir.
Beytuşşebab’a geçmeden evvel, dört yıl Ağrı Bazıd’te yaşayan ve Beytuşşebap’tan sonra Suriye, Güney Kürdistan ve İran’a geçen İhsan Nuri ve 1925 yılında Kürt Direnişinde yer alıp, İran’a kaçabilen ya da geçemeyip Kürdistan’da firari tarzda yaşayan Ferzende Bey ve arkadaşları ile de ilişkiye geçer.
Bu arada, Şeyh Said Direnişine katılan ya da farklı alanlarda lokal de olsa direnen Kürt aşiretleri, Reşkotan, Raman ve farklı yerlerde az da olsa gerilla tarzı düzensiz savaş ve savunmalar içinde olan Kürtler de var idi. Bu arada devlet, nüfus sahibi Kürt aşiretlerinden direnişe katılan hatta katılmayan, devletle birlikte hareket eden ya da etmeyen herkesi sürgün etmeyi önüne koydu.

Sömürgeci soykırımcı devlet, Ağrı’dan da bazı aşiret liderlerini sürgün etmeye başlamıştı. Bir kısmı sesiz sedasız firari yaşıyor, bir kısmı sürgün edilmiş ve bir kısmı da devletle ilişkileri son derece iyi olan, devletin istemlerini yerine getirmeye çalışıyordu. Sürgün sırası Celali aşireti lideri Hesêsorî kolundan Broyê Heskê Têli’ye  gelir. Oysa O, 1925 direnişçileri Şeyh Said’in Oğlu Ali Rıza Efendi ve beraberindekilerini bile İran’a geçmeye çalışırken yakalamaya çalışan, ticaretle uğraşan, geçmişte Osmanlı Devleti ile birlikte Rusya’ya karşı savaşmış, Ermenileri Kazım Karabekir ile birlikte tepelemeye kalkmış, Ağrı’da nüfus sahibi bir insandır. Devlet ile gayet barışık olduğunu sanan, ancak devletin tüm Kürtlere aynı tutumu takınarak, ezmeye, dağıtmaya kalktığının farkında olmayan Broyê Heskê Têli, bunun böyle olmadığını görünce, silahına sarılır. Kendisini yakalamaya gelen bir Türk jandarma müfrezesine pusu kurarak infaz eder. Ardında Ağrı Dağı’na çekilir. Devlet bu olayı “Hayvan kaçakçılığını önlerken olduğunu” iddia ederek, geçiştirmeye çalışır.
Bu durumu Ağrı’da ve yöresinde duyan her aşiret ve firari Kürt savaşçı, Broyê Heskê Têlî’nin etrafında kenetlenir. Sürgüne gönderilen Şemikan Aşireti Reisi Temurê Şemki ve kardeşi Çerxo, Şeyh Abdulkadir gibi pek çok insan İzmir’deki sürgünden kaçıp Broyê Heskê Têlî’nin imdadına koşar.
Ağrı Direnişi’nin esas gücü yerli aşiretlerdi. Aşiretlerin çoğu Osmanlı Rus Savaşı’na katılmış, silahlanmış, Hamidiye Alayları’nda eğitim almış, Kürt mücadelesi ile birkaç kişi dışında pek ilişkisi olmamış kendiliğinden, sürgün ve askerliğe gitmek istemeyip firar eden, yerel güçlerin direnişi ile başlamıştır. Daha sonra İhsan Nuri Paşa, Ferzende Bey, Kürt medreselerinde Ahmedê Xani fikriyatında etkilenmiş Reşoyê Silo, Usivê Evdal gibi milliyetçiliğe açık insanların buluşması ile bu kendiliğinden hareket Kürt Ulusal Hareketine evirilir. Öylesine evirilir ki, tüm aşiretler Milliyetçi Kürt Bağımsızlık örgütü Xoybûn’un gönderdiği İhsan Nuri Paşa gibi modern bir lider ve örgütün program ve talimatlarında birleşir, itibar eder. Kor Hüseyin Paşa’nın çocukları Nadir Bey ve Mehmet Beylerin direnişe sonradan dâhil olmaları ile hareket aşiretler nezdinde güven kazanır, Kürtlerin katılımının kitlesel olmasını sağlar.

XOYBÛN’UN OLUŞUMU VE AĞRI DİRENİŞİNDEKİ YERİ
1925 Direnişi’nden sonra, Türk devleti; artık “Örfi İdare”yle, “Şark Islahat Planı”yla, “Takrir-i Sükûn Kanunu”yla hiçbir kimliğe, aidiyete, etnik çeşitliliğe kendini kapatır, üniter, faşist, ırkçı, şoven, bürokratik, sömürgeci ve soykırımcı bir rejimin resmi ideolojisine sahip olur. Resmi ideolojinin şekillendiği ve tatbik edildiği bir döneme giriliyor. Garo Sasuni’nin deyimiyle “Türk devleti, Ermeni Nisan 1915 gibi, Kürt ulusunu da yok etme planını en şiddetli bir şekilde ve bütün uygulamalarıyla uygulamış olduğunu gösteriyordu…” Bu, Kürtler arasında, bir söz olarak yayılmaya başlayan; “Bextê romê tûne ye” deyimi ile ifade ediliyor ve aslında Kürtleri kavgaya davet biçiminde idi. Bu durum, Kürt ulusu ile devleti birbirinden koparmaya taşıyordu.
Devletin sürgün girişimine karşı, Ağrı’da Broyê Heskê Têlî’nin direnişi, kısa sürede yaklaşık 250 kişilik bir Kürt direnişçiyi Ağrı eteklerindeki cephede devlete karşı kendiliğinden birleştirdi. O zaman Beytuşşebab direnişçisi İhsan Nuri Paşa İran’da idi. İran’da Ermeni ve diğer firar edip oraya yerleşen bazı Kürt liderlerle görüştü. Ön hazırlıklar yaparak Ağrı’ya direnişçilerle buluştu.
Kuzey Kürdistan’dan, Rojava, Güney ve Doğu Kürdistan’a kaçan aydınlar, bu durum karşısında bir şeyler yapma, direnişe yardım etme üzerinde fikir teatisinde bulundular. Bu süreçte, gerek Kafkasya’dan sürgün gelen Ermeniler ve gerekse de Ermeni Soykırımı’ndan canını kurtarıp Lübnan’a varan Ermeniler de bu tartışmaları izliyor, katılıyor ve yardımcı olmaya çalışıyorlardı.
Tüm ulusal yetmezlikler, parçalı ve iç bünyesi barışık olmayan Kürtlerin durumu atmosferi kırılmaya başladı. Geçmişte devletin telkinleri ile Ermenilere yapılan haksızlıklar ve mezalimine rağmen Kürt ve Ermeni aydınlarının aralarında sıcak yaklaşımları gelişti, Ermenilerle bir dostluk dili yakalandı, birlikte Ağrı ve diğer bölgelerdeki direnişe etkide ve yardımda bulunulabilme arayışlarına başladılar.
Artık, Kürdistan Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık mücadelesini örgütsüz bırakmamak, kurtuluşu dışarıdan beklememek, Ermeni soykırımının benzeri bir âkibeti yaşamamak kaçınılmaz olmuştu.
Tüm bu tartışmalardan sonra, bağımsızlık anlamına gelen “Xoybûn”, Lübnan’ın Bihamdun kentinde 45 gün süren bir kongre sonunda 5 Ekim 1927 yılında kuruluşunu ilan etti. Kurucuları arasında, eskiden kurulan Hêvî, Kürt Millet Fıkrası, Kürt Teavun ve Teraki Fırkası, Kürt Teali Cemiyetin’den de yer alan bazı aydınlar vardı. Tabi farklı nedeler ile Xoybûn’a katılmayan Kürtler de vardı. Bu sebeplerin başında, Xoybûn’un Türkiye Kürdistanı’nın özgürlüğünü esas alması, ikincisi ise Türk devletinin çıkardığı afları bekleyerek, örgüt ve direnişlerden uzak kalmak isteyen yılmış Kürtler de vardı.
Xoybûn; milliyetçi, modern bir Kürt örgütü idi. Xoybûn’a Ermeni Taşnak Partisi Başkanı Vahan Papazyan, Taşnak ve Menşevik Garo Sasuni, Taşnaktan Rupen Ter Minasyan gibi çok sayıda Ermeni siyasi önderleri ve tanınmış siyasiler de Kürt Xoybûn örgütüne açık destek verdiler.
Xoybûn Merkez Komitesi’nde, Celaddet, Sürreya ve Kamuran Bedirxan’lar, Kadri ve Ekrem Cemilpaşazade’ler, Memduh Selim vs. ve geçmişte farklı çalışmalara dahil olmuş Kürt aydın şahsiyetleri vardı.

1927 yılındaki Xoybûn örgütü; “Ararat’ta gelişen ve genişleyen Kürt direnişini yönetmek üzere Ağrı Dağı zirvesinde geniş bir toplantı yapılacak!” dedi. Toplantıda; “Kürt Milli Hükümeti”nin oluşmasına karar verilecek. Kürt askeri birliğini daha örgütlü hale getirmek üzere bir örgütlenmeye gidilecek” diye bir program belirler. Kürt Hükümeti’nin Siyasi temsilciliğine Broyê Heski Tellî, Askeri sorumluluğuna daha Beytuşşebab’a gitmeden önce Bazid, Ağrı’da Türk Ordusu’nda yüzbaşı olarak görev almış, askerlik yapmış, bölgeyi avucu kadar iyi bilen ve halkını iyi tanıyan İhsan Nuri Paşa görevlendirildi. Bu oluşan şartlar,  Xoybûn’un kurulmasını ve Ağrı ile temasa geçmesini kolaylaştırıp, meşrulaştırdı.
Xoybûn’un aldığı karar doğrultusunda, bir Kürt silahlı birliği yeniden organize edildi. Yerine göre gerilla, yerine göre düzenli ordu tarzında savaş biçimi amaçladı ve uygulamaya koydu. Ağrı’da “Agirî” isminde bir dergi ve “Kürt Milli Hükümetini” oluşturdu. İran ile diplomatik ilişkiler geliştirip, Kuzey Batı’da verilen savaşta destek sunmasını ve en azından Ağrı savaşçılarının rahat hareket etmelerini sağlamaya çalışır oldular.
Kürdistanlılar, 1908’den beri olan tüm örgütlenme faaliyeti içinden geçmiş bir tecrübeye sahipti.
Xoybûn’u tetikleyen ve moralize eden Ağrı Direnişi idi. Bu açıdan Xoybûn, Ağrı Direnişi ile var olanın ihtiyacı ile ortaya çıktı. Ağrı’ya bağlı şekillendiği için, Ağrı direnişinin yenilgisiyle birlikte sünümlendi.
AĞRI’DA DİRENİŞİN YAYILMASI, DEVLETLE TEMAS VE MÜZAKERELER!
1926’da başlayan Ağrı Direnişi, çok çabuk bir şekilde gelişir. Çünkü Kürdistan halkı canlı geçmişinde silahlı yaşamı içselleştirmiş, aşiret örgütlenmesi çözülmemiş, yiğitlikte aşiretlerin biri diğerinden geride durmayacak içsel bir gurura sahiptir. Halk dominedir. Haksızlığa karşı ortak hareket etme özelliği vardır, aşiretler arası çelişki olmasına rağmen birbirini koruyan ortak hareket etme geleneği de vardır. Zira sürgün hepsinin kapısındadır. Bunu herkes görüyor ve topraklarından sökülmek istemiyor. Devletin bu sürgün politikası, karşı direnişle başladı ve yüzleşti.
Buna en etkili direnişi koyan Bro’yê Heskê Têli’dir. Broyê Heskê Telî’yı mücadeleden vazgeçirmek için çok sayıda teklifler sunuldu. Ancak Broyê Heskê Têlî bu teklifleri hep reddetti. Çünkü Broyê Heskê Têlî, önce Osmanlı, sonra da Türk devletine hep hizmet etmişti. Buna rağmen kendisini sürgün etmeye kalkmışlardı. Bütün bu yaşananlardan sonra, devletin kendisine karşı müsamahakâr davranmayacağına inanmış, devlete inancını tamamen kaybetmiş ve tüm köprüleri atmıştı. Bu nedenle görüşmelere genellikle son derece temkinli ve hatta kabul etmez bir tutum ile yaklaştı.
Broyê Heskê Têlî’nin tutuşturduğu bu direniş, öylesine çabuk gelişti ki, devlet şaşkın kaldı. Bölgedeki devlet erkanı vali, kaymakam ve askeri yetkililer, arabulucular devreye koydu, mektuplar yazıldı, yollandı, af ve mevki vaatlerinde bulunuldu, ancak Broyê Hekê Têlî’yi kandıramadılar, ikna edemediler.
Broyê Heskê Têlî ile görüşerek direnişi bastırmayı düşündüler, “Bu nedenle Broyê Heskê Têlî ile Türk Kumandanı, Hellas Köyü’nde görüştü. Broyê Heskê Têlî, komutanın tatlı sert konuşmalarına aldırış etmedi, teslim olmadı. Bunun üzerine “Gelişen Ağrı İsyanı, ancak, şiddet ile bastırılacak.” diye rapor verdiler. Bu sürede devletin tüm saldırıları akıllıca boşa çıkarıldı, karşı saldırılar geliştirildi.
Beli bir aşamadan sonra, İhsan Nuri Paşa’nın da Ağrı’ya gelişi ile artık Ağrı Direnişi, yalnızca sürgüne karşı direnen bir hareket olmaktan çıkmıştı. İran, Türkiye, Sovyet sınırındaki en yüksek dağ olan Ağrı’da siyasi hedefleri, bayrağı, programı olan ve nasıl bir devlet ile savaş halinde olunduğunu algılayan bir kalkışmaydı. İhsan Nuri Paşa’ya da biat etmişti. Artık basit af yasaları ve vaatleri, politize olmuş Bağımsız Kürdistan ruhunu içselleştirmiş halkı kandırmaya yetmeyecek kadar aşmıştı. Bu vesile ile gerek Xoybûn’un uyarıları, gerekse de Kürt aşiret önderlerinin tecrübesi af vaatlerinin Kürt hareketini zayıf kılmak, aldatmak için edildiğini anlayabilecek güçte idi.
Ağrı Direnişçileri ile devlet arasında en ciddi görüşme ve müzakere, Mayıs 1928 tarihinde, Ararat direnişçileri ile Türk birlikleri arasında, iki güç arasında bir sınır olarak belirmiş Şehli Köprüsü’nde gerçekleşti.
Görüşmeye katılanlar:
Kürt Tarafı: İhsan Nuri Paşa ve direnişin önderliğinde yer alan 20 kişilik müzakere heyeti, 60 kişilik güvenliği alan birlik ile katılmıştır.
Türk Tarafı: 12 Milletvekili, Ağrı Valisi, 9. Tümen Komutanı, İl Jandarma Komutanı, Doğu Beyazıt Jandarma Komutanı Arif Hikmet, Bazıd ve Diyadin Kaymakamları, (28. Mayıs 1928)
Türk heyetinin İstekleri; Çatışmalara son verilmesi. Ayaklanmanın Sona Erdirilmesi, Kürtlerin rahat durmaları, yani eylemsizlik durumunda kalmalarını sağlamak.
Bunların gerçekleşmesi halinde Kürtlerin isteklerine uygun olarak, bazı iyileştirmeler yapılacaktır denilir. Bunlar:
Doğudaki sistemde bazı ıslahatlar yapılacak,
1925 Direnişi’nde sürgün edilenler affedilip eski yerlerine yerleştirilecek.
Kürt Siyasi önderleri hakkında genel af ilan edilecek.
İhsan Nuri Paşa’ya pasaport verilecek, istediği ülkeye gitmekte serbest olacak, İstemesi durumunda istediği ülkeye büyük elçi olarak atanacak.
İhsan Nuri Paşa’nın eşi Yaşar hanım’ın da yanına gitmesi sağlanacak.
İhsan Nuri Paşa, şahsına muhasır teklifleri kesin bir dil ile reddeder. Xoybûn’un programına uygun Kürdistan’ın Bağımsızlık hakkının kabulünü hatırlatır.
Bu isteklerden, 1925 Direnişi’nde Sürgün edilenlerin geri gelmesi ve affın çıkarılması gibi uygulamalarda bazı adımlar atıldı. Ancak diğer istekler yerine getirilmedi. Batman-Silvan arasında yerleşik olan ve aftan yararlanıp geri gelen Mala Fero’dan üç kişi devlet tarafından 1928’de infaz edilince, af güvensizliğe dönüştü. Şeyh Said Mücadelesine katılan pek çok insan, yeniden direnişte olan Ağrı Dağı’ndaki Kürd direnişlerine katılmak üzere silaha sarılmış oldu.
Savaşçılar. savaşın yükünü Kuzey Kürdistan’ın içlerine doğru yayarak, gerek lojistik yönden imkanlar sağlamak, gerekse de savaşı Muş, Erzurum, Bitlis’e doğru yaymak, diğer alanlarda direnen savaşçıların gücü ile birleşmek için çabalara girdiler. Bu nedenle farklı yerlerde gerilla tarzı eylemlere girdiler. Bu göreve Hesenanlı Ferzende Bey, Sipki Aşiretinden Abdulmecit Bey’ın oğlu Halis Bey, Temirê Şemki görevlendirildi. Ağrı dışında çeşitli sabotajlar düzenlemeye giriştiler.
AĞRI DİRENİŞİ DÖNEMİNDE KÜRT HAREKETİNDEKİ BÖLGECİ, PARÇACI DURUM,
Ağrı Direnişi devam ederken, Güney Kürdistan’da halen İngilizlere karşı Şeyh Mahmudê Berzenci’nin direnişi devam ediyordu. Doğu Kürdistan’da Sîmkoyê Şıkakî’nin İran sömürgecilerine karşı mücadelesi devam ediyordu. Mala Eliyê Unis Kewmê Çiyê ve çok sayıda çeşitli sebeplerle devlete ittihat etmeyen silahlı firari Kürtler vardı. Ancak bunları yan yana getirmekte yeterli olunamıyordu. Dersim Bölgesi yarı özerk ve hala devlet istediği gibi giremiyordu. Alişêr gibi bir önder, Dersim’de kalıyordu. Bunda Alevi-Müslüman çelişkisi ve birbirlerini rahat kabul etme sağlanmış değildi.
Bu parçalı duruşun ve durumun birçok sebebi vardı.
Gelenekçi aşiret ilişkisi ve aşiretlerin birbirine güvenmemesi yaygındı.
Geçmişte kendini yönetmeyi tadamamış ve bir yanı ile devletin kendilerini yöneteceklerini bekleyen, ancak kendilerini yöneten devletin de kendilerinin değerlerine saygı göstermesini isterlerdi.
Artık Kürdistan, bölünmüş ve bölünmenin derinleşmesi Anti – Kürt nizama göre şekilleniyordu.
Kürt ulusu ve Kürdistan’ın parçalanması yeni olmasına rağmen, Kürt hareketine de hemen yansıyordu. Harekete yön veren Xoybûn örgütü ise Ağrı’ya yetişemez durumda idi. Rojava Kürdistan’ından yapılmak istenen yardımı yetiştirmek mümkün görünmüyordu. Kaldı ki onların da elinde yardım edecek imkânları yoktu. Bu imkânsızlık, Ağrı Direnişinin yenilgisinden sonra çıkarmak istedikleri Hawar dergisindeki zorluklardan da anlaşılır. Dr. Nazıf Bey doktorluk yaparak, Haco Ağa sürgün ve yaşlı haliyle eski aşiret ilişkileri üzerinden dergiyi satarak yeni bir sayıyı çıkarmaya çalışıyorlardı. Celadet Ali Bedirxan kendini geçindirmek için bir tarafta tarım ile uğraşarak, bir tarafta yazım yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Celadet Ali Bedirxan sonuçta su kuyusundan su çekerken kuyuya düşerek yaşamdan koptu. Bu konuda Mehmet Uzun’un “Bira Qederê” romanı Xoybun yöneticilerinin yeterli ve trajik hayatlarını ortaya koymaktadır.
Türkiye İngilizler ile anlaşmış, Musul ve Kerkük’ü İngilizlere rüşvet vererek, Kürt hareketini bastırmak için daha rahat bir durumda hareket etmenin yanı sıra, tarım ilaçlaması gayesi ile İngilizlerden aldığı uçakları Ağrı Direnişçilerine karşı kullanıyordu. Bu anlaşmadan sonra Kürdistan’ı işgal edenler, bulundukları alanlarda Kürt direnişinin üzerine gitmede de rahat hareket ediyor ve direnişçileri eziyorlardı. Şeyh Mahmudê Berzenci, Simkoyê Şıkaki ve Ağrı direnişçileri kendi başlarına kalmıştı. Sömürgeciler, parçalanmış Kürt hareketine karşı daha yoğun ve rahat hareket ediyor ve Kürt soykırımını ortak uyguluyorlardı. Ancak Kürtler,  her parçada ve her parça kendi içinde birliğini bir türlü gerçekleştiremiyordu.
AĞRI DİRENİŞİNDE TARAFLARIN KONUMLARI
1930’a kadar Ağrı Direnişçileri Kürdistan’da her gün kendine yeni mevziler, yeni aşiretler, yeni ilişkiler yakalıyordu.
En ağır koşullarda, yakaladıkları askerlerin silahlarını ve erzakını alıyor, ancak kendilerine karşı insancıl davranmayı elden bırakmıyorlardı. Bunun olumlu ve olumsuz sonuçları oluyordu. Bırakmak durumunda kalıyorlardı, zira kendilerini esir alıp besleyebilecek ekonomik durumdan yoksunlardı.
Devlet ise gelişen Ağrı Direnişi karşısındaki yenilgilerini gözden geçiriyor, sürekli kendini reorganize ederek, eksikliklerini gideriyordu. 29. Türk Alaylayının başında Salih Omurtak vardı.
28 Aralık 1929 tarihinde, Mustafa kemal Atatürk’ün Başkanlığında, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve Genel Müfettiş İbrahim Tali’nin de katıldığı bir toplantıda; “Ağrı Kürt Direnişini Nasıl bastırabiliriz?” sorusunun karşılığını aramış ve Haziran 1930 tarihinde “Bastırma Hareketinin yapılması”na karar vermişlerdi. Bunun için de bazı tedbirleri almayı önlerine koymuşlardı.
Direnişteki güçlerin öncelikli olarak, yiyecek erzak başta olmak üzere lojistik destek ve imkânlardan yoksun bırakması, İran, Sovyetler ve komşu şehirler ve ülkeler ile irtibatını koparmak, geçiş yollarını ve hareketlerini kesmek sömürgeci güçler için en önemli acil görevi olarak belirmişti.
Direnişe katılan ya da destek veren tüm alanlardaki aşiret reislerinin aile ve mallarını, ahaliyi, direnişçilerle birlikte imha edileceği şeklinde tehdit etmek, yok edilecekleri inancını yayarak halkta korku ve panik yaratmak üzerinde psikolojik savaş yürütülüyordu.
Zayıf olan Türk ordusuna bağlı Jandarma birliklerini gözden geçirme kararını acil yerine getirmeliydiler.
Dağda hareket kabiliyeti olan askerleri yetiştirip, devreye sokmak önem arz ediyordu.
“Yabancı parmağı var” diyerek halkta güvensizlik yaratmak ve savaşanları izole etmek istediler.
Kürt aşiretleri arasında güvensizlik yaratmak, teslim olanları mükafatlandırmak, geniş imkanlar ile donatmak, ihbar ve böl yönet siyasetini yaygınlaştırmak önemli ve vazgeçilmez yöntem idi.
30 Haziran 1930’da sömürgeci güçlerin Ağrı’daki direnişçilere yönelik yapılacakları saldırıyı püskürtmek için, Kürt hareketi de tedbirler geliştiriyordu, ancak bu tedbirleri yetersiz kalıyordu.
Ancak Erciş-Van yolunu denetlemek ve bu hatta sömürgeci devletin Direnişi Ağrı’ya doğru itmek, sıkıştırmak gibi bir taktiğe yol vermemekte eksik kalmışlardı. Van Gölü’nden Erciş üzerine devletin intikal edeceğini hesaplayamamışlardı. Buna benzer önemli askeri tedbirler alınmamıştı.
AĞRI DİRENİŞİNDE EDEBİYAT BASIN. AYDINLANMA VE İLETİŞİM
1926-1930’lu yıllarda, Kürt edebiyatı gelişmemişti. Ulus edebiyatının en belirgin türü, romandı ve o zaman Kürt roman yoktu. En belirgin edebiyat, Ahmedê Xani, Feqiyê Teyran, Melayê Cizirî’nin 1400-1695 te yarattıkları birkaç diwanları vardı ve bu edebiyat ancak çok az kesimin okuyabildiği Kürt medreselerinde vardı. Tartışma, kritik etme, sorgulama söz konusu değildi. Yönlendirme tamamen aşiret liderlerinin talımat ve telkinleri ile yapılmakta idi. Bu da kolektif bir ulus bilinci yerine, sömürgeci zulme karşı “yiğitçe” kendini savunma tepkisi ile süren bir mücadeleden ibaret idi. Tabi yiğitlik, dürüstlük, dostluk ve insanlık kavramları Kürt aşiret kültüründe de çok köklüdür ve erdemli bir duruş olarak kendini ortaya koyardı. Ancak bilinç ile bireysel özgürlükler ile harmanlanamayan, bağımsız kişilerin kolektifinde birleşemeyen bu erdemlilikler, bazen zor ve şiddet karşısında büküldüğü ve ihanete kadar vardırıldığını görürüz.
Ağrı Dağı’nda çıkarılan “Agırı” gazetesi, bildiriler niteliğindedir. Bu da  Xoybûn’un gönderdiği ilkel iki tahtadan oluşan klasik teksirden ibaret bir baskı aracından ibaret idi. Tüm zayıf iletişim araçları ile mücadele kuryeler vasıtasıyla ve sözlü olarak sürdürülüyordu. Dönemin en etkili olan telgraf sistemi de Kürtler arasında kullanılamıyordu.
ZÎLAN VADİSİ KATLİAMINDA DUYARSIZLIK
Zilan Katliamına katılan Türk komutanlar, Salih Omurtak, Ahmet Derviş, İbrahim Attila Karay, Kürt halkını katletmek için sınırsız yetkili ve görevli idiler.
Devlet yaptığı katliamlarla açıkça övünüyor ve pervasızdır. Bu katliamlar açıkça devletin basın organlarında da yer alırdı. Yarı resmi Cumhuriyet gazetesi “Zilan Vadisinde 15 bin Kürt Eşkiyası tepelendi. Zilan Deresi Lebe leb Kürt cesetlerle doldu!” diye manşet atıyordu.
Daha önce; Rum, Ermeni, Pontus, Êzidi, Asur soykırımları yaşanmıştır. Gerek Kâzim Karabekir, gerek Koçgiri ve İzmir Yangınlarının icracı komutanı Sakallı Nuretin Paşa’sı; “Zoları Bitirdik Sıra Lolarda!” demelerini, Kürt hareketi tanımlayamadı. Devletin “bir millet yaratmak için” Yakın Doğu’nun tüm kadim halklarını yok sayarak ve yok ederek amacına varmaya giriştiğini ve bu yaşatılanın bir jenosit politikası olduğunu anlamadı, tanımlayamadı, dünyaya anlatamadı. Siyasi, hukuki ve diplomatik mücadelesinde devletin bu jenosidal karakterini ortaya koyamadı. Devletin propagandasının etkisinde kalarak, “İslami kardeşliğine” kanarak, Ermeni, Rum, Êzdi ve diğer soykırımlar ile kendisine yapılanın aynı olduğunu göremedi, söyleyemedi. Soykırıma uğrayanlar dini söylemlerin etkisinde kalarak, birbirlerine sahip çıkamadı. Her vadideki Kürt bir diğer vadideki Kürd’e yapılanın kendisine de varılacağının hassasiyetini, kaygısını taşıyamadı. Devlet, Dersimlilerin, Ağrı’daki soydaşlarına “yardıma gidebilirler” kaygısıyla, Dersim’in Pilemori geçidinde askeri tedbirler alırken, Dersimliler Munzur Harçik vadisinden ötesini görebilecek durumda değillerdi. Sonrasında bu öngörüleri ne kadar değişti tartışma ve sebepleri üzerinde düşünülürse ve araştırılırsa yeridir.
Şimdi bile, her bölgenin, her vadinin, nerede ise her köyün bir katliamını trajik bir şekilde anlatır dururuz. Burada suçu, Rum’da, Pontus‘lunda, Ermeni’de, Kürt’te arar, bulmaya çalışırız. Ancak tüm otokton halklara, Türk ve Müslüman olmayan herkese yönelen bir jenosit siyasetini bir bütün olarak tanımlama bilincini, kendi siyasal gücümüzde göremedik ve ona uygun bu soykırımları teşhir edemedik. Küçük çelişkilerimizi büyüttük esas planı seçemedik, göremedik.
Hasan Hişyar Sêrdi’nin deyimiyle; “Ermeni Kürde, Kürt Ermeni’ye, Osmanlı ya da Türk devleti ikisine düşman” olduğunu göremedik, gösteremedik. Oysa ki, kast edilen ve planlanan tüm Yakın Doğu halklarının jenosidal bir politikaya tabii tutularak yok edilmesi ve bunların bakiye toprakları üzerinde bir Türk Müslüman imparatorluğunu inşa etmek idi. Bu inşanın, olmayan millet, olmayan ülkeyi bu Türk – Müslüman İmparator devlete perçinleyerek bütünlüğünü amaçladıkça, faşizm, soykırım, sömürgeci niteliği ile şiddet üretiyor. Türkiye bugün bile bu sevdadadır. Bunun böyle olmasında biz soykırıma tabii tutulanların zafiyeti büyüktür.

Geçmişte Ermeni, Pontus, Rum, Êzdi, soykırımından tutalım da, Piran, Dêrsim, Zilan, Geliyê Sapo Kürt katliamlarını bir soykırımın parçaları olarak  göremeyişimiz  hala devam ediyor. Yakın dönemde ise, Roboski, Suruç, Ankara, ya da Vedat Aydın’dan Tahir Elçi’ye ya da Varto, Silvan, Gewer, Nisêybin, Cizre, Şırnak, Dêrik, Sur ve Kürdistan’ın diğer alanlarında uzun sürece yayılan ve girişilen katliamları tarihsel jenosidal politikaların birer parçaları olduğunu bir türlü bilince çıkaramadığımızı görüyoruz. Halen sıradanlaşan gözaltına alınmaları bile soykırım olarak değerlendirirken, yüzyıldan beridir Abdulhamidden beri şekillenen, İttihat ve Terakki iktidarı tarafından icra edilen ve Türk devleti tarafından sistematik olarak sürdürülen genel resmi bir sistem, rejim sorunu olduğunu görerek, önüne geçme politikasında eksik kalıyoruz. Tamamımız yok edilirken, biz halen “Erzurum Ermenistan mı, Kürdistan mı “ tartışması yapıyoruz ve aklıselim bir ortaklık oluşturamıyoruz. Meşruiyetten sonra giderek şekillenen, 1910’lardan sonra sistemli bir jenosit programına vardırılan Turancı, Türk resmi ideolojisinin Irkçı, faşist, bürokratik bir devletin resmi politikası halinde işlediğini bilince çıkaramıyoruz. Bugün çoğunluğumuz, Koçgiri, Dersim, Piran, Zilan ya da Halepçe jenositleri kavramını, kavramlarını kullanır, trajik şekilde olan anıları anlatır dururuz. Ancak bunu UZUN SÜRECE YAYILMIŞ SOYKIRIM ya da TOTAL JENOSİD olarak tanımlayamıyoruz. Oysa yüz yılı aşkın bir süredir Kürtlerin yaşadığı tam da böylesi bir jenosit değil midir? Ağrı ve Zilan katliamları da bu genel soykırım siyasetinin, icraatının birer parçalarıdır.
Ulusal sorunlar ve soykırım sorunları, ulusal ve yerel sorunlar değil, tüm insanlığı ilgilendiren uluslararası sorunlardır. Çözümleri de dünya insanlığının müdahalesi, garantörlüğü, uluslararası güçlerin, devletlerin, milletlerin, halkların müdahalesi ile çözülecek sorunlardır.
Soykırımı uygulayan sömürgeci ya da şovenist iktidarlar ya da güçler, genellikle bu sorunları, “benim sorunum, benim çözeceğim sorun.” diyerek, beklenti yaratarak, oyalayarak jenosidi devam ettirmek istiyorlar. Böylece bu sorunun/sorunların uluslararası konumlaşmasını engelleyerek ve çözümünü de bu siyaseti ile geriletmeye uğraşıyorlar. Burada düşünsel, siyasal ve hukuksal bir evrensel tanımlama ve mücadele ile bizim de soruna yeterince yaklaşmadığımızı belirtmek isterim.
Bunun için Kürtler;  uluslararası hukukta, soykırıma karşı, nasıl mücadele edilsin ki? Elbette teşhis yanlış olunca ve hastalığa, soruna gerekli dozda ilaç verilmezse bu hastalığın, sorunun, trajedinin üstesinden gelmesi güçleşecektir.

Yaşanan soykırım tartışmaları, “BM’in soykırım ile mücadele konumuna, çalışmalarına vardırılmalı mı, vardırılmamalı mı?” tartışmaları artık geride kalmalıydı.  Eğer kalmamışsa, kalmıyorsa burada bir yanılsama ve siyasi körlük var demektir!
“Soykırıma uğrayan halklar ile dayanışma, yüzleşme ve mücadele hususunda tartışmalar yerel miydi, evrensel mi?” gibi sorunlar karşısında daha çok umursamaz kaldık. Böyle olduğu için de soykırım sorunsalında eksik kaldık, acil tedbirler üzerinde siyaset üretemedik.
KÜRT MÜCADELESİNDE DÜNYADA DEĞİŞMEYEN ANTİ- KÜRT NİZAM, 21. YÜZYILDA ÇATIRDIYOR!
– Şeyh Mahmudê Berzenci hareketinin olduğu 1916-1920’li yıllarda, Rewanduz’da Özdemir Paşa adında bir Türk subayı var. Osmanlı ve Türk devletinin Güney’deki görevlisidir. Bu Türk subayı, Şeyh Mahmudê Berzenci’den; ”İngilizlerle müzakere yerine, bizimle davran, biz seni kral olarak tanırız!” der. Böylece Şeyh Mahmud’un İngilizlerle oturup müzakere yürütmesinin önüne geçer.
– Şeyh Mahmudê Berzenci, 20 Ocak 1923 tarihinde, SSCB’den, “Sosyalist iktidarın anti-emperyalist” söylemlerine binaen İngilizlere karşı savaşında destek ister. Ancak bu isteğine cevap verilmez.
– Milletler Cemiyeti gözetiminde, Güney Kürdistan’da yapılan bağımsızlık referandumunda, Güney Kürdistan’da, Kürt halkının ezici çoğunlukla Bağımsızlık talebini sandığa yansıtmasına binaen, 20 Mart 1925 tarihinde İngilizlere ve Milletler Cemiyetine yazdığı mektubunda kendisini “Kürdistan Kralı” olarak ilan eder ve bağımsızlık talebinin kabul edilmesini ister. Ancak bu istemi yerine getirilmez ve Kürt halkının iradesi tanınmaz ve ayaklar altına alınır.
Kürt ve Kürdistan’a karşı, 1919-1924 yılları arasında, Anti-Kürt bir nizam şekillenir. Bakü Doğu Halkları Kurultayı’nda, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşması doğrultusunda ilk adım atılmış olur. “Yakın Doğu İşlerini Çözmek İçin Lozan Konferansı” ve ardındaki antlaşma ile Kürdistan’ın ve Ermenistan’ın bölünmesi, parçalanması ve bölüştürülmesinde İngiltere, Fransa, Türkiye, Sovyetler Birliği anlaşmış ve bu antlaşmadan itibaren Osmanlı Devleti’nin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, İttihat ve Terakki’nin oluşturduğu hedefleri, yanı soykırımla “ulus ve devlet olma” yoluna devam eder. Yeniden Yakın Doğu’da kısmı değişikliklere tabi tutarak, yoğunlukla tatbik etmeye başlar ve bu sürekliliği “baki”  olarak tanımlar. Maalesef bu hedeflerin önüne bugüne kadar geçilmiş değil.
Ermeni, Süryani ve diğer Müslüman olmayan halklara karşı sürdürdüğü soykırım politikasına Kemalist hareket İngiliz ve Osmanlı Devleti’nin görevlendirmesi ile 1919’da, Önce Pontus’ta Rumlara, sonra Koçkiri’de Alevi Kürtlere karşı girişerek devam ettirmeye başladı. 1920-1923 yıllarındaki oyalamaların ardında ayağını yere basınca, hızlı bir şekilde fiziki yok etmelere devam etti. Kısa sürede Kürt milletini; Ermeni, Süryani ve Êzidi Kürtleri gibi yok edemeyeceğini anlayınca,  Kürt soykırım politikasını, uzun süreli ve total bir soykırım siyaseti ile sürdürmeyi yeğledi ve benimsedi.
Tüm bu politikalarını sürdürmesinin kolaylığını Dünyanın gözleri önünde cereyan eden bu soykırıma Dünyanın sesiz kalmasının neticesinde idi. Burada, devletin jenosidal politikalarına karşı koymada biz Kürtlerin de büyük zafiyeti vardır.
Kürt diplomasisi, 1919-1923, 1925 – 1930 yılları arasında artık dünyada Anti- Kürt nizam ile Kürdistan diplomatik alanda kuşatılır. Ermeni liderler bizzat Taşnak lideri Vahan Papazyan ve Kürt lider İhsan Nuri Paşa’nın, İran nezdindeki çalışmaları sonuç doğurmuyordu. Yine Prens Sürreya Bedirxan’ın Amerika Senatosu’ndaki girişimleri de herhangi bir sonuç çıkaramıyordu. İngiliz, Sovyet, İran ve Fransız güçleri Ararat direnişçilerinin özgürlük havarilerini duymuyor, aksine kısmaya uğraşıyorlardı. Kürtlerin dostları ile cılız da olsa, tüm diploması girişimleri sonuçsuz kalıyordu.
Burada çokça ümit bağlanan Sovyetlerin durumuna ilişkin iki örnek vermek istiyorum.
Erebê Şemo, 1934 yılında ilk Kürt romancısıdır. Önce “Şivanê Kurd”, daha sonra da “Jiyana Bextewar” ile “Kela Dımdımê” romanlarını yazmıştı. Kitapları Erivan’da yayınlandı. Hemen sonrasında ise Sibirya’ya sürgün edildi. Orada, 18 sene sürgün kaldı. Sonrasında Ermenistan’a döndüğünde artık eli kalem tutamaz halde idi.
1942 yılında, Eliyê Evdirehmanê Mamedov, “Şer Li Çiya“ adında bir roman yazdı. Roman, Ağrı Direnişini konu edinmişti. Direnişe katılan Şêyh Zahir’in kahramanlıklarını ve yaşadıklarını anlatan tarihi bir roman idi. Bu roman, 1942 yılında yazılmıştı. Yayınlanması için yayınlama kuruluna sunulmuştu, Ancak Ağrı Direnişini anlatan bir roman olduğu için, Türk devletine karşı bir tarihi direnişi içerdiği için, “Sovyet ve Türk devletlerinin dostluklarının bozulmasına vesile olacağı için,  yayınlanmasında sakınca var” dendi ve yayımlanmadı. “Şer Li Çîya” kitabı, ancak 1989’da Sovyetler Birliği tasfiye edildikten sonra yayınlandı, Türkiye’de ise Hejarê Şamil’in kıril alfabesinden latin alfabesine transkirip etmesi suretiyle tarafımızdan 2010 yılında, İstanbul’da Pêrî Yayınları tarafından yayımlandı.
***
Bir de Ağrı Direnişçilerinin dört bir yandan kuşatılmasından sonra, Iran ve Türkiye arasındaki sınır anlaşmaları ve sıcak ilişkileri hisseden savaşçılar, Ağrı Direnişinin önder kadrolarından olan Ardeşir Muradyan’ı Ermenistan’da girişimlerde bulunup, en azında önder kadrolarından bir kısmının orada barınmalarını sağlamaya çalışmak üzere yanına da dört Kürt savaşçıyı katarak gönderirler. Ancak Ardeşir Muradyan ve beraberinde gidenlerden bir iki gün haber alınmaz. Sonra gidenlerden biri döner ve durumu şöyle anlatır:
“Biz sınırı geçer geçmez, Ermenistan’da Ardeşir Muradyan’ın tüm anlatım, itiraz ve yalvarmalarına rağmen, bizi tutuklayıp nezarete attılar. Sonra nezaretin kapısında bekleyen nöbetçi askerle diyaloga girdim. Asker Kürt değil, Ermeni idi. Ancak Kürtçe anlıyor idi.
“Başka arkadaşlarınız var mı, neredeler, nasıl yaşıyorlar, nereye gidecekler?’ vb. sorular soruyordu. Bizi öldürecekleri kesin idi. Bunun üzerine ben;
– ‘Biz öncü grup olarak geldik. Arkamızda yüz kadar süvari daha var. Ancak onlar yolu bilmeyip kaybolabilirler. Belki de Ermenistan’a geleceklerine yanlışlıkla İran’a da geçebilirler!’ dedim.
Bunun üzerine nöbetçi hemen koşa koşa kayboldu. 15-20 dakika sonra geldi.
-‘Biz seni bırakırsak gidip onları da buraya getirebilir misin?” diye beklemediğim bir soru ile baş başa kaldım. Ben de;
-’Tabi neden gitmeyeyim ki?“ diyerek dediğini olumladım. Kapıyı açıp beni bir yetkilinin karşısına çıkardılar. Benim gitmemi olumladılar.
– “Hemen git tamamını al ve buraya getir!” dediler.
Tam yola çıkacaktım ki, beni gönderenlere döndüm ve;
– “ Ancak atlı gidip arkadaşlarıma ulaşabilirim, başka türlü yakalamam mümkün olmayabilir!” dedim. Zaten yaya gidip kurtulmam da mümkün değildi.
– “Tamam!” dediler ve atımı verdiler.
Atıma atladığım gibi, sınırı geçerek Ararat’a ulaştım. Durumu Direnişçilere ilettim. Sonra, Ardeşir Muradyan’dan haber alamadık. Öldürüldüklerine dair haberler aldık. Diğer gidenlerin de tutuklanacağı, öldürüleceği kesindi.” diye iletir. Bu üç olay SSCB’nin o dönemde Ağrı direnişçileri ve Kürtler konusunda nasıl bir politikaya sahip olduklarını gösterirdir.
1930 yılındaki hareketi bastırma tedbirleri için Sovyet sınırı denetimi sıkılaştırıldı. Yalnız Sovyet sınırı değil, İran sınırını da İran devleti ile anlaşarak, sınırı Kürtlerin geçişine daha sıkı kapattılar. Bu sistemli hale getirilen Anti-Kürt politikanın ya da bir anti-Kürd nizamın alenileşmesi idi.
Türk devleti, Ağrı Dağı’nın İran tarafını askeri denetime almak ve sınır geçişlerini engellemek için Türk sınırına kattı. Türkiye buna karşılık, Çaldıran’daki daha zengin ve tarıma da elverişli alanları ise İran’a verdi.  Böylece Ağrı Dağı’nın sınır geçişlerini denetimine aldı.

Buna rağmen Erivan, Elegez, Nahçivan ve İran Kürtleri arasındaki ilişki zorlaştı, cılızlaştı, zayıfladı, ama hep devam etti.
Burada günümüzle mukayese ettiğimizde;  bu Anti- Kürt Nizam; 2003 yılına kadar ki II. Körfez Savaş’ına kadar devam etti. O tarihten sonra, 1920’den beri uluslararası arenada oluşan “Anti-Kürt Nizam” çatırdamaya başladı. 8 Haziran 2014’te DAİŞ’in Musul’u alması ve Kürtlerin 2060 km.’lik uzunluktaki alanda karasal alanda, mücadele eden Kürtlerin, siyasal meşruiyeti de Yakın Doğu’da kendini ortaya çıkarıyordu. Ancak burada da Kürtlerin Ulusal Birliği’nin oluşamadığı ve parçalı halinin devam ettiği bir dezavantajı yaşıyoruz, tıpkı 1927-1930’da olduğu gibi.
Şimdi tekrar Ağrı Direnişi dönemine döndüğümüzde, bir başka durum ile de karşılaşırız ki; 1929’da Ağrı’da Direniş en parlak döneminde iken, Türk, İran ve Sovyet ilişkilerinin sınır hattında sıklaştığını görürüz. Eş zamanlı olarak otonom Kızıl Kürdistan tasfiye oluyor.
AĞRI KÜRT DİRENİŞİ VE KURDİSTANA SOR’UN TASFİYESİNİN
AYNI DÖNEME DENK GELMESİ TESADÜFÎ DEĞİLDİR!
Ağrı Kürt Direnişini tasfiye eden olgu, Dünya’da oluşan Anti-Kürt nizamdır. Bu olgu Kızıl Kürdistan’ın da tefsiye edilmesine vardırılır.
Bu Anti-Kürt nizam, Koçgiri, Şêyh Mahmudê Berzenci, Şêx Said, Ağrı Kürt Direnişi ve Dersim Alevi Kürt soykırımı, Mehebat Kürt Cumhuriyetinin tasfiyesi vs. olaylarında da görülen bir durumdur.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi, 1920’de “Bakü Doğu Halkları Kurultayı” gerçekleştirdiğinde; Komünistlerin kendisini “Kafkasların Lenin’i” olarak tanımladığı Stefan Şahumyan, kurultayın divanındadır. Ermeni jenosidini gerçekleştiren İttihatçılardan Salih Zeki, Enver Paşa ve benzerleri de “anti-emperyalist ve halkların dostu” olarak kurultaya delege olarak alınmışlardır. Ancak Kurultay’da bulunanlara, “1.5 milyon Ermeni neden yok edildi?”, “Pontus’lular neden yok edildi?”, “Ege’de Rumlar neden taciz edilip sürüldü?”, “Koçgiri’de olanlar neyin nesi idi?” diye gündeme gelmemiştir. Doğu’da Kürt, Ermeni, Asur, vs. halklarının ve haklarının neler olduğu, uğradıkları mağdur durumun vs. esaslı sorunlar gündeme alınmamış ve sohbeti bile edilmemiştir.
Ancak, Sovyet Yönetimi tüm olanları biliyordu. Ermeni, Pontus, Kürt halkının yaşadığı alan ve halklar, Çarlık Rusya’sının savaş alanıydı. Bu halkların burada yerleşik halk olarak bulunduğu, İttihat ve Terakki ile devamı olan Kemalistler tarafından yok edildiklerini bilmemeleri de inandırıcı olmazdı, olamazdı.
Sovyet Devrimi de İşçi, köylü, Çarlık Ordusu’ndan Bolşeviklere iltihak eden toplumsal kesimlerin SBKP’ye verdikleri destek üzerinden gerçekleşen bir devrim idi. SBKP’nin pek çok kadrosu Çarlık Ordusu’ndan çalışmış ve oradan devşirilmişti. Bunların Yakın Doğu halklarının yaşadıklarından habersiz olmaları mümkün değildi. Ama Lenin ve Stalin ya da dönemin Komünist liderleri bu halklara yapılan mezalimi görmek istemediği gibi, Jön Türk, yani İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ve onların devamı olan Kemalistleri “ulusal kurtuluşçu”, “anti-emperyalist”, “proleter devrimin yedeğindeki güç”, “Müslüman milletlerin milli Kurtuluş mücadelesine örnek ve önder” lider/liderler olarak gösteriyordu.
Ancak burada, görmemiz gereken şu ki, Xoybûn’dan Ağrı Direnişine yansıyan, İhsan Nuri Paşa’nın önderliği ile Kürt ulusal mücadelesinin amaçlarına, Ermeni aydınlarının da geçmiş tüm yaşananlara rağmen gösterdikleri dostluk elidir, karşılıklı yüzleşmeleridir. Bu uyum, Kürdistan’ın bağımsızlığı, Ermeni dostluğunun pratik ve diplomatik alanda tezahür edilmeye çalışılmasıdır.
Xoybûn’u destekleyen Taşnak ve diğer Ermenilerin danışma düzeyindeki destek ve dostluklarını bahane eden Sovyetler, kuruluşundan itibaren Kürt dostu olmayan politikaları ile bu ittifakı bahane ederek Kemalistler ile daha sıkı bir ittifak geliştirdiler. Bu ittifak, Ağrı Direnişi ile beraber, Kürdistan’a Sor’un da tasfiyesini getirecek kadar ileri taşınmıştır.
Sovyetlerin, Ermeni ve Kürt politikası, onun ilkelerinden ziyade pragmatik, faydacı bir siyaset ile halkların sorununa yaklaştığını görürüz. Bu faydacı-pragmatik siyaset, İngiliz ve Sovyetler arasında karşılıklı destekleri ile “Tampon Hatta” oluşan Türkiye, İran, Afganistan ve Çin’in Çan Kay Şek iktidarlı devletleri Faşist iktidarlar olarak şekillendi. Ancak bu durum kendisine “sosyalist” diyenler tarafından görülmedi, görenler de görmezlikten geldi. Bu durum Türk Solu’nu, Kemalist devleti “itibarlı” ve kendilerinin itildiği liman olarak kaldı ve “Modern Türkiye”nin, “Eşkıya Kürtler”i ezmelerini destekleyen bir utanç duyulası, kahrolası bir duruşa şuursuzca sürüklendiler, aşamadılar ve bir iki istisna dışında halen oradalar..
Xoybûn, bağımsızlık programına sahip olmasına rağmen, İran devleti ve halkı ile dostluk prensibini programında bile belirtmiş bir örgüttür. Bunda, Güney’de Şeyh Mahmudê Berzenci’nin, Doğu’da ise Simkoyê Şikaki’nin Türk devleti ile girdiği “dostluk” ilişkilerinin etkisi vardı.
Yani Kürdistan’ın parçalanmışlığı sorunu bugün nasıl yansıyorsa, o gün de Xoybûn’un siyasetine farklı parçaların, parçacılığının Kürt ulusal hareketine nasıl yansıdığını görüyorsak, bugün de görüyoruz. Bu nedenle o gün de Kürt ulusal birliği zedeleniyor, birlik olunamıyordu, bu gün de!
Sovyetlerin, hiçbir dönem Kürtlerle ilişkisi sıcak olmadı. Ağrı direnişinde de Sovyet yetkililerine yardım elini uzatmaları için direnişteki yetkililer mektuplar yolladı. Ancak karşılıksız kaldı. Ama bu, esasta Kürt Solu’na da gerekli dersi çıkarttıramıyordu. Zira Ağrı Direnişi döneminde, Hraçya Koçar Kapriyelyan’ın kaleme aldığı “Özlem (Garod)” kitabında, bir köylünün şahsında Sovyet bürokrasisini eleştirdiği, Kürt ve Ermeni ilişkilerindeki sıcak ilişkileri hatırlatmak istediği kitabında, sınırların Kürt ve Ermeni halkına nasıl kapatıldığını eleştirir,  trajik bir hal olarak anlatır.
AĞRI DİRENİŞİNDE TKP VE EGEMEN ÜLKELERDE MUHALEFET VAR MIYDI, VARSA NE TUTUM GELİŞTİRDİLER?
Ağrı ve diğer Kürt varlık direnişinde, yaşanan soykırımlarda Türk ve Türkiye Solu’nun, Türk devletinin siyasetine paralel bir hat izlediğini görmekteyiz. Sosyalist ülkelere bağlı olan, sorunlara gözlemci ve içten değil, üstten ve düşünsel üretimden uzak, kopyacı bir zihniyet ile bakan pragmatist bir sol siyasetin olduğunu görmekteyiz. Tamamı, 1970’lere kadar; “Türk devletinin modernleşme siyasetine karşı kalkışan, gerici, irticacı hareketlerdir. Bastırılsın ve bastırılması doğrudur!” demiştir.
Bu ezberi ilk bozan İki Çorumludur. Biri İsmail Beşikci’dir. Diğeri TKP/ML- TİKKO’nun kurcusu ve  lideri İbrahim Kaypakkaya’dır.
1970’ten sonraki radikal Türkiye Solu’nun, Kürdistan-i hareketten de etkilenerek; “Ulusların Kendi Kaderlerini Belirleme Hakkı, Marksizm’in bir ilkesi olarak Kürtlerin devlet Kurma hakkı dahil, kendi geleceklerini belirleme hakları vardır” denildi ve bu tespit yeterince içselleşmeden genel bir kabul gördü. Ancak bugün görmekteyiz ki, bu söylemin de pek içselleştirilemediği, Türk milliyetçiliğinin etkilerinin ağır olduğu ortaya çıkmış ve bu tespitlerinden çoğunun vazgeçerek, “Biz Türkiyelileşmeyi esas alıyoruz. Bölücü değiliz. Kürt devleti istemeyiz.” diyerek “Yön” çizgisinde, Doğan Avcıoğlu Solculuğuna rucü ettiler.
Bugün zayıf ve cılız yapısına rağmen, Türk solunun ezici çoğunluğu, tıpkı Müslümanların “ümmet kardeşliği” gibi, “Halkların kardeşliği” ile Kürdistan’ın özgürlüğünü ve bağımsızlığını “gereksiz” görerek, ötelemeye çalışmaktadırlar.

Bu arada, İslamcı kesimler de Türk milliyetçi ve ümmetçi çizgideki istikameti esasta aşamamıştır. Bu nedenle Kürtlerin özgürlüğü, halkların dostluğunu ve eşitliğini esas alan, dini siyasetin dışında tutan bir yerde olması ile başarıya uzanabilir.
Bugün de Türk solu, liberal ve kendine “aydınım” diyen tüm kesimleri, öncesindeki PKK’nin, devletleşme programına karşı dururken, “Devletleşmeme ve Türkiyelileşme” programına ise dallama atlamaktadırlar. Bu atlamaları da aydın tutumu ile bağdaştırmak doğru değildir. Tamamen Kürtleri; Türki ve Türkiye’yi merkeze çekmeye çalışan ”Türkiyelileşme” politikalarının arzusunda olup, halkların eşitlik ve özgürlüğünü esas almaktan uzaktırlar.
Bugün Kürt sorununu Ankara’nın dışında gören Türk aydın ve solcusunun sayısı, bir elin parmaklarını geçememektedir. Bunun böyle olmasının aksine, Türk aydınları, Kürt hareketini Ankara merkezli çözümlere (ki ben buna çözümsüzlüğe uğratma uğraşısı olarak görüyorum) çekiyorlar. Bu Kürt ulusal mücadelesinin uluslararası arenaya çekilmesi ve milletler ailesine bağımsız ve ferdi olarak üye olmasını zorlaştıran, engelleyen bir durumdadırlar.
AĞRI DİRENİŞİNDE, TÜRK DEVLETİNİN KULLANDIĞI SİLAHLAR VE
KARŞI KONUŞLANMADAKİ EŞİTSİZLİKTEN, KÜRTLER NE DERSLER ÇIKARDI?
Türk, Sovyet, İran ilişkilerinin sıklaşması ve devletlerin diplomatik bağlantıları ve tavizleri neticesinde, İran ve Sovyet sınırı Kürtlerin oralardaki Kürtlerden destek almasını önlemişti. Kürtlerin buradan lojistik destek alarak karşı politika ve pratikte bulunmasını tıkamıştı. Van, Erzurum, Muş, Dersim tarafından gelebilecek destek, Türk devletinin aldığı tedbirler sonucu kesilmişti.
Devletin, Van gölü ve Van üzerinden saldırısını güçlendirmesine karşı tedbirler de yeterli olmaktan uzaktı.
Kürt direnişçilerinin Ağrı eteklerine doğru itilmesi, devletin asil taktiği idi. Kürt direnişçilerinin ise dağa doğru çekilmekten başka çareleri kalmamıştı.
Direnişçiler ve birlikteki ailelerin sayısı 2.000- 2500 civarında idi.
Doğu Bazid’teki hava alanında bulunan uçaklar 5 bin metre yükseklikte uçuyor ve halkın yaşadığı, barındığı alanlara, yoğun bomba yağdırıyordu. Buna karşı direnişçilerdeki silahlarla bu bombardımanı önleyecek mesafede karşı koyabilecek silahları yok idi.
Ağrı Direnişi’nde Türk devleti, 45 bin ile 60 bin arasında değişen bir askeri gücü vardı. Kürt Güçleri ise 1926 yılında başlarken 150 savaşçı kadardı. Bu sayı giderek arttı. En güçlü olduğu dönem İhsan Nuri Paşa’nın aşiretler ile yaptığı toplantılardan sonraki 1928-1929 yılları idi. Bu yıllarda Kürt özgürlük hareketi etkisini Kürdistan’a Sor’dan, Muş, Bitlis ve Diyarbakır’a kadar hissettiriyor ve yaygın olmazsa da savaşçıların katılımını sağlıyordu. Tüm verili genişlemesine rağmen, Kürt savaşçılarının gücü 2 bin- 3 bini geçememiştir.
Kürt savaşçılarına dışarıdan bir lojistik destek olmamıştır. Silahları, daha çok eski çarlık Rusya’sından ele geçirilen Mavzerler idi. Bir kısım silahları ise Türk karakollarına yaptıkları baskınlarda elde ettikleri silahlar ile sınırlı idi.
1926 ile 1930 yılları arasında Kürt güçlerinin, Türk silahlı güçlerinden elde ettiği malzeme ve esir toplamı şöyledir…
2 bin esir. 60 mitralyöz, 24 top, sayısı belirlenmeyecek kadar piyade silahı  ve iki de düşürdüğü uçak olmuştur. Uçaklar savaş uçağı değil, Türk devletinin daha ziyade İngilizlerden elde ettikleri, tarımın ilaçlanmasında kullanılan uçaklar idi. Devlet bunları savaşta kitlelerin üzerine bomba atmakta kullanırdı.
Xoybûn, Rojava Kürdistan’ından 100-200 kişilik bir Kürt birliğini göndermek için teşebbüs etti. Ancak bu güç, Mardin- Midyat’tan yukarıya çıkacak imkanı bulamadı.
Doğu Kürdistan’a geçmek isteyen direnişçiler, 2.500 kadar nüfusu ile adeta bedenlerini kurşunlara vererek, Türk ve İran askerlerinin ateşi arasında ne kadarını kurtarabildilerse durumunda kaldılar. Sınırda geçmeye girişenlerin nerede ise yarısı Türk ve İran sömürgecileri tarafından yoğun otomotik silahlı ateşe tabi tutularak toplu şekilde öldürüldü.
Doğu Kürdistanlılar, parçalanmış ülkelerinden, parçalanmış direnişçi akrabalarını çok sıcak karşılayıp kurtarmaya çalıştılar. Ancak İran devleti yardım etmelerine fırsat vermiyor onları da katletmek ile yüz yüze bırakıyordu.
Keskoyiler başta olmak üzere, Cewo ailesi gibi sömürgeci ve soykırımcı devletin Kürtlerin içinde yarattıkları işbirlikçiler de Kürtlerin mücadelesini içten parçalıyor, devlete yardımcı oluyorlardı. Bu da hem moral bozucu, hem de güç olarak bölen bir durum olduğunu görmemizi gerektirir.
Türk ordusu, Kürtlerin insanı ve esirlere karşı tutunduğu tutumu bile, Genel Kurmay amansız kullanıyor ve esirleri gözden çıkarıyor, onlarla birlikte imha ediyordu.
AĞRI DİRENİŞİNDE, DİRENİŞÇİ VE LİDERLERİN AKIBETİ ADANA’DA YARGILANANLAR.
Ağrı’da yakalanarak öldürülmeyen 750’ye yakın savaşçı Adana’ya götürülmek üzere yola koyuldu. Bir kısmı yolda işkence ve açlıkla terbiye edildi, can verdi. Büyük bir kısmı Ağrı  Dağı’nın soğuk havasına alışmış, Adana’nın sıcağına alışmayan ağır tutsaklık ve işkence altındaki halleriyle Tifoya yakalanıp öldü, bir kısmı ise zehirli iğnelerle öldürüldü.
Adana Mahkemesi 22 Mayıs 1932 tarihinde Ağrı direnişine katılanlara karşı açılan davanın sonucunu açıkladı. Bu kararlara göre; 31 kişi idam edilerek öldürüldü. 58 kişi ise değişik süreli hapis cezalarına çarptırıldı. Az kalan küçük bir kısmı ise Türkiye’nin Ege bölgesine değişik yerlerine sürgün edildi. Onlardan Ağrı’ya sağ dönebilen insan nerede ise bir elin parmak sayısını geçmezdi. Hapis cezasına çarptırılanların da çoğu cezaevlerinde yaşamlarından oldu.
Lider Savaşçılardan İhsan Nuri Paşa: İran’a geçer, Tahran’da gözaltında tutulur. Bir dönem Doğu Kürdistan’ın Urmiye şehrinde kalır. 1947’de Mehabat Kürt Cumhuriyeti öncesinde  yine Tahran’a sürgün edilir. Orada 1972 yılında sokakta şaibeli bir motorsikletin çarpması sonucu yaşamını yitirtir. Yaşar (Çerkez) hanım İhsan Nuri Paşa’nın ölümünden sonra, Urumiye’ye yerleşir. Mela Mustafa Barzani, yeğeni Dilşad Barzani’yi ona bakması için görevlendirir. O da İhsan Nuri Paşa’nın ölümünden kısa bir süre sonra yaşamını yittirir.
Broyê Heskê Teli (Celalı): Türkiye’ye teslim olmadı. İran’a geçti. Türk İran sınırında eylemlerini devam ettirdi. İran ve Türkiye kendisini öldürmek için büyük paralar ortaya koydu. Sonuçta İran’ın azmettirmesi ile Doğu Kürdistan’da Kürdlerin eliyle Broyê Heskê Teli katledildi. Onun da katledilişi daha  çok tartışılacağa benzer..
Reşoyê Silo (Bekiri):  Reşo medrese eğitimi almış, Kürt milliyetçiliğine inanmış biri idi. Karakol baskınlarından isimi duyulan bir savaşçı idi. Direnişin dağılmasından sonra Zilan Deresi ile İran arasındaki dağlarda hanımı Zeynê ile birlikte bir sene kadar yaşadı. Gerilla tarzı eylemler de gerçekleştirip mücadeleyi sürdürdü. Muradiye Erciş arasında bir mağarada barınıyordu. Ekmek bulmak için akrabalarına giderken köylülerin kurduğu pusuya düştü. Yakalandı. Eşi ile birlikte önce kurşuna dizildi, sonra da kafaları kesilerek halka ve Bekiri aşiretine teşhir edildi.
Şeyh Abdulkadir: İran’a geçer, Tebriz’de uzun yıllar gözaltında tutulur. İkinci dünya savaşından sonra Sovyetler orayı işgal edince, temsilci olarak atar. Orada ölür.
Ardêşir Muradyan: Ardêşir Muradyan ve yanındaki dört direnişçi Ermenistan’a geçti. Sovyet devleti tarafından öldürülerek kaybettirildi.
Şeyh Zahir: Tuzluca’da tuz müdürü idi, Aydın bir insandı.  Şeyh Said Direnişine katılmadığı için kendisini pek suçlarmış. Ağrı direnişi başlayınca, o da katılmış. İran’a geçerken çıkan bir çatışmada yaşamını yitirir. Eliyê Evdirehmanê Mamedov’un “Şer li çîya” romanı, Şeyh Zahîri konu edinir.
Usivê Evdal: İran tarafından ilk öldürülen direnişçi önderlerdendir.
Nadir Bey ve Mehmet Bey(Heyderi): İran’a geçerler. Orada uzun yıllar sürgünde kalırlar. 1938’de çıkan af’tan sonra Türkiye’ye gelirler.
Ferzendeyê Silêmanê Ehmed (Hesenani): Silahını vermek istemediği ve çatıştığı için İran devleti kendisini yakalar ve zindanda öldürür. Ferzendeyê Silêmanê Ehmed, Doğu Kürdistan’da hapishanede elleri kelepçeli, ayaklarına demir bağlanır. Ama o kendini değil, arkadaşlarını ve Zilan’da yapılan katliamı düşünür. Zindanda öldürülmeden önce söylediği aşağıdaki ağıttaki dörtlük Ağrı direnişindeki halkın mutluluğunu, kuşatılmışlığını, liderlerinin akıbetini, halkın nasıl katledildiğini özetleyen bir strandır.
…….
Hawar Dîdeme  xweş Dîdeme
Hesp diçêrî canî li cem e
Xwesî rûniştîye bûk li cem e
Axa rûniştine her yekî şaîreki xwe li cem e
Alîyekî me Rusya ye, yek Turkîya ye, yek Ecem e
Îro disa di Gelîyê Zîlan de zav û zêçê me, erz û eyalê me
Dewleta recal, hemî kûştine û dane ser hev lem e lem e…

Türkçesi:
Didem’dir hoş Didem’dir(*).
At otluyor tayı yanındadır.
Kaynana oturmuş gelini yanındadır.
Ağalar oturmuş, her birinin ozanı yanındadır.
Bir yanımız Rusya, bir yanımız Türkiye, bir yanımız Acem’dir.
Bugün yine Zilan Vadisi’nde çağa çocuğumuz, kadın ve yaşlılarımızı,
Barbar devlet, tamamını öldürmüş ve cesetlerini lebe leb üst üste yığmış!(**)

Direnişte yer alıp tespit olunan diğer sağ kalanlar aileleriyle birlikte çoğu Ege’ye sürgün edilir. Sonraki yıllarda bır kısmı geri gelir. Bir kısmı ise Ege’de asimile olup erir.
*- Didem: Ağrı- Zilan bölgesinde Ferzende’nin komuta ettiği bir bölgenin ismidir.
**- 30 Haziran 1930 tarihinde, Cumhuriyet Gazetesindeki manşette; “ Askerlerimiz,  Zeylan  Deresi’nde ,15.000 Kürt  eşkıyasını öldürüp cesetlerini lebe leb yığın halinde üst üste yığılmışlar” diye  yazıyordu.
—–
AĞRI DİRENİŞİNDEN SONRA DEVLETİN TEMSİLİ “HAYALİ KÜRDİSTAN BURADA MEDFUNDUR” DEMESİ NE KADAR YERİNİ BULDU?
Türk devleti, Ağrı Direnişini bastırıp, Zilan Katliamı’yla Kürtlere gözdağı verir tarzda bir cezalandırmayı tatbik ettikten sonra, “bir daha Kürtlerin direnemeyeceğini” tassavur eder. Bunu da devletin resmi ideolojisine tercüman olan Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan ve Ağrı Dağına gömülen bir Kürdistan’ı işleyen karikatür ve üzerine yazılan “Hayali Kürdistan Burada Medfundur” ifadesinde görmek mümkündür. Bu hususta, İsmail Beşikci’nin “Hayali Kürdistan’ın Dirilişi” kitabında daha detaylı öğrenebiliriz
Hasan Hişyar Sêrdi, kitabında da uzun uzun bahis ettiği üzere; silahlarını İran’a teslim etmek istemeyenler, tekrar Kuzey Kürdistan’ın dağlarına döndüler. Ancak devletin köylere/köylülere ağır baskısı sonucu, direnişçilerin başlarına koyduğu çirkin parasal mükafatlar ile yılgın, bilinçsiz ve açgözlü geri yapıdaki köylü insanların ihbarlarına, pusularına maruz kaldılar. Tutunamadılar. Ya öldürüldüler ya da farklı ülke ya da bölgelere çekilerek varlıklarını sürdürdüler.
eçmeden, Seyidan Aşireti liderlerinden Seyidxanê Ker, ya da Seyidxanê Kal ile Berazan aşiretinden Elican’ın ayrı ayrı oluşturduğu ve sonra birleştirdiği 50-60 kişilik Kürt Süvari güçleri, Kürdistan’ın farklı bölgelerinde atlı gerilla tarzı baskınlar gerçekleştirmeye başladılar. Bu gerilla tarzı baskınlar, o kadar etkili oldu ki, İsmet İnönü 1934 yılında yazdığı “Kürt Raporu”nda bu birlikten şöyle söz eder. “Seyidhan ile Elican Çetesi her gün bir karakolumuzu basmakta ve bölgede nereden çıktıkları, nerede kayboldukları bilinmez bir tarzda hareket etmekte ve amanımızı kesmektedirler. Behemehal bu çetenin imha edilmesi gerekmektedir” der. Sonra’da Seyidhan ile Elcan’ın başına koydukları büyük paralar neticesinde Seyidxan’a kurulan bir pusuda Mardin’in Sultan Şehmus yakınlarında vurulur, yaralı hali ile çatışarak kurtulur. Ancak Ömerli-Mardin arasında kan kaybından ölür. Alican ise bir çatışma alanında basit bir dikkatsizlikten pusuya düşerek öldürülür. Ama mücadele hiç durmaz. Geriler, durulur ve yer yer devam eder. 1960’tan sonra, özellikle 1958’de Abdulkerim Qasım’ın darbe ile iktidara gelmesi ile Mela Mustafa Barzani arasında, Sovyetlerin teşviki ile başlayan “otonomi görüşmeleri” Kuzey Kürdistan’da da yankısını bulur. Zira bu süreç 1960’ta Türkiye’de darbeye vesile olur. Ancak bugün, Kürdistanda Kürdistanlılar devletleşme ve özgürlük sürecini yaşıyorlar. Artık, Kürdistan bayrağı Çankaya’daki protokolde görünür oldu. Artık Kürdistan’ın varlığı inkar edilmez ve Dünya siyasetinde herkesin siyasi masasında en aktüel bir konu olarak canlılığını sergilemektedir. .
.AĞRI DİRENİŞİNİN YENİLGİSİNDEKİ ETMENLER NELERDİR. BUNU GİDERMEK İÇİN KÜRTLER NE TÜR DERSLER ÇIKARDI?
1806- 1856 Beyliklerin tasfiye edilişine karşı direnişler
1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Direnişi
1916- 1930 Şeyh Mahmudê Berzenci
1919- 1922’de Koçgiri
1924-1925 Azadi, Beytuşebab, Darahênê, Piran , Amed Kürt Direnişi
1926-1931 Agırî Direnişi
1945-1947 Mehabat Direnişi
1913- 2015 Behdinan, Soran Direnişi
1960- 1984 Kuzey Kürdistanda Kürt siyasal mücadelesi,
1984-2015 Kürt Direnişi
Ve Şimdiki Kürt hareketinin tüm gelişmişliğine rağmen, bağımsızlık ve özgürlüğüne erişmeye bu kadar yaklaşmışlığı  göz önünde tutuğumuzda, Kürtler yaşanan mücadelede yeterli dersleri çıkardığı kanaatinde değilim. Aynı tarz hataları aşmadan, konjnktöre bağlı gelişiyorlar ve birleşip inisiyatif koyma yerine, halen ortak ulusal strateji ve asgari ortak değerlerde birleşme konusunda başarılı bir siyaset ortaya koymaktan yoksun duruyorlar. Ayaklarına gelmiş altın değerdeki siyasal zemini kullanamamaktadırlar.
Dolayısıyla Kürtler, gerek Xoybûn ve gerekse de Ağrı Direnişi’nin önemini, zaaflarını ve yaşananlardan yeterli dersi çıkaramadıkları kanaatini taşıyorum.
Bu nedenle tüm yaşananları  yeniden ve daha incelikli geleceği algılamak için, tarih bilinci ile incelemek, anlamak önemlidir..
Ağrı Direnişi, Kürtlerin fedakârca direndiklerini, ancak dünyanın Kürtlere karşı devleti destekleyen siyasi konjonktör sonucu yenildiğini ortaya koyar. Diğer yenilgi nedenleri bu durum karşısında basit kalır diye düşünüyorum.
KAYNAKÇA
*- Baban, Botan, Soran Dr. Kaws Kaftan
*- 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Pêri Yayınları
*- 1924 Beytuşşebabp İsyanı ve Şeyh Said Ayaklanmasına Etkileri,Konmalş ist. .1994
*- İngiliz Türk Belgelerinde Botan Direnişleri, Med yayınları.
*- Dersim Direnişleri M. Kalman .Nujen Yayınları yayınları.
*- Ağrı Dağı İsyanı, İhsan Nuri Paşa.Med yayınları.
*- Görüş ve Anılarım, Hasan Hişyar Serdi, Med Yayınları
*- Ağrı Kürt Direnisi ve Zilan Katliamı , Sedat Ulugana. Pêri Yayınları
*- Doza Kurdistan, Kadri Cemil Paşa, Doza Kurdistan
*- Ağrı Direnişi ve  Xoybûn Örgütü, Rohat Alakom, Avesta Yayınları
*- Kürt Davası ve  Xoybûn, Prens Sürreya Bedirxan,.Med yayınları.
*- Ağrı Eteklerindeki Ateş.. Emin Karaca, Alan Yayınları
*- Hamidiye Alayları, Ağrı Kürt Direnişi ve Zilan Katliamı, Kemal Suphandağ, Pêrî Yayınları
*- Kürt Diplomasisi, Faik Bulut, Evrensel Yayınları,
*- Kurdistana Sor, Hêjarê Şamil, Pêrî, Yayınları
*- Kürt Ulusal Hrketleri ve 15, yy.dan Gnmze Ermeni Kürt ilişkileri, Garo Sasuni, Med Yayınları
*- Yeni ve Yakın Çağda Kürt Siyaset Tarihi, SSCB Bil. Akademisi. Kürt Kom. Pêri Yayınları
*- Hayali Kurdistan’ın Dirilişi, . İsmail Beşikci Vakfı Yayınları.
*- Şer Li Çîya, Eli Evdirehman Mamedov, Pêrî Yayınları
*- Kızıl Kürdistan, Hejarê Şamil, Pêrî Yayınları
*_ Özlem (Garod), Hraçya Koçari Kapliyelyan, Nûjen yayınları

8 Haziran 2018 Cuma

Gayr-ı Resmi Tarih Çalışmaları için Birkaç Not:


Gayr-ı Resmi Tarih Çalışmaları için Birkaç Not:
 İran'a geçmeden önce Şam'da Şener ile birlikte iki gün kaldım. Öcalan ile aynı evde kalıyorduk. Şam’ı fazla tanımıyordum. Bu süreçte kısmen tanıma fırsatı buldum. Öcalan’ın rehberliğinde Şam'ın tarihi yerlerini gezdik.

Gezdirdiği yerleri tarihçeleri ile anlatmasından buralara yabancı olmadığını gösteriyordu. Tedirgin değildi. Çok rahat ve kendinden emin hareket ediyordu.Gündüz Şam gezileri akşamları ise Şener'le baş başa kalıyorduk. Şener düşüncelerinde açık net ve sadeydi.
Öcalan'ın örgüt içerisinde ki konumu ve sorunlardaki rolünü çok iyi kavramıştı. Düşüncelerini saklamıyordu. Eskiden tanıdığı tüm arkadaş yapısı ile sorunu açıktan tartışma taraftarıydı. Ve bunu yapacaktı.

Şener'e göre dile getirdiği düşünceler doğruydu. Tarih doğrudan yana olduğuna göre düşüncelerinin yaşam hakkı bulmaması için hiç bir neden yoktu.

Öcalan tarafından yürütülen ve bilinçli bir tarzda sistemleştirilerek genel bir uygulamaya dönüştürülen kişilik çözümlemelerinin yaratmış olduğu erozyonu yeterince göremiyor veya inanmak istemiyordu. O hala 78 lerde bıraktığı arkadaşlık yoldaşlık ruhunu arıyordu. Oysa o ruh çoktan öldürülmüştü!

Şu bir gerçekti. Kişilik çözümlemeleri adı altında sürdürülen çalışma özünde kişiliksizliğin geliştirilmesi çalışması idi. Kişinin kendisini ve yakın çevresini inkâr temelinde sürdürülen bu çalışma kendisinde hiç bir olumlu yan bırakmamak üzere yerle bir ediliyordu. Kişi inanmadığı şeylere zorlanıyor, süreç içinde bu kanıksanıyor ve kişi kendisi olmaktan çıkıyordu. Kısacası yapılan, kişilik çözümlemesi adı altında, kişiliğin olumsuzluklardan arındırılması değil, kişiliğin öldürülmesi, diğer bir deyişle kişiliksizliğin geliştirilmesi idi. Ve bu önemli oranda başarılmıştı.

Öcalan'ın kendi yakın çalışma arkadaşlarından başlayarak geliştirdiği bu politika, ne yazık ki yakın çevresi ile sınırlı kalmamış kadrolara, oradan da kitlelere yansıtılarak topluma mal edilmişti. Düşünmeyen, düşünce üretmeyen, inanmadığı şeylere inanmış gibi gözüken, kendisine karşı öz güvenini yitirmiş, aslında çıkış koşulları ile çelişerek temel insani değerlerden uzaklaşan bir sistem ve bu sistemin oluşturduğu garip bir yapı oluşmuştu.

Buna geniş bir bakar körler ve sağırlar katmanı da eklenmişti. Bu ciddi bir tehlike idi ve işimizi zorlaştırıyordu. Konuştuğunda senin gibi düşünen ve sana destek veren insanlar çok rahatlıkla sana karşı bir tavır geliştirildiğinde tam tersi düşünceler ile sana karşı olabiliyor; yada kör bir sessizliğe bürünebiliyordu.

Şener' le bu konuları çok tartıştık.
Hemen hemen tüm konularda hemfikirdik.
Birilerinin duruma müdahale etmesi gerekiyordu ve biz kararımızı vermiştik.
Özünden boşaltılarak öldürülen parti ruhunun yeniden dirilişi için birbirimizle ilişki içerisinde birlikte hareket edecektik.

Tüm hazırlıklarımı tamamlamıştım. İran’a geçmeden önce Öcalan son bir durum değerlendirmesi için beni çağırdı. Elinde Osman Öcalan 'ın gönderdiği bir rapor vardı. Rapora göre İran'da yenilgi sonrası IKDP bünyesinde çok sayıda insan partiye katılmak istiyorlardı. Bunların kısmi ihtiyaçlarının karşılanması gerekiyordu. Bunun için kabataslak bir bütçe oluşturulmuştu ve para istiyordu.

Yazılanlar fazla inandırıcı olmamakla birlikte yinede hatırı sayılır bir meblağla (bir buçuk milyon mark)Şamdan ayrıldım.

İran üzeri Xakurk alanına geçerek serhat ve Zagros güçleri ile buluştum. Amacım konferans kararlarının yapıya özümsetilerek kararlar temelinde yeni dönem pratiğinin planlanmasıydı. Planlamalar sonrası güçler zaman kaybetmeden alanlara aktarılacaktı.

Bu alanda yürütülen değerlendirme toplantılarında İran faaliyetlerine ilişkin ilginç durumlarla karşılaştım. Diğer alanlarda üç aşağı beş yukarı yaşanan sorunlar aynı mantığın ürünüydü. Buna yabacı değildim.  Konferans kararları bunların aşılmasına yönelikti. Ancak İran devleti ile olan ilişkinin niteliği içler acısıydı.

Buna göre;

Parti merkez komite üyeleri, Eyaletler, Eyalet sorumluları ve İran’a girip çıkan tüm kadro yapılanması gerçek kimlik ve öz geçmişleri ile İran’a verilmişti. Ayrıca ileriye yönelik yapılan planlamalar, bölge ve eyaletlerin durumu ve partinin yönelimleri üzerine kapsamlı raporlar sunulmuştu.

Osman yapılanları o kadar rahat anlatıyordu ki; şaşırıp kalmıştık. Adam sanki İran değil de Partinin bir üst birimine rapor vermiş gibi anlatıyordu. İran da faaliyet yürütmenin zorluklarından bahsediyordu. Anlatımları ile buna mecburdum demeğe getiriyordu.

Ne kadar zor koşullarda mücadele ettiğini ifade ederken anlattığı bir olay utanç verici idi. İranlılar görüşmelerin birinde ‘’dediklerimizi yaparsan yap, yapmazsan seni istenmez adam ilan ederiz’’ diyerek işi tehdide kadar vardırmışlar. Adamlar Osman’ın zaafını iyi yakalamış ve değerlendirmişlerdi. İstenmez adam ilan edersek ülkeye gönderilirsin demeye getirerek bunun kendisi için kısa sürede ölüm demek olduğunu vurgulamışlardı. Ve Osman utanmadan bunu bize anlatıyordu. Bir devrimci için bundan daha büyük onur kırıcı bir şey olabilir mi bilmiyorum?

Dinledikçe insan içten içe tepki duyuyordu. Nitekim Harun (Şehmuz Yiğit) dayanamayarak patladı. ‘’Ya adamlar resmen sana korkak diyor ve korkaklığından hareketle senden her şeyi almaya çalışıyor, sen hala ilişki ilişki diyorsun. Lanet olsun bu ilişkiye’’ diyerek tepkisini dile getirdi.

Kararımızı vermiştik. Osman’ı İran faaliyetlerinden alacaktık. Yerine geçici olarak Ahmet’ i (Şemsettin Aktaş) atayacak ve görünürdeki güçlerimizi çekerek birimi daraltacaktık.

Zaten Irak Kürtleri üzerinde geliştirmek istediği paralı askerlik sistemini tartışmaya dahi değer görmeden ret etmiştik. Adam burnunun dibindeki alana Şemdinli’ye müdahale gücünü kendinde bulamıyor ama Irak Kürtlerinin ekonomik sıkıntılarından yararlanmanın hesabını yapabiliyordu.

Toplantılar on güne yakın bir zamanımızı aldı. Faaliyetler değerlendirilmiş, Konferans kararları temelinde yeni dönem yönelimleri izah edilerek, Eyalet faaliyetlerinin pratik planlanması yapılmış ve alanlara dağılmaya hazırlanırken İran üzerinden yeni bir problemle karşılaştık.

İran var olan evlerimizin hepsine eşzamanlı olarak baskın düzenlemiş ve tüm arkadaşları tutuklamıştı. Osman’ı istiyorlardı. Söyledikleri şuydu. Ya Osman ya da bu ilişki biter. Osman’ın dışında bir temsilci istemiyorlardı.

Haber erken ulaşmıştı ve İranlılar adamına sahip çıkıyordu. Buna İran üzeri Şam’dan gelen bir telefon bağlantısı eklenince elimiz kolumuz bağlandı. ‘’İran ilişkisi önemli kaybedilmemeli, güçlendirilerek sürdürülmeli’’.Bu bir talimattı. Osman’ın İran’da ki pratiği bilinmesine rağmen, verilen bu talimat karşısında yapacak bir şeyimiz kalmamıştı ve Osman’ı istemeye istemeye tekrar İran’a göndermek zorunda kaldık. Osman İran’a hizmetlerinin karşılığını alıyordu.

Osman ve beraberinde Serhat gücü ayrılınca; Harun (Şehmuz Yiğit ) ile baş başa kaldık. İkimizde birbirimizi çok iyi tanıyorduk. Lübnan, ülkeye dönüş ve sonrası gelişen savaş pratiğinde uzun süre birlikte kalmıştık. Aynı birlik içerisinde yer almış, aynı acıları aynı zorlukları paylaşmış aynı sevinçleri yaşamıştık. Birbirimizi tam anlamı ile tanıdığımıza inanıyorduk. Ancak Çukurca pratiğini değerlendirirken oldukça zorlanmıştım. O pratiğin sahibi Harun olamazdı.

Bu arkadaş örgüt içi tutuklamalara karşıydı. Köy katliamlarına karşıydı. 85 de çocuk ve kadınları hedefleyen Sıpivyan olayı olduğunda ‘’bu alçaklıktır’’ diye tepki gösteren tek arkadaştı.(Olayda beş çocuk dört kadın ölmüştü )Fatma’nın ‘’Bu Agit arkadaşın eylemi, sen nasıl bunu söyleyebiliyorsun’’ demesine ‘’Kim yaparsa yapsın alçaklıktır’’ diyerek tavrını sürdürmüştü.

Ardından Serxwebun dergisinde ‘’Uludere’de vahşet kontra gene vurdu’’ başlığını görünce ‘’Serxwebun alçaklık yapıyor, eylem bizimdir sahip çıkılmalı eğer yanlışsa özeleştirisi verilmeli’’ diyerek tepkisini dile getirmişti. Kongre kararlarına rağmen ‘’askerlik yasasına inanmıyorum’’ diyerek uygulamayan gene bu arkadaştı.

 Zorunlu uygulamalara karşıydı. Ve aynı arkadaş karşı çıktığı, alçaklık olarak değerlendirdiği bu pratiklerden daha ağır bir pratiğin sorumlusu olarak ortaya çıkıyordu. Ben bunu anlamakta zorlanıyordum.

Arkadaşın sorumluluğu altında Karslı Mahir ve Hogır’dan oluşan komite aracılığı ile Çukurca alanında akademi uygulamalarını aratmayacak uygulamalar gerçekleşmişti.

20 dolayında Savaşçı işkenceli uygulamalardan geçirilerek katledilmişti. Bunların önemli bir bölümü üniversite örgencilerinden oluşmaktaydı. Dört kişiyi şahsen tanıyordum. Hakkâri bölgesinden olan bu arkadaşlar, yıllarca milis olarak görev yapmış deşifre olunca, gerillaya katılmışlardı. Katledilenler arasında bunlarda vardı.

PKK tarihinin kara lekelerinden biri olan İkiyaka (Sate) katliamı bu dönemde gelişmişti. (Hogır’ ın sorumluluğunda) Üstelik katledilenler köyde silah almayı ret eden ailelerdi. Bundan dolayı silah alanlarla sorun yaşamaktaydılar. Evleri kısmen köyün dışında olan bu aileler hedeflenmişti.

Garê dağında yakalanan Oramar’ lı günahsız beş çobanın katledilmesi aynı dönemin pratiğiydi. (Karslı Mahir’ in sorumluluğunda) Tek günahları akrabalarının silah alması idi.

Kitlelere yönelik sekter yaklaşımlar sonucu birçok köy boşalmıştı. Bu köylerin önemli bir kesimi, mücadeleye yıllarca destek veren köylerdi.

Her ne kadar olaylarda Hogır ve Karslı Mahirin sorumlulukları olsa da bunların kendileri Harun’un sorumluluğu altındaydı. Harun istese bu olayların hiç birisi yaşanmayabilirdi.

Harun bu pratiğin izahını yapmakta zorlanıyordu.

Toplantılar bittikten sonrada Harun’ la aynı minval üzeri sohbetimiz devam etti.

Uzun süre düşünen  Harun başı önünde  ‘’ Biliyormusun’’ dedi. ‘’Biz kendi insanlığımızla çeliştik. Yola çıkış ilkelerimiz ile çeliştik. Kendimizle çeliştik’’ diyerek kafasını kaldırdı. ‘’Biz biz olmaktan çıktık’’ dedi. Gözlerimin içine bakarak ‘’Akademide çok önemli bir fırsat yakalamışsınız. Değerlendirmeliydiniz ‘’ diyerek gülümsedi ve ‘’elini çabuk tut, bu yaz ölmeye bak’’ dedi. Aynı şeyi kendisi içinde söylüyordu. ve devam etti.

’’Yoksa bir ajan provokatör olarak değerlendirilip öldürülmemiz işten değil.’’

Harun’un söyledikleri karşısında şaşırmıştım, neden diye sorduğumda ‘’nedeni mi var? Yola çıkış ilkelerimizle çelişmişiz. Kendi insanlığımızla çelişmişiz, kendimizle çelişerek biz biz olmaktan çıkmışız. Bununla da kalmamış bunca yıl savaş içerisinde yer almakla birlikte ölmemişiz. Yapı tarafında seviliyor ve kitlelerce tanınıyoruz.  Bütün bu nedenler sana bir şeyler anlatmıyor mu?” diyerek konuyu kapattı.

Aslında Harun bizdeki gerçekliği çok kısa cümlelerle net ve açık bir tarzda ortaya koymuştu. Sisteme vurgu yapıyordu. Oluşturulan sistemin, tertemiz duygularla mücadeleye katılan insanları, süreç içerisinde kendi kendisi ile çeliştirerek nasıl zıttına dönüştürdüğünü vurguluyordu. İsim yapmanın, ön plana çıkmanın sistemde potansiyel bir tehlike olarak algılandığını ifade ediyordu.

O söyleyeceğini söylemişti. Harun’ un ne söylemek istediğini anlamıştım. Birbirimize bakarak güldük.

Ne yazık ki; bu arkadaş dediğini yaptı. Şemdinli de hiç girmemesi gereken bir ortamda yanındaki gücün niteliğine bakmadan tesadüfen karşılaştıkları çetelere karşı gerçekleştirdiği bir pusu eyleminde çok sevdiği ve yanında hiç ayırmadığı çocuk bir savaşçısının silahından çıkan kurşunlarla yaralandı.

Gurup eylem gurubu değildir. Ağırlıklı 13-17 arası portatifler diye adlandırdığı çocuk savaşçılardan oluşan küçük bir guruptur. Çeteler tarafından fark edilmemişlerdir. Kısacası kendileri istemese çatışmaya girmeyebilir. Ancak o çatışmayı seçiyor.

Yaralandıktan sonra tüm gurubu toplayarak olayın bir kaza olduğunu, bu olaydan dolayı kesinlikle kimsenin suçlanmaması gerektiğini vurguluyor. Kendisinin yaralanmasına yol açan savaşçısının Parti tarafından her türlü destek sunularak eğitilmesini partiye ve arkadaşlara bir vasiyet olarak belirterek gurubu olay yerinden uzaklaştırıyor. Ancak ağır yaralanmıştır.

Grup olay yerinden uzaklaştıktan kısa bir süre sonra şehit düşüyor.

Harun Diyarbakır’da parti ile tanışmıştı. Hilvan Siverek mücadelesi içinde pişmişti. Lübnan sonrası ülkeye dönüşün ilk kadrolarındandı..15 Ağustos Şemdinli baskının da yer almıştı. Hakkâri ,Botan,Garzan, Diyarbakır ve Bingöl de  savaşın en ön saflarda idi.Onlarca kez ölümden dönmüştü.

Xaqurk üzeri Çukurca ya doğru yol alıyoruz. Yol güzergâhındaki tüm köyler viraneye dönmüş durumda. Sağa sola saçılan eşyalardan, köy sakinlerinin panik içinde köylerini terk ettikleri anlaşılıyordu. Köyler, sokak ve yıkıntılar arasında dolanan yabanileşmiş bir kaç kedi ve sağa sola saçılmış eşyaların yarattığı renk cümbüşü dışında hiçbir yaşam belirtisi göstermiyordu.
Bu köyler bazı istisnalar dışında PKK ye en aktif desteği veren köylerdi. İşin ilginci devletin baskılarından çok Bekaadaki kongrede çıkarılan askerlik yasası ve benzeri zorunlu uygulamaların kurbanı olmuşlardı..

Devlet baskılarına yabancı değillerdi. Onu kendilerinden görmemişlerdi. Kendi iradelerini hiçe sayan bu güce sadece öfke duymuşlardı. Yaşadıkları acıları, haksızlıkları, aşağılamaları içe atmış öfkeye dönüştürmüşlerdi. Bu açıdan bu ceberut devletlere baş kaldıran herkese kucak açmışlardı. Güney, kuzey, doğu ayrımı yapmamışlardı. Yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmişlerdi. Gerektiğinde silah kuşanmışlardı. Onlara bizim çocuklarımız demişlerdi. Birine bir şey oluğunda acısını ta yüreklerinde hissetmiş, kendilerinden kopan bir parça olarak algılamışlardı.

Ya şimdi!.

Bizimkiler dedikleri ne kadarda çok düşmanlarına benzemişti.

Bazı şeyleri anlamakta zorlanıyorlardı.

Kol kanat gerdikleri, sahip çıktıkları yapı, kendilerinden uzaklaşmıştı. Köylerini basıyor çocuklarını askerlik yasası adı altında zorlan evlerinden alarak dağa çıkarıyordu. Eskiden asker geldiğinde kaçanlar, şimdi devrimciler geldiğinde kaçar duruma düşmüşlerdi.

Tüm itirazları tehdit ve azarlamalarla susturuluyordu. Vergilendirme sistemi zaten kendilerini aşmıştı. Devletin baskıları yetmemiş gibi, birde bizimkiler dedikleri insanların baskılarına maruz kalmışlardı.

İlkin bunda bir terslik var diyerek konuyu parti ile tartışmak istemişlerdi. Dilleri döndükçe zorla bu işlerin olmayacağını anlatmaya çalışmış, duydukları rahatsızlıkları ifade etmişlerdi.

Mücadeleye karşı değillerdi.

Bunu içtenlikle istiyorlardı.

Çok şey kabullenebilirlerdi. Ancak gözlerinin önünde her gün köy basarak gençlerinin alınmasını kabullenemezlerdi.

Buna birde alınan gençlerden bazılarının kaçma teşebbüsü içerisinde vurulması eklenince çareyi doğup büyüdükleri köylerini terk ederek, kısmen daha korunaklı alanlara, akrabalarının yanına sığınmada buldular.

Böylece kırsal kesimde dağınık halde bulunan ve devletin kontrolde zorlandığı irili ufaklı onlarca köy boşaldı. Bu aslında T.C. nin isteyip de bulamadığı bir fırsattı. Çünkü kontrol edemediği yerleşim birimlerinden kurtulmuştu. Aynı zamanda bunları belli alanlarda toplayarak denetim imkânına kavuşuyordu. Stratejik köy denilen uygulamada bu dönemde gündeme getirildi.

Geçim kaynakları ellerinden alınan bu kesim ne yazık ki devletin örgütlemek istediği çeteciliğin de zeminini oluşturdu. Alandaki işbirlikçilerini harekete geçiren devlet, yerlerinden yurtlarından edilen bu insanları silahlandırmakta zorlanmadı. Geçim ve korunma içgüdüsünün yarattığı çaresizlik içinde kıvranan bu kesim sonuçta devletin dayatmalarına daha fazla dayanamayarak silah aldı.

İşte şimdi içinde geçtiğimiz köyler bu köylerdi.

Eskiden bize kucak açan kol kanat geren köyler.

Hiç birisi bunu hak etmemişti.

Onları bu duruma iten uygulamalarımızdı.

Birazda biz itmiştik onları düşmana.

Her birimizin onlarca anısı vardı bu köylerde. Her karşılaştığımız köy bu anıları depreştiriyordu.Öfke ve hüzün seline dönüşen duygular içerisinde bu köyleri aşarak  Şemdinli gurubu ile buluştuk

Kışı Çukurca da  geçiren gurubun hali içler acısı idi.

Kış boyu süren ağır uygulamalardan geçmiş çoğu sindirilmişti.

Kendilerine olan güvenlerini yitirmişlerdi. Ve şimdi yanlış yönelimler sonucu zehirlenerek düşmana itilen bir zeminde pratiğe giriyorlardı.

Gurupta bir tedirginlik yaşanıyordu.

Haksız değillerdi.

Çoğunun yakından tanıdığı ve yıllarca birlikte kaldıkları bazı arkadaşları onların gözleri önünde ajan olarak yargılanmış, infaz edilmişlerdi.

Onların ajan olmadıklarını ve haklarında ileri sürülen iddiaların gerçeği yansıtmadığını biliyorlardı. Ama karşı çıkamamışlardı. Ve bunun vicdani rahatsızlığını yaşıyorlardı.

Kitleye yönelik sekter tutumların yarattığı tahribatların şahitleri idiler.
Bu politikanın sonucu olarak onlarca köy boşalmıştı. Bu köylerin çoğunu tanıyorlardı.

Hogır' ın sorumluluğunda gerçekleştirdikleri İki yaka (Sate) katliamı ise  işin tuzu biberi olmuştu.  Ve bunların hepsinin birleşimi ruhlarında derin yaraların açılmasına yol açmıştı. Kolay kolay da bunu atlatacağa benzemiyorlardı.

Konferans kararları üzerine uzun değerlendirme ve sohbetlerimiz oldu.

Amacım birazda olsa yapının rahatlamasını sağlamaktı.

Konferans kararları zaten mevcut  pratiği mahkum ediyordu. Bu biraz alan özgülüne indirgendi. Değerlendirmeler geliştikçe arkadaşlar yaşadıkları  pratiğin kendilerinde yarattığı sarsıntıyı çarpıcı ifadelerle anlatmaya başladılar.

Anlatımlardan ortaya çıkan Lübnan'da ki Akademi uygulamalarının çok daha çarpık bir tarzda alanda uygulanması idi.  Burada da onlarca kadro tutuklanarak uygulamalardan geçirilmiş, 20 dolayında insan ajan olarak katledilmişti. Katledilenlerin ağırlıklı bölümü, mücadeleye  yeni katılan üniversite gençliği  idi.

Her kes herkesten şüphelenir duruma getirilmiş, yoldaşlık bağı önemli oranda öldürülmüştü.

Sistem küçük Öcalan'lar oluşturmuştu.

Sohbet ve tartışmalar içerisinde Şırnak'lı Delil ' in  anlattıkları insanı ürpertiyordu.''İç infazlara, tutuklanmalara alışmıştık. Ancak bir olay var ki hiç bir zaman aklımdan çıkmıyor'' diyordu.

Bahsettiği olay Sate  (İki yaka) katliamıydı.

Küçük bir eylem birliğinin sorumlusu olarak katliamda  yer almıştı.

''Bize hiç kimse sağ bırakılmamalı  diye talimat verildi'' diyordu. ''Öyle bir süreç yaşamıştık ki bu talimata karşı çıkma gücünü kendimizde bulamadık.Önümüze ne çıktıysa vurduk. Kadın, çocuk demedik. Ortalık tam bir kan gölüne dönmüştü. İşte bu kan gölü içerisinde fırlayan bir çocuk kaçarken yanlışlıkla  eylem birliğinin içine girdi'' diyerek gözlerinden yanaklarına yaşlar süzüldü.

Çaresizlik içerisinde kıvranan gözlerle bana bakıyordu.
Gerisini anlatamadı. Benden bir şeyler söylememi bekliyordu.
O an kendisini teselli edecek bir kelime bulamadım.
O ise kafası önünde büyük bir suçluluk psikolojisi içerisinde suskunluğa büründü.

Delilin yaşadığı ruh hali gurubun ağırlıklı kesiminde mevcuttu.

Ben bu hikayeleri Dersim katliamını anlatan yaşlı Dersim' lilerden çok duymuştum.
Ama bunları barbarlıkları ile ünlü bir devlet yapmıştı. Bu  olayı ise halk adına yola çıkan bir hareket kendi halkına reva görmüştü..

Delil bu olayın vicdanı muhasebesi içinde ne yaptı bilmiyorum. Çünkü yaşadıklarının oluşturduğu  ruh hali, var olan yaşam arzusunu alıp götürmüştü. Sürekli rüyalarına giren o manzaraya uzun süre dayanabileceğini sanmıyorum.
Ancak suçlu kesinlikle Delil'ler  değildi.

Onlar saf ve temiz duygularla dağa çıkmışlardı.
İçine girdikleri sistemin kurbanı olmuşlardı.
Sistemin dayattığı çizgi  suç üretmişti.

Kısacası eğer bir suçlu varsa onu  sistem ve o sistemin yarattığı çizgide  aramak gerekiyordu. Bireyde değil. O açıdan olay ve olguları değerlendirirken ağırlıklı sistem ve o sistemin oluşturduğu mantığa yüklendim.

Bu yaklaşım kısmenda olsa onları içine düştükleri ruh halinden kurtarmıştı.

Gurupla bir haftaya yakın kaldım. Konferans  kararları ve yaklaşımlarım  yapıda olumlu bir hava yaratı. Bir güven tazelemesi oluştu. Ancak zorlu bir alanda pratiğe giriyorlardı. Şemdinli düşman örgütlülüğünün zirvede olduğu bir bölgeydi. Bu açıdan yeni takviye ve desteğe ihtiyaçları vardı.

Mevcut planlamaya göre Harun arkadaş, Xaqurk üzeri kendileri ile birleşecekti. Bu durumda alan gücü teknik donanım bileşim ve kadro olarak yeterliydi. Ancak alanda barınma ve lojistik destek alanları yaratana kadar Çukurca üzeri desteğe ihtiyaçları vardı. Gerekli bağlantıların oluşturulması gerekiyordu. Bunun için konuyla ilgili bir birim  oluşturuldu. Birimin  görevi alanda gerekli alt yapı hazırlanana kadar lojistik destek ve Çukurca birimi ile bağlantıyı sağlamaktı.

Böylece  İran ve çukurca üzeri desteklenecek çalışmalarla alan tekrar mücadeleye açılmaya çalışılacaktı.

Tüm bu hazırlıklar yapılarak alan faaliyetlerinin planlanması sonrası Çukurca alanına geçtim. Zaman sınırlıydı ve daha ulaşmam gereken epey alan vardı.

Çukurca'da uzun yıllar kalmıştım.

Her alanını karış karış biliyordum.

Faaliyetler içerisinde  gitmediğim uğramadığım köy kalmamıştı.

Birlikte geçirdiğimiz bu yıllar halkla aramızda bir güven duygusunun  oluşmasına yol açmıştı.

Tüm köyler partiye açık ve önemli oranda destek sunmaktaydılar.

Devletin tüm dayatmalarına karşılık cüzi bir yapının dışında kimse silah almamıştı.

Alanlar da devlet baskılarına dayanamayarak silah almış, ama partiye karşı kullanmamışlardı.

Büyük bir bölümü ile ilişkilerimiz vardı. Her türlü bilgi ve desteği bunlardan alabiliyorduk.

Ancak 89 kışındaki uygulamalar bu alanı da zehirlemişti.

Zora dayalı yasalar bu alanda da uygulamaya konmuş  tepki toplamıştı.

Yasalar  bizim diyebileceğimiz köylerde sanki özellikle uygulanmıştı. Zorla gençlerin alınması , vergilendirme ,keyfi tutuklama ve uygulamaları kitleler kaldıramamış, süreç içerisinde köylerini terk ederek karakolların olduğu yakın köylerde toplanmışlardı. Sınır kesimi önemli oranda boşalmıştı.

Bu T.C. nin arayıp bulamadığı bir fırsattı. Bunu iyi  değerlendirmiş denetlemekte zorlandığı alanları da güvenlik gerekçeleri ileri sürerek kendisi boşaltmıştı. Alan önemli oranda insansızlaştırılmıştı.(Ne yazık ki bu uygulama sonraki süreçlerde genelleştirilerek devam ettirildi. Kürdistan'ın kırsal kesimi önemli oranda insansızlaştırıldı)

Xaqurk ve Şemdinli' de yaptığımız değerlendirmelerde alanda önemli bir tahribatın yaşandığını biliyordum ancak Çukurca ya vardığımda karşılaştığım manzara beklediğimden de kötü çıktı.

Küçük yerleşim birimleri kaldırılmış halk denetimi daha kolay alanlarda toplanmıştı. Devlet politikalarının bunda önemli bir yeri olsa da sekter yaklaşımlarımızın  rolü belirgindi. Özellikle Rekani ve Nirve köylerinden geçerken öfke duymamak elden değildi. Daha düne kadar bizimle olan ve bize verdikleri destekten dolayı defalarca devlet baskınlarına maruz kalan bu köyler bizim sekter yaklaşımlarımız sonucu boşalmışlardı.

Oysa hepsi doğal milis durumunda idiler. Pinyaniş  ve kaşuri alanlarındaki durumda bundan farklı değildi.

Halk şaşkındı. Partiden ürkmüş biraz uzaklaşmış ama yurtseverliklerinden dolayı tümden kopmuş değillerdi. Araya mesafe koymuşlardı. Eski ilişki düzeyinin yakalanması zaman alacağa benziyordu. Eskiden beri kendilerini tanıyor olmam bir avantajdı ve bunu kullanacaktım.

İlk etapta halen telafisi mümkün bazı haksız uygulamaların önüne geçerek işe koyulduk. Bunun için  sudan sebeplerle yakalanan köylüleri serbest bırakmakla  başladık. El konulan 150 dolayında büyük baş hayvanı bu köylüler aracılığı ile sahiplerine gönderdik.

Yine askerlik yasası ile alınan ancak kış sürecinde ajan diye yakalanarak mahkum edilen iki arkadaşı serbest bırakarak istemleri sonucu ailelerine gönderdik.

Katledilenleri geri getiremezdik. Tek yapabileceğimiz itibar iadesi idi ve onu yaptık.

Bunlardan üç kişinin durumu içler acısı idi (Çukurca merkezden Ahmet, Biyadere köyünden Abdulsemet ile Reşit).

Çukurca'nın  yerlisi olan bu arkadaşlar alanda silahlı mücadelenin gelişmesi ile milis düzeyinde mücadeleye katılan ilk insanlardı.

Yerel birim ile  birlikte bir sürü eylemin içinde yer almışlardı. Hüseyin Tilki' nin yakalanması ile deşifre oldular. Bu onlar açısında bir göçebe hayatının başlangıcı oldu. İlkin güney Kürdistan'a yenilgi sonrası ise İran'a göç ettiler. Ailelerini oraya yerleştirerek tekrar mücadele saflarına döndüler.   Kendilerinin bildiği ve KDP nin  bıraktığı bazı ağır silahları (Uçaksavar) partiye verdiler. Kışa doğru Iran'a dönme hazırlıkları içerisinde  iken yakalanarak katlediliyorlar.

Gerekçe çok basittir. Silahların yerini biliyorlar. Silahların yerini değişmektense yerini bilen insanları ortadan kaldır. Mantık bu. Bu olay bile tek başına 89 kışında alanda yaşananları izah etmeye yetiyordu.

İtibar iadesi ile ailelerinden özür dilemenin dışında elimizden bir şey gelmedi.

Haksızlıkların kısmen de olsa  telafisine yönelik attığımız adım etkisini gösterdi. Alana gelişimi duyan köylüler birer ikişer yanımıza gelmeye başladılar. Hak etmedikleri uygulamalarla karşılaşmışlardı ve bunların nedenlerini öğrenmek istiyorlardı. Köylülerin yaptığı eleştirilere katılmamak elden değildi. Söyleyecek fazla bir şey bulamıyorduk. Sadece bu tür uygulamaların bir daha tekrarlanmayacağını Partinin de uygulamalardan rahatsız olduğunu aynı durumların tekrarlanmaması için önemli kararların alındığını vurgulamakla yetindik.

Çalışmalar  ve yaklaşımlar Nirve, Rekani, Ertuş ve Pinyanış alanlarında olumlu etki yaratmıştı.Yaralar yavaş yavaş sarılıyordu. Ancak Kaşuri ve Jirikiler de durum ciddiyetini koruyordu.

Burada Jiriki'lerin durumunu biraz açmak istiyorum.

Bu yapılanma eskiden beri T.C. ile fazla barışık değildi. Ağırlıklı bölümü silahlı idi. Çoğu yetişkin erkek askerlik yapmamıştı. Gerek askerlikten gerekse değişik nedenlerden dolayı kabarık bir mahkum kitlesine sahipti. Hepsi silahlı ve gafil avlanmamak için köylerinde nöbet tutuyorlardı. Çoğu devlete yabancı ve Türkçeyi bilmiyordu. Eskiden KDP ye Peşmerg'lik yapmış halende kendilerini KDP li olarak görüyorlardı. Güney parçası ile sıkı diyalogları vardı .Aşiret reisleri olan Tahir Adıyaman'ın kendisi jandarma öldürmekten mahkumdu. Bu açıdan doğal müttefik durumunda idiler.

İlk etaplarda kendileri ile ilişkilerimiz iyiydi.

Mücadelenin gelişimine bağlı olarak devlet bunlara el attı. Silah almaya karşılık kendilerine önemli tavizler veriyordu. Uzun süredir yaşadıkları mahkum hayatı kendilerine zor geldiğinden devletle uzlaşma o aşamada işlerine geldi. Silah alma karşılığı kendilerini legalleştirdiler. Mahkum konumunda olanlar hiç bir soruşturmaya tabi tutulmadan var olan silahları ile birlikte köy korucusu olarak kayıtlara geçti.

Silah aldıktan sonrada partiye karşı tavırları değişmedi. El altından ilişkilerini sürdürmekten yana bir tavır sergilediler.Ancak süreç içinde çeteciliğe karşı mücadelenin tırmandırılması ile birlikte tedirginlik yaşamaya başladılar. Parti ile karşı karşıya gelmek istemiyorlardı. İlişki yolları aramaya başladılar.

89 Baharında Çukurca köylerini esas alarak yürüttüğümüz silahsızlandırma çalışmaları sonrası Hakkâri merkeze doğru açılmış ve Jiriki köylerine uğramıştık. Bu köyler ile eskiden beri ilişki içerisinde idik. Köylerde önemli bir sempatizan kitlemiz mevcuttu. Ancak silah almışlardı

Çukurca da başlattığımız silahsızlandırma veya silahları geri vermeye ikna temelindeki toplantıları bu alanda da geliştirmek istiyorduk.

Jiriki’ler burada önemli bir halka idi.

Onların takınacağı tavır diğer yapılar üzerinde etkili olacaktı.

Köylerde ciddi hiç bir sorunla karşılaşmadan toplantılarımızı gerçekleştirdik.

Toplantılar ağırlıklı devletin çetecilik politikasının teşhiri temelinde yürütülüyordu. Yakın tarihimizden örnekler veriyor, çeteciliğin mücadele karşısında oynadığı olumsuz rolden hareketle silahlarını bırakmaya ikna etmeye çalışıyorduk.

Köy köy yürütülen bu çalışmalar sonunda ürününü verdi. Silah alırken de ikircikli davranan belirli bir kesim silah bırakmaya ikna oldu. Ancak korkuyorlardı. Bu girişim kendilerini devletle karşı karşıya getirecekti. Kendilerine yönelimi hafifletmek için kendileri dışında ki diğer yapıların da ikna edilmesini istiyorlardı. Böylece yük paylaşılacaktı.

Gelinen nokta önemliydi. Eğer doğru değerlendirilebilinir ise toplu silah bırakmalar gündemleşebilir çetecilik çözülebilirdi. Bu acıda sonuç almak için çalışmalarımıza hız vermiştik.

Bu çalışma içerisinde Tahir Adıyaman devreye koyduğu bir aracı ile bizimle ilişki kurdu.

Tahir uzlaşmak istiyordu.Aracı kısa ve net cümleler ile Tahir’in ifade ettiklerini bize aktardı.

Öz itibarı ile ‘’mücadeleye karşı olmadıklarını, Kürt olduklarını ve mücadelenin başarıya ulaşmasını istediklerini, zorunluluktan dolayı silah aldıklarını,  silahları ulusal kurtuluş hareketine karşı kullanmayacaklarını’’, belirterek bizlerle anlaşmak istiyordu.

Aracı olan kişiyi tanıyordum. Jiriki aşiretinin ocak büyüklerinden biri idi ve uzun süreden beri kendisi ile ilişkimiz vardı.

Jiriki’ler alanda önemli bir güç idi.

Tarafsız kalmaları bile mücadele acısında önemliydi.

Takındıkları tutum diğer aşiretleri etkileyebilirdi. Bu acıda değerlendirilmesi gerekiyordu.

Tahir’ Adıyaman’ın istemleri kabul edilemeyecek istemler değildi. Bunlar bir kaç başlık altından toplanabilirdi.

1-Silahlar kendilerinde kalmalı.(Mahkûmluk statüsünden kurtulmaları için bu gerekliydi)

2- Zorunlu askerlik ve vergi sistemi alanlarında uygulanmamalı.

3-Kendilerini devletle karşı karşıya getirecek direk davranışlardan kaçınılmalı.

Tahir’in istemleri öz itibarı ile bu üç başlık altında toplanıyordu.

Buna karşılık;

Köyleri partiye açık olacak.

Kendi istemleri ile partiye katılmak isteyen gençlere engel olmayacaklar.

Silah almaktan dolayı devletten aldıkları paranın önemli bir kesimini partiye verecekler.

Her türlü lojistik destek kendileri tarafından yapılacak.

Gizli kalması ve partinin üstlenmesi koşulu ile partinin göstereceği hedeflere eylem dâhil her şeye hazır olduklarını belirtiyordu.

M.R. ile konuşmamız epey uzun sürdü. Biz Tahir Adıyaman’ın gerçek niyetini çözmeye çalışıyorduk. Yaklaşımında samimi olup olmadığı bizler acısından önemliydi.

M.R. nin konuşmalarında Tahir ile konu üzerine uzun uzun konuştukları anlaşılıyordu Uzun süreden beri Parti ile yaşadığı ilişkinin yarattığı güven ortamında bizleri Tahir’in samimiyeti konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Eğer olumlu cevap verilirse Tahir’in yakın bir zamanda bizlerler direk görüşebileceği belirtiliyordu.

Konuşmaların bizlerde yarattığı intiba olumlu idi. Değerlendirecektik. Ancak bu konuda merkezin de bilgilendirilmesi ve onlarında onayının alınması gerekiyordu. Bu, alanda bulunan diğer birimlerin bilgilendirilmesi ve sekter yaklaşımlardan kaçınılması için de gerekliydi.

M.R. ile konuşmamız sonrası Hakkâri merkeze gönderdiğimiz bir arkadaş aracılığı ile İran üzeri Öcalan ile ilişki kurduk. Cevap gelmede gecikmedi. Görüşmelere yaklaşım olumluydu. Ancak ilişkilerde komplo ihtimalini de dikkate alarak tedbiri elden bırakmamamız isteniyordu. Ayrıca bulunduğu alanda yakında sorumlu düzeyde bir gurubun geleceğini, Konunun bu arkadaşlarla konuşulacağını belirtiyordu.

Öcalan ile kurulan ilişki sonrası M.R ile tekrar bir araya geldik. Merkezle ilişki kurduğumuzu yaklaşımların olumlu olduğunu en kısa zamanda Tahir ile direk görüşebileceğimizi belirtik.

Merkez alan birimi ile ilişki kuracak ve durumlar hakkında kendilerini bilgilendirecekti. Bu ilişki sağlanana kadar dikkatli olmalarını ve ters yaklaşımlara girmemelerini istedik.

M.R. Rahatlamıştı. Ancak alan biriminden ziyade bizlen ilişkileri sürdürmek istiyordu. Alan birimi ile bir güven sorunu yaşamakta idi ve bunu açıkça ifade ediyordu. Konu netleşene kadar bunu üstlenebileceğimizi belirterek ayrıldık. Tahir ile direk görüşmeyi arkadaşların gelişine bırakmıştık.

Yaz ortalarına kadar çalışmalar belirtilen minval üzeri devam etti.

Alanda çok olumlu bir hava yakalamıştık.

Kırsal kesim önemli oranda partiye açılmıştı.

Devletin kırsal kesim üzerinde kontrolü kayboluyordu.

Köy korucularına güvenini yitirmişti.

Bazı kesimlerden silahlarını toplamaya başlamıştı.

Gerillaya olan ilgi artmış yoğun katılımlar başlamıştı.

Devlet belli merkezlere hapsolmuş durumdaydı.

Devletin askeri hareketliliği on ile beş arasına sıkışmıştı. Bu saatler içinde yürütülen askeri hareket büyük konvoylar halinde ve helikopter desteği ile yapılabiliyordu. Belirtilen saatlerin dışında kesinlikle hareket edilmiyordu.

Sürdürülen gerilla savaşı halk kitlelerinde yankısını bulmuş kitle desteği ete kemiğe bürünmüştü.

Devlet otoritesi yavaş yavaş kayboluyordu. İnisiyatif önemli oranda elimize geçmişti.

Haziran da nihayet beklenen arkadaşlar geldi. Gurup sorumlusu Harun (Şehmuz Yiğit) arkadaştı. Akademide Önemli yetkilerle donatılmıştı. Ülke içi merkez sorumlusu olarak atanmıştı. Yol güzergâhında zorunlu askerlik yasasını uyguladığından 20 dolayında gerillanın dışındaki güç yeniydi.

82-85 süreçlerinde birlikte olduğumuz bizim zaza Şexo gitmiş yerine bambaşka biri gelmişti.

Gurupla Jiriki köylerinden olan Valto’da karşılaştık. Harun kısa bir sohbet sonrası hemen konuya girdi. Aşağıdan (Beka) geldiğini önemli karar ve planlamaların olduğunu bu acıda uygun bir yere çekilerek durum değerlendirmesi yapmamız gerektiğini belirtti. Bunu zaten bekliyorduk. Zaman kaybetmeden Semedar yaylalarına çekilerek toplantılarımızı gerçekleştirdik.

Alınan kararlar ve planlama beklentimizin tam tersi çıkmıştı. Ulusal uzlaşmayı esas alan bir politika ile kitleleri kucaklamaktan uzaktı. Çeteciliğe yaklaşım kazanımdan ziyade direk yönelimlerle tasfiyeyi hedefliyordu. Bu köy katliamları tarzında gelişebilecek bazı eylemlere de zemin sunuyordu. Zorunlu askerlik ve vergi sistemi yeniden gündemleştirilmişti. Hatta bu karşılaştığımız Jiriki köyünden de uygulanmak istenmiş ancak tavır koymam üzerine son anda uygulamadan kaldırılmıştı. Plan hedefleri oldukça abartılı idi. Kısacası 87 sürecinde yaşadıklarımızın kötü bir kopyası yine yeni dönem planlaması ve politikaları olarak karşımıza çıkıyordu.

En önemlisi ise ‘’Aşiret otoriteleri tasfiye edilerek yerine parti otoritesi oturtulmalı ‘’ tarzında formüle edilen ve aşiret ileri gelenlerinin zor kullanılarak tasfiyesine  yönelik geliştirilen politika idi. Beka’da formüle edilen bu talimat’a  göre Pinyanış aşiretinden Macit Pirozbeyoğlu,Jiriki aşiretinden Tahir Adıyaman,Mamxura’lar dan Hüsnü ağa Alan ve Yezdinan’lar dan Sadun ağa ve benzerleri hedef durumunda idiler.Bu Mantığa göre bunlar aşiret yapıları üzerinde etkili idiler ve parti otoritesinin gelişimini istemiyorlardı.Bu açıda tasfiye edilmeliydiler. Kısacası dışımızda bize hizmet bile etse farklı bir güç, otorite istenmiyordu. Aşiret liderleri ile başlayan liste giderek aşiret üzerinde etkili olan isimlerle genişliyordu.

İnsanın aklı almıyordu. Mevcut politikanın uygulanması alanda bulunan aşiret yapıları ile direk karşı karşıya gelme anlamına geliyordu ki T.C.ye isteyip bulamadığı bir fırsatı kendi ellerimizle sunuyorduk.

Kaldı ki belirtilen insanlar mücadeleye karşı değillerdi. Alandaki mücadelemizde bunlardan önemli destekler almıştık. Çoğunun KDP ile direk ilişkileri vardı ve geçmişte güney hareketi içerisinde direk yer almışlardı. Bu konuda epey bedel ödemişlerdi.

Durumun kabul edilebilir hiçbir yanı yoktu.

Harun’un sorumluluğunda başlatılan toplantılar üç gün sürdü. Planlama zaten abartılıydı. Ağırlıklı tartışmalarımız zorunluluklu politikalar ve aşiret otoritelerine yönelik tavır üzerine gelişiyordu. Mücadele sahasında olan bizlerdik ve dayatılan politikaların yarattığı tahribatları III. Kongre sonrası alana yapılan müdahale ile yaşamıştık. Aynı sonuçları bir kez daha kaldıramazdık. Bu açıda tartışmalar epey uzun sürdü.

Sonuçta Planlama alan özgülü dikkate alınarak yeni başta düzenlendi.

Zorunluluklu uygulamalar anlamsızdı. Yarattığı tahribatlar bir yana bıraksak bile katılım sorunu yaşamıyorduk. Katılımlar zaten yoğundu ve alt yapımız gönüllü katılımları bile kaldırabilecek durumda değildi.

Zora dayalı aşiret otoritelerinin tasfiyesi tarzındaki talimat kesin bir dille ret edildi.

Böylece Macit Pirozbey başta olmak üzere alanda eylem hedeflerine konulan bazı isimler kurtulmuş oldu. Ancak bu sorunu çözmüyordu. Çünkü Hakkâri’nin belirli bir bölgesi ile sınırlı kalacaktı. Diğer alanlara ulaşmak gerekiyordu. Sombahardan önce bir araya gelme imkânımız olmadığından bu zor gözüküyordu. Durum artık birimlerin vicdanına kalmıştı.

Bu talimatın sonucu olarak;

Alan ve Yezdinan alanında belirtilen politika hayata geçirildi. Sadun Ağa’nın çocukları görüşme adı altında çağrılarak katledildi. Bizim ile yakın ilişki içinde her türlü desteği veren bu insanların katledilmesi Van bölgesi başta olmak üzere çevre bölgeler üzerinde telafisi zor sorunlarla karşı karşıya kalmamıza yol açtı. Ayrıca görüşmeye çağrılarak görüşmede katledilmeleri ayrı bir çirkefliği ortaya koyuyordu. Bu olay sonradan mevcut talimattan bağımsız ele alınıp Hogır’a mal edildi. Oysa bu alan biriminin önüne görev olarak konulmuştu. Hogır sadece önüne konulan görevi tartışma ihtiyacı his etmeden yerine getirmişti. (Hogır hakkında çok şey söylendi çok şey yazıldı. PKK içinde iken söylenenlerin büyük bölümünün gerçeği ifade etmediğini biliyorum. Bunu başka bir yazımda açmayı düşünüyorum)

Mamxura aşiret reisi Hüsnü ağa tamamen bir tesadüf sonucu kurtuldu. Harun arkadaşın gelişinden 15-20 gün sonra gelen bir kurye gurubu ile ikimiz Besta bölgesine isteniyorduk. Gelen talimatta Aşağıdan arkadaşların geldiği önemli gelişmelerin olduğu ve zaman kaybetmeden gelen arkadaşlara ulaşmamız isteniyordu. Bu Hüsnü ağanın hayatının kurtulmasının da vesilesi oldu.

Besta bölgesine giderken tesadüfen Mezra köyü kırsalında Dr.Baran ile karşılaştık. Doktor aldığı talimat sonucu Hüsnü ağaya yönelik eylem için gurubu ile birlikte Mezra köyüne gidiyordu. Kısa bir sohbet sonrası durumu izah etti. Kendisinin Hüsnü ağa hakkında düşünceleri olumsuz değildi. Olayın Mamxura’lar üzerinde çok olumsuz bir etki yaratacağını bilerek gidiyordu. Vicdanını dinlediğinde yapılmamalı diyor ancak talimatı da görmemezlikten gelemiyordu. İkisi arasında gidip geliyordu. Doktor’u dinledikten sonra sorumluluğunu üstlenerek eylemi iptal ettik. Fukara Doktor ağır bir yükten kurtulmuş gibi hafiflemişti. Hüsnü ağa ise hiç bir şeyden habersiz gönderilen haber üzerine köyde cellâdını bekliyordu.

Bu aynı zamanda Tahir Adıyaman ile başlatılan görüşme sürecinin de sonu oldu.

Biz Tahir ile başlatılan uzlaşma sürecinin derinleştirilerek sonuca bağlanmasının beklentisi içerisinde iken Bekada bahsedilen talimat sonucu Tahir ve aşiret önde gelenlerinin tasfiyesine yönelik eylem planlamaları yapılmıştı.

Ne yazık ki Beka kaynaklı bu talimat alanda uygulanmıştı.

Guruplara ulaştığımızda başlattığımız diyalog sürecini sabote eden iki olayla karşılaştık. Bunlardan ilki Jiriki’lere ait Kıter köyünde gerçekleşmişti. Köye giren gurup uzlaşma sürecinin yarattığı kısmı gevşemeden de yararlanarak dokuz köylüyü yanlarına alarak köyden çıkıyor. Biraz uzaklaştıktan sonra içlerinden altı kişiyi alıkoyan gurup diğerlerine  ‘’üç gün içerisinde alınan silahlar bırakılmazsa tuttukları altı kişiyi kurşuna dizeceklerini’’ belirterek serbest bırakıyorlar. Üç gün sonrada altı köylü kurşuna diziliyor.

İkinci olay ise Direk Tahir Adıyaman’ın sürüsünü hedeflemişti. Olayda çok sayıda hayvan telef olmuştu.

Yaşanan iki olay yaratılmak istenen uzlaşma sürecini yerle bir etmeye yetmişti. Uzlaşma arayışlarına şiddetle karşılık verilmişti.tabi ki karşılığı gecikmedi.Tahir Adıyaman gönderdiği haberde haklı olarak ‘’kendisinin oyuna getirildiğini PKK ile aralarında artık kan davasının olduğunu’’ belirtiyordu. Bahsedilen iki olay Tahir Adıyaman’ın devletle tümden bütünleşmesinin zeminini oluşturdu. Tahir,  artık devletin vurucu timi idi.

Şunu açıkça ifade etmeliyim ki bölgede çeteciliğin yaygınlaşarak aktifleşmesinde aşiret yapılarına karşı uygulamaya konulan bu politika ile zorunluluklu yasalar belirleyici rol oynadı. Bu aynı zamanda yaz ortalarında yakaladığımız olumlu havanında giderek gerilediği bir sürecinde başlangıcı oldu.

89-90  kışı ise sürecin  tuzu biberi olmuştu

Ve şimdi II. Ulusal Konferans sonrası geldiğim ülke zemininde oluşan bu tahribatların bertaraf edilmesinin mücadelesini veriyorduk. İşimiz zordu.

Çukurcadan iç bölgelere doğru açıldıkca yaşanan tahribatların yarattığı güven erezyonu açıkca görülüyordu.
89'a kadar bizim dediğimiz ve köylerinde bulunan düşman karakollarına rağmen geceyi geçirecek kadar güvendiğimiz köyler bizden ürküyordu.
Köylere girdiğimizde yaşlılar ve çocukların dışında kimse kalmıyordu.Oysa eskiden köye gelişimizi duyan herkes yaşlısı ve genci ile etrafımızı sarardı.


Bu köylüleri tanıyordum. Yurtseverliklerinden zerre kadar şüphe yoktu. O açıdan silah almalarına rağmen köylerine girmekte tereddüt etmedim. Ancak girdiğimiz köylerde yaşlı ve kadınların dışında kimse kalmıyordu.
Kitleler ürkmüştü.
Bir köyde "gençler nerde" dediğimde içlerinden en yaşlısı kafasını önüne eğerek ''Onlar köyü terk etti kurban '' dedi.
Gençler bizden kaçmıştı. Sadece gençler değil eli silah tutan insanların ağırlıklı kesimi köyü terk etmişti. Kalanların korktukları her hallerinden belli oluyordu.
Eskiden bizi gördüklerinde gözleri ışıldayan ve bizide kendilerinden bir parça gören insanlar gitmiş, ürkek ve tedirgin tavırları ile yabancılaşmış birazda kaderlerine razı olmuş çaresiz insanlar kalmıştı. Sorduğumuz soruları bir iki cümle ile geçiştiriyorlardı. Korktukları her hallerinden belli oluyordu.
 Zaman ilerledikçe yavaş yavaş korkularını yenerek konuşmaya başladılar.
“Silah dediniz verdik. Erzak dediniz verdik. Para dediniz verdik. Geldiniz zorla gençlerimizi aldınız. Ona da ses çıkarmadık. Ama İnsanlarımızı yakalayıp işkence etmenizi asılsız ithamlarla insanlarımızı öldürmenizi hala anlamış değiliz “diyorlardı. Kırgınlık hüzün ve öfke konuşmalarına yansıyordu.

Köylüler, 89 sonbahar ve kışında maruz kaldıkları uygulamaları anlatıyorlardı.
Bu süreçte geri cephe olarak adlandırılan güneyin sınır kesimine barınma amaçlı kalabalık bir gerilla gurubu aktarılmıştı. Önümüz kış ve Çukurca dışında hazırlıklar yetersizdi. Gelen güç sınırın güney kesimine, coğrafik olarak üstlenmeye uygun alanlara dağıtıldı. Bu dağıtım da dört yüz dolayında insan Kaşuri mıntıkasına komşu Güney Kürdistan’ın Hıror kesimine aktarılmıştı. Doğal olarak erzak vb. ihtiyaçlarının temininde Kaşuri’lere dayanacaklardı. Ancak yaklaşan kış koşullarında bu büyüklükte bir gücün ihtiyaçlarının teminisi sorundu. Yiyecek vb. ihtiyaçların kiloya bağlandığı bir dönemde bu hemen hemen olanaksız gibi gözüküyordu.
Kamp sorumluluğu Doktor Baran'a verilmişti.
Doktor bu gücü barındıracak hazırlıkları kısa bir sürede tamamlamalıydı.
Doğal olarak Doktorun ihtiyaç temininde ilk yöneldiği kesim Kaşuri’ler olur.
Kaşuri'leri ihtiyaçların teminisi için seferber eder. Belli hazırlıklar yapılır. Ancak bu oranda bir gücün kış ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. Bölge sıkı bir kontrole tabi tutulmuştur. Bu kontrol altında kamyonlarca erzak vb. ihtiyaç maddelerinin getirilmesi başlı başına bir sorundur. Ardından köylere aktarılan malzemenin asker pusuları atlatılarak katır sırtında kamp alanına taşırılması gerekmektedir. Karlar düşene kadar bu çalışma tamamlanmalıdır.
Durumdan haberdar olan devlet sıkı önlemler almıştır. Sınıra gözetleme kuleleri ve pusularla adeta bir set örülmüştür. Alınan tedbirler kitleleri ürkütmüştür. Köylülerin devlet kontrolünü atlatmaları zaman almaktadır. Dolayısı ile hazırlıklar istenilen düzeyde gitmez.
Gecikmeler yaşanır ve sorunlar da bu noktada başlar.
Sorunların çözümüne güç getiremeyen gurupta daralma ve giderek kitlelere karşı sekter politikalar ile beraber şiddet devreye girer. Zor çözümün anahtarıdır artık. Zorunluluklu yasalar zaten bu eğilimi beslemektedir.
Köylerde alınan bazı insanlar çok sert uygulamalardan geçirilir. Bazıları rehin olarak alınır. Rehinelere karşılık ellerine bir liste verilir. Sorun bu tarzda çözülmek istenir. Askerlik yasasının uygulanması ise işin tuzu biberi olur.
Sonuç olarak Doktor Baran’ın devrimci mücadelesinde bir kambur olarak duran ve izahında zorlandığı bu pratiğin sonucu olarak çok sayıda Kaşuri köylüsü acı uygulamalardan geçer. İşkence doğal bir hal alır. Nayloncu Azime söylemi bu dönem pratiğinin ürünü olarak yapı içerisinde yer edinir. Hıror bir gerilla kampı olmaktan çıkar. Ağır işkencelerin uygulandığı bir cehenneme dönüşür.
Uygulamadan nasibini alan sadece Kaşuri köylüleri değildir. Yapı içerisinde de çok sayıda insan değişik vesileler ile soruşturmalardan, işkenceli sorgulardan geçer. Bir kısmı katledilir.
Köylülerin anlattıkları ve çekinerek ifade etmeye çalıştıkları bu durumdu. Aynı şeyleri yeniden yaşamak istemiyorlardı. Bu açıda başta gençler olmak üzere eli silah tutan insanlar köye girişimiz ile birlikte köyü terk etmişlerdi. Korktuklarından dolayı tedbir almışlardı.Söylenenler karşısında söyleyecek fazla bir şey bulamıyordum. Dile getirilenler bizim uygulamalarımızdı.Bunların Doktor'un sorumluluğu altında geliştiğine insan inanmak istemiyordu. O güne kadar halka ve yoldaşlarına karşı sevecen ve hümanist yaklaşımları ile tanınan Doktor yoktu artık. Doktorun hümanistliğinden, sevecenliğinden, halk ve yoldaşlarına karşı olan sevgisinden geriye eser kalmamıştı.


Doktor 89 baharına kadar örgütsel alanda önemli sayılabilecek sorumluluklar üstlenmemişti. Takım bünyelerinde daha çok sağlık sorunları ile ilgilenmişti. Birçok yaralı ve hasta arkadaş Doktorun tedavisinden geçmişti. Yine ilişki içerisinde olduğumuz köylerde karşılaştığı hasta insanlar da doktorun çantasında eksiltmediği ilaçlardan yararlanmıştı. Bunda başarılı idi.89 baharında Beka da görevlendirilerek ülkeye aktarılan arkadaşların geliştirdiği ülke içi merkez toplantısında Botan eyalet yönetimine alındı. Doktordaki dönüşümde bundan sonra başladı. Üstten önüne konulan ve inanmadığı planlamaları hayata geçirme uğraşı içerisinde kendisini kaybetti. Buna pratikteki daralma ve yetkinin cazibesi de eklenince zaafları tetiklendi. Doktor artık kendisi değildi.


İnsan nasıl bu kadar kendi kendisi ile çelişebiliyordu. Anlamakta zorlanıyordum.
Öyle bir sistem oluşturulmuştuk ki ağına aldığı insanları rahatlıkla kendi kendisi ile çeliştirerek zıttına dönüştürebiliyordu. Aslında Harun (Şehmuz Yiğit) arkadaşın ''biz kendi kendimiz ile çeliştik. Yola çıkış ilkelerimiz ile çeliştik. İnsanlığımızla çeliştik '' derken izah etmeye çalıştığı bu durumdu. Doktorun başına gelen de buydu. Sistemin iyi bir dişlisi olmuştu.
Sadece yapılanların yanlış olduğunu, parti politikası olmadığını bireylerden kaynaklandığını belirtmekle yetindim.


Bu söylemin yanlış olduğunu biliyordum. Benzer pratikler özellikle III. Kongre sonrası pek çok alanda yaşanmıştı. O açıdan bireyden ziyade önümüze konulan çizginin ürünü idi. Biz her seferinde bir günah keçisi bularak veya bizlere gösterilen günah keçilerine öfke kusarak esas kaynağı görmemezlikten geliyorduk. Sorunu kendi kendimiz ile tartışarak gerçeğe varsak bile rahatsızlığımızı kendimiz ve yakın çevremiz ile sınırlı tutuyorduk. Yapıya yansıtmıyorduk.
Yaklaşımımızın Kitleleri tatmin etmediğini biliyordum. Mevcut politikanın bireylerde kaynaklanmadığını yâda bireylerin keyfi uygulamaları olmadığını biliyorlardı. Çünkü mevcut pratiğin sorumlularına yönelik hiçbir yaptırım uygulamaya konulmamıştı. Bunun için söylemimizin inandırıcılığı kalmıyordu.


Yaralar derindi. Yaraların sarılması zamana ve zaman içerisinde izlenen tutum ile oluşacak güvene bağlıydı. Olumlu olan yan yaşananlara karşılık kitlelerin hala kendilerini partiye kapatmamış olmaları idi. İlişki zemini tümden kopmamıştı. Bunu değerlendirecektik.
Alan sorunları ile uğraşırken Uludere bölgesinden gelen kurye gurubu alana ulaştı. Arkadaşlar yeni düzenlemeler için beni bekliyorlardı. Aynı dönemlerde İran üzeri kalabalık bir Peşmerge gurubu alana gelmişti ve bizimle görüşmek istiyordu. Gurup sorumlusu D.K.Kerkük'i idi. Bu yenilgi sonrası güneye yönelik ciddi sayılabilecek ilk girişimleri idi.


Aynı zemin üzerinde hareket ediyorduk. Bu açıdan Uludere’ye geçmeden önce kendileri ile görüştüm. Bu irade dışı gelişebilecek olayların önlenmesi içinde gerekiyordu.
Gurup alana yeni gelmiş üstlenmeye çalışıyordu. Ancak nereye üstleneceklerine hala karar vermiş değillerdi. Geçici olarak Türkiye ırak sınırına sıfır noktada, Helkaş köyünün hemen altındaki derin vadiye üstlenmişlerdi. Tepelerinde Şivreza taburu bulunmaktaydı ve tüm hareketleri kontrol ediliyordu. Vadi T.C. tarafında mayınlanmıştı. Hareket alanları önemli oranda daraltmıştı. Hemen üstlerindeki yüksek tepelerde Saddam karakolları bulunmaktaydı. Saldırı esnasında yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Her an kayıp verebilirlerdi. Oradan zaman kaybetmeden çıkmaları gerekmekteydi.


Bulundukları alanın uygun olmadığını kendileri de biliyordu. Geçici olarak üstlenmişlerdi.
İç bölgelere geçiş güzergâhları, mayınlı bölgeler ve alana yeni gelişlerinden kaynaklı bazı ihtiyaçlarının temininde yardıma ihtiyaçları vardı.
Yenilgi sonrası Saddam güçlerinin sınır bölgesinde oluşturmaya çalıştığı güvenlik çemberi konusunda yeterince bilgi sahibi değillerdi.


İç bölgelere aktarmak istedikleri guruplarına ilk güvenlik çemberini aşmada yardımcı olmamızı istiyorlardı. Görüşmemiz dostça bir hava içerisinde geçti. Zorluklarımızın farkında idik ve gereken yardım kendilerine sunacaktık.



Nitekim D.K.Kerküki ile başlayan bu ilişki sonradan sıcak ve samimi bir dostluğun başlangıcı olarak ilerleyen yıllarda da devam etti. O zor günlerin dostu olarak hep yanımda oldu.
Düzenlemeler sonrası gelen kurye gurubu ile Uludere alanına geçtim. Arkadaşlar beni bekliyorlardı.
Konferans kararları benden önce alana ulaşmıştı.
Kararlar yeni dönem pratiğine nefes aldırabilecek durumda idi.
Zorunluluklu olan yasalar uygulamadan kaldırılmıştı.
Kitleleri kucaklayan uzlaşıcı bir politika ile faaliyetlere başlanıyordu.
Dönem bir ulusal uzlaşma dönemi olarak belirlenmişti. Bu geçmişin yanlış uygulamalarının yarattığı tahribatların telafisine olanak sunuyordu.
Uygulamalarımız ile küstürdüğümüz uzaklaştırdığımız hatta düşmana ittiğimiz kesimlerle yeniden ilişki zemini yaratıyordu.
İçe yönelik keyfi suçlamalar ile tutuklamaların önüne geçilmişti.
Kısacası Konferans kararları pratik sorunların irdelenmesi çerçevesinde geliştirildiğinde Parti Ordu ve cephe sorunlarına ilişkin arkadaşların beklentilerine bir noktada cevap olmuştu. Tepkiler olumlu idi. Bu açıda alan faaliyetlerinin planlanması ve buna uygun görevlendirmelerde fazla zorlanmadık. Botan ve Kara Ömer ile birlikte kısa sürede gerekli düzenlemeleri yaptık.


İç tutuklama ve tutuklulara yönelik uygulamaları tartışılırken eğitim kampında bulunan iki tutuklunun durumu gündeme geldi. Ajan olarak tutuklanmış ve kendilerinden ajanlık itirafları alınmıştı. Mahkeme edilmeyi bekliyorlardı. Beka uygulamalarının yakın tanığı olduğumdan ve geçtiğim alanlarda karşılaştığım manzaralardan dolayı ajan itirafları bana inandırıcı gelmiyordu. Kişisel kanım itirafların işkence altında alındığı ve gerçeği yansıtmadığı yönünde idi. Nitekim toplantı sonrası eğitim kampımıza gittiğimizde şüphelerimde yanılmadığımı ortaya çıktı. Yakalanan arkadaşların ikisine de ağır işkenceler uygulanmış ve Beka da olduğu gibi kendilerine ajanlık deklare edilmişti.
Bu arkadaşların tutuklanma gerekçeleri ise tam bir saçmalıktı. Yazın sıcağında depo kazarken belden yukarı soyunmaları Azime arkadaş tarafında görülünce yoz bir davranış olarak değerlendiriliyor ve aralarında sert bir tartışma gelişiyor. Sonuçta parti içinde yozlaşmaya neden olmakla suçlanıp tutuklanıyorlar.


Soruşturmayı bizzat Azime’nin kendisi yürütüyor. Hıror’da Nayloncu Azime olarak nam salan bu arkadaş burada da şanına gölge düşürmüyor. Naylon yakma başta olmak üzere akla gelebilecek her türlü yönteme başvuruyor. Sonuçta dört dörtlük bir ajan senaryosu ile işi sonuçlandırıyor.Şunu hemen belirtmeliyim ki PKK içerisinde ajan senaryoları ile tutuklanarak işkenceli sorgularla katledilen insan sayısı binleri aşmıştır. Sadece Beka kampı ve çevresinde bugün bir kazı yapılsa yüzlercesinin kemikleri ile karşılaşılacaktır. Ne yazık ki kaynağını Bekadan alan bu mantık ülke zeminine de ilham kaynağı oldu. Ülkede küçük Beka’ların oluşması fazla zaman almadı. Özellikle III. Kongre sonrası sistematik bir şekilde mücadelenin her alanına bulaştırıldı.


Tutuklu arkadaşları serbest bırakarak tedavilerinin yapılmasını söyledik. Azime’ye yönelik her hangi bir uygulamada bulunmadık. Sadece Azime’mi. PKK II. Ulusal konferansı tarafından Amed’deki uygulamalarından dolayı soruşturma kararı alınarak alana getirtilen Şemdin Sakık’a yönelik de her hangi bir uygulamaya girmedik. Eğer bundan dolayı yaptırım uygulasa idik yönetim kademesinin ağırlıklı bölümünü tutuklamamız gerekecekti. Çünkü yapı içerisinde suça bulaştırılmayan insan sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. Bunu Şener IV. Kongrede ’’Burada bir suçlular topluluğu bulunuyor.’’diyerek ‘’Suçu bireyde değil, bu suçlular topluluğunu yaratan çizgide aramak gerekir’’ diyerek dile getiriyordu.


Bireylerden ziyade mantığın mahkûm edilmesi gerekiyordu. Bu insanların hiç birisi art niyetlerle mücadeleye katılmamışlardı. En ağır uygulamaların sahipleri bile Kürt ve Kürdistan’ı duygularla mücadeleye katılmışlardı. En ağır koşullarda hayatlarını ortaya koyarak mücadeleye sahiplenmişlerdi. Ancak önlerine konulan veya kendilerine dayatılan mantığın kurbanı olmuşlardı. Evet, suçlulardı ama aynı zamanda mağdurlardı da. Doğru bir yönlendirme altında çok önemli gelişmelere imza atabilecek konumda idiler.
Toplantımızın önemli bir gündem maddesi de Irak ile ilişki idi.


Bu dönem Saddam yönetimi ile ABD arasında Kuveyt işgali nedeni ile çelişki giderek derinleşmiş ve Irak’a yönelik müdahalenin hazırlıkları yapılıyordu. Irak sıkı bir ambargo altında idi. Sınır ticaretini açmak istiyorlardı. Ayrıca Türkiye ABD ilişkisinden rahatsız idiler. Bu açıda sınır boylarındaki yerel yapıları devreye koyarak bizimle ilişki kurmak istiyorlardı.
Sorun üzerine epey tartıştık. Bu ilişki arayışı bize fazla itici gelmiyordu. Düşman cephedeki çelişkilerden yararlanmak o dönemki mantığımıza uygun düşüyordu. Ama bu ilişki Saddam ilişkisi olunca insan ister istemez düşünüyordu. Uzun tartışmalar sonucu görüşmeye karar verdik. Kendileri ile görüşecek niyetlerini öğrenecek Öcalan’a bildirecektik. Oradan gelecek talimat bu ilişkinin niteliğini belirleyecekti.