30 Nisan 2018 Pazartesi

Şemdin sakıktan mektup var 2

2: Sevgili Selim, nihayetinde bir hücredeyim. İstediğim, ya da istediğin her şeyi yapamam ki! Biliyorsun, ben bir askerim. Kafam askerce çalışır. Asker yapabildiğini önüne koyar, yani her zaman gerçekçi davranır. Zira gücünü abarttığı anda kaybeder. Askerlikte kaybetmek başka bir alanda kaybetmeye benzemez. Kaybeden gider, yani hayatını kaybeder. Bundan dolayı olmalı ki hep tosbağa yürüyüşünü benimsedim. Hani tosbağaya niye bu kadar yavaş yürüyorsun diye sorar ve "hızlı yürürsem düşerim, düşersem bir daha kalkamam cevabı var ya! İşte söz her zaman yürüyüşümü belirler. Burada hangi koşullarda tutulduğumu, yazılarımın hangi aşamalardan geçtikten sonra dışarı çıktığını bilseydin, "tek taraflı" davranıyor demezdin. Örneğin, mektuplarımı önce okuma komisyonu okuyor. Ardından cezaevi müdürü inceliyor ve ardından Adalet Bakanlığı'na gönderiyorlar. Ortalama bir hafta sonra mektubu dışarı gönderebileceğim izni çıkıyor. Bazı mektuplarıma ise izin verilmiyor.

Neden mi? Onu ben de bilmiyorum. Bu hususta aklımın ermediği nokta şudur: Abdullah Öcalan'ın avukat görüşmesi Çarşamba günleri oluyor. Ya Çarşamba günü akşama doğru ya da Perşembe günü sabah bütün bu konuşmalar Kandil'e aktarılıyor. Konuşmalar Kandilde değerlendirildikten sonra Cuma günleri radyo, televizyon, internet ve gazetelerde yayınlanıyor. Ama benim sadece duygularımı yansıtan, sağdan soldan yardım talepleri içeren mektuplarım ya bir hafta sonra gönderiliyor ya da sakıncalıdır denilerek alıkonuluyor. Oysa ne telefon görüşmesi yapacak ne de ziyaretime gelecek birisi var. Dış bağlantım üç beş dosta gönderdiğim mektuplarla sınırlıdır. Zaten bazı mektuplarım da yolda kayboluyor... Galiba Öcalan büyük direnişçi, Şemdin Sakık büyük hain olduğu için böyle oluyor. Öyle ya, büyük direnişçilerin görüşleri zamanın hışmına uğramadan, fırından çıkan ekmeğin tazeliğiyle piyasaya sunulmalı ki değerinden bir şey yitirmesin. Benim gibi hainlerin görüşü kamuoyuna sunulmasa da olur.

Burada zor günler yaşadığım bir süreçte, eski bir ağabeyimizdir, ona bakarak bu yola çıktık, belki bir yol gösterir, biraz yardımcı olur, düşüncesiyle Ömer Çetin'e bir mektup yazdım. Mektubun kendisine ulaştığını duydum, ama bir cevap vermedi. Zikri bu olduktan sonra, ifadesinin şöyle ya da böyle olması ne anlam ifade eder ki!

Ama burada biraz da gerçekçi olmak gerekmiyor mu? Bence bir insanın politika yapmaya hakkı olduğu gibi, politikadan çekilmeye de hakkı olmalıdır. Politikadan çekildiği için insanlar suçlanmamalıdır.

Hayatımın trajediler silsilesi olduğu gerçeği çok doğru. Sadece dağlarda geçen on sekiz yıl, sadece hücrede geçen on yıl değil, gözlerimi dünyaya açtığımdan beri trajedi üstüne trajedi yaşıyorum. Öyle büyük acılar, sıkıntılar yaşadım ki, şu anda Tanrı kelama gelse, "istersen seni ölümden sonra yeniden hayata döndürebilirim, sana böyle bir iyilik yapabilirim, ama eski hayatının aynısını yaşayacaksın" dese asla kabul etmem. Tanrı öyle bir yaşamı sadece dostlarımın değil, düşmanlarımın başına bile getirmesin. Tabii ki Öcalan'ı dışarıda tutuyorum. O daha beterini de hak etmiş bir zalimdir.

Gorki'nin "Halk Düşmanı" romanını okumadım. Ancak bu yazarın birkaç kitabını okumuştum, vakti zamanında. O zaman romanlarını mükemmel görmüştüm. Zira insanları iki ayrı sınıfa ayıran, insanı değil sınıfları esas alan sosyalist yaklaşımımıza uygun düşüyorlardı. Ama şimdi biraz farklı düşünüyorum. Bana sorarsan Gorki beni yazamaz. Zira o insanla değil, sınıfla ilgili bir yazardır. O insanın değil sosyalizmin yazarıydı. Beni olsa olsa Sefiller'in yazarı Viktor Hugo ya da Dostoyeviski yazabilir. Çünkü sadece onlar acının ne demek olduğunu bilirler. Ama onlar da şimdi yoklar.

Beni bir de ben yazabilirdim. Ama kalemim yeterince güçlü değildir. Kaleminden çıkan cümleler hoşuma gidiyor, ama bakıyorum ki sen de kalemini şunu bunu suçlamakta, şunu bunu kırmakta kullanmaya başlamışsın.


Sevgili Selim, siz beni halk kahramanı ve halk düşmanı ilan ettiniz. Benim bu sıfatların yakıştırılmasında bir talebim olmadı. Dağdayken silahlı mücadelenin, hücremde ise barışın gereklerini yerine getirmeye çalıştım. Bütün yaptıklarım bundan ibaretti. Dolayısıyla ne halk kahramanı, ne de halk düşmanı olacak bir pratiğim oldu.

Kahramanlık kimliğini yere düşüren adam

1- Sevgili Selim, sahiden yaşıyor muyum? Hâlâ ölmedim, ama yaşadığım da pek söylenemez. Bütün bir hayatını kurtuluşu uğruna adayan halkı, on sekiz yılını emrine verdiği örgütü, en dar gününde sahip çıkmalarını beklediği dostları ve her türlü mirası üzerinde tepinen ailesi tarafından yüzüstü bırakılmış, hatta linçlerine tabi kalmış bir kişi ne kadar yaşıyorsa, ben de o kadar yaşıyorum. Hayatını karşısında savaştığı bir gücün eline düşmüş, yaptığı ya da yapmadığı her şeyle suçlanan, cezaevinin ücra bir köşesinde bir hücreye konulan, eli kolu bağlı ama sahipsiz ve de desteksiz kalan bir kişi nasıl yaşıyorsa, ben de öyle yaşıyorum. Evet, hâlâ haber yattayım, ama yaşadığımı hiç sanmıyorum. Tabi ki insanca yaşamdan söz ediyorum, yerlerde sürünen cinsinden değil.

Sevgili Selim, bu noktada küçük bir yanlışını düzeltmek istiyorum: Beni satan KDP'nin bir yetkilisi değil, Barzani'nin kendisiydi. O sözünü ettiğin yetkili bu işte bir piyon olarak kullanıldı. Sadece o mu, sanırım Sarı Baran da bu işte kullanıldı. En azından bu duruma sessiz kaldı. Türk Özel Timleri' nin Öcalan'ın yakalanmasında ne kadar askeri rolleri varsa, Yeşil'in de beni yakalamasında o kadar rolü oldu. Öcalan'ı uçakta, beni arabada onlara teslim ettiler.

Barzani ihaneti olmasaydı, hiçbir güç ya da kişi  üstemden gelemezdi.

Satış bedelimi merak ediyorsan, onu da söyleyeyim: Habur Sınır Kapısı'nın daimi olarak açık kalması anlaşması imzalandı. Bunun yanında biraz makarnadan, birkaç çanta dolardan söz edenler de var.

Eh, bu kadarı da olur! Biliyorsun, kültürümüzde öldürülen en erkek adamın kan parası ve en bakire, en güzel, en soylu kızın başlık parası bir miktar diğerlerinden fazla olur. Ben de en savaşçıydım, satış ücretimin biraz kabarık olması doğaldır.

Başlık parası dedim de hatırıma geldi. İstersen küçük bir anımı anlatarak devam edeyim:

Tam otuz yıl önceydi. Annemden bana amcakızını istemesini söyledim. Önce kem küm etti, ardından kabul etti.

Kızı verdiler. Birkaç köylüyü yanına alıp kızı nişanlamaya gitti. Nişan takmaya gidenler, mal alıp satarcasına gece boyunca kızın baba ve annesiyle pazarlık yaptılar. Ancak sabaha doğru bir anlaşmaya varabildiler. Anlaşmaya göre, başlık parası olarak yüz elli bin lira ödenecek, erkek tarafı kıza on tane beşibirlik altın, bir sürü takı, kolye, elbise, mobilyalar ve daha bir sürü eşya çeyiz olarak alınacak, hem kız hem de erkek evindeki düğün masrafları ödenecek... Bir de kızın annesi, ben kızımı onun bunun ahırına, samanlığına göndermem, düğüne kadar mutlaka bir ev yapmalıdırlar, diyerek bu şartı da ekliyor.

Sonuç ne mi oldu? Kız hâlâ babasının evinde duruyor, hâlâ beni beklediğini söylüyor. Eh, fiyatın pahalı olursa varacağı budur.

Emin ol ki, benim ucuza ya da pahalıya satılmamın hiçbir anlamı yoktur. Hatta başlık parası nasıl ki nişanlımı evde bıraktıysa, satış fiyatımın yüksek olması bana biraz zarar verdi. Nasıl ki nişanlım otuz yıldır sırf bir başlık parası için babasının evinde kaldıysa, galiba ben de ödenen miktar kadar cezaevinde kalacağım.

Hiç merak etme, özgürlüğüme kavuşup Ankara'ya yerleşmeyeceğim, Tuncer Günay'la el ele verip Türkçülüğü yayma fırsatım olmayacak.

Ha, geçerken şunu da not edeyim. Geçenlerde Ümit Özdağ bir televizyon kanalında açıkladı. "Osman Öcalan'ı üç milyon dolara satmak istediler, Türkiye'ye böyle bir teklif getirdiler, ama Türkiye kabul etmedi. O davar kişiliği getirip de ne yapacağız?" dedi.

Onun bu sözlerini dinlerken, öyle hafiften kendimi önemsediğimi hissettim. Demek ki beş kuruş değerleri olmayanlar da varmış, dedim yalnız gönlüme.

Sanırım hayatımda yaptığım en iyi işlerden biri, ölü bir kahraman olmak istemeyişimdir. Bunu da aklımla değil, her canlıda olan yaşam güdüsüyle başardım.

Oysa karşıma çıkan herkes benden bunu istemiştin. Senin eleştirilerine ve özellikle o "bir günlük onurlu yaşamı bir ömre bedel sayarım" türündeki beylik sözüne bakılırsa sen de bu baylardan birisin.

Ama en çok da kahraman olmamı isteyen ulu önderimizdi:

1997 yılının temmuzuydu. Hazretleri beni ölüme yolcu ediyordu. Eh, ölülerin ardından birkaç ayet okumak adettendir. Uzunca bir konuşmadan sonra:

-Git Hatay'ın altını üstüne getir. Git çağdaş Che ol, nasihatinde bulundu.

-Evet, başkanım, Che olmak isterim ama yaşayan Che, dediğimde yüzünü buruşturdu. Ve başladı, benim şehitlere saygısızlık yaptığımı dökmeye:

Sen şehitleri ölülerden mi sayıyorsun? Ulan bütün şehitler benim kişiliğimde ölümsüzleşiyorlar. Esas yaşayanlar onlardır. Esas olarak sizler bu halinizle birer ölüsünüz. Sizi şehitlik mertebesine ulaştırarak ölümsüzleştiriyorum. Che'nin öldüğünü kim söylüyor, diyordu.


Oysa o ana kadar Che'nin öldüğünü biliyordum. Meğer yaşıyormuş! Gözlerim önüme aksın, ulu önderin yüksek çözümleme gücü ve öngörüsü olmazsa Che'nin yaşadığını bile bilmeyeceğim. İşte ben bu kadar aptaldım.

REWŞA KARKERÊN KURD MEMDUH SELİM BEG

Di wê demê da gelek karkerên Kurd jî li Stanbolê hebûne Piranîya wan kar- keran piştîvan bûne Hin kesên kedxur ên çawekirî xebitîne ku wan karke- rên Kurd bixapînin û keda destê wan bixun. "Jîn" di her du jimareyên xwe yên paşîn da li ser rewşa wan karkeran jî sekinîye û di wî babetî da du nivîsar belav kirine Di nivîsara pêşîn da weha hatîye gotin:( "Li Stanbolê ji çend sal bere ve qolonîyeka Kurd pêkhatîye, ev qolonî îro jî heye.Ên ku ev qolonî pêkanîne karkerên Kurd in; ew karkerên Kurd ku hin kesen dî navê wan 'piştîvan' danîne Ev ciwamêrên ha, ji hêlên Kurdis¬ tane yên cure-cure hatine vir da ku rizqê xwe û malbatên xwe qazanc bikin. Rebenan, li vir bi awayekî tewr namûskarkî dixebitin, ji sibê heta êvarê bi xweydana enîya xwe dixebitin, kefte-left dikin û dihingivin". Di nivîsarê da paşê hatîye ragîhandin ku hin kesên wek sernivîskarê rojna- ma "Alemdar" Refî Cewad û serkarê wê rojnamê Ehmed Qedrî, xwestine ku wan karkerên Kurd bixapînin û bi sendîqa xwe ve girêdin. Nivîsara diduyan bi îmza "M.S." (Memdûh Selîm) û bi sernivîsara "Qalên Neteweyî-Civakî: Karkerên Kurd li Stanbolê (Millî-İctimaî Mebahis: İstan¬ bul'da Kürd Amelesi) derketîye Em di despêka wê nivîsarê da van rêzên jêrîn dixwînin: "Ev netewe çi qas bêkes e ku stûyê xwe daye destê kesên wek Refî Cewad û Ehmed Qedrî; ew mirov jî çi qas çavvekirî ne ku karîne misaletê 5-10 hezar kesî bibin ew 5-10
hezar kes ku unsurekî xebatkar ê neteweyê Kurdê gewre ne Divê ku mirov li ser alîyê civakîyê vê şolê bifikire Ew propagande- yên xêrnexwazkî yên ku Refî Cewad Begê di Komela Piştîvanan da kiribûn, me di jimareya xwe ya bere da tehlîl kiribûn. Ev mirovên namûskar ên ku li welatekî dî qolonîyeka karkerên neteweyê Kurd pêkanîne, heta nuha ji bil Kurdan û ji bil ciwanên Kurd her kes bi wan ra meşxûl bûye Cîyên ku ew lê dijîn jî, seren wan jî, heta nuha kî dizane ku çi qas ji propagandeyên liştan ra bûne meydan”.
Nivîsar paşê weha dom dike:
"Kesen wek Refî Cewad Begê û pehlewan Qedrî Efendî, divê ku fam bikin ku, ew ne di mewqîyekî wisa da ne ku tekile ked û qazanc û heq û wezîfa Kür¬ deki bibin. Divê ku her karkerekî Kurd jî biryar bide ku êdî ew ne mec¬ bur e qumarleyzan û şantajkaran xwedî bike; û divê ku baş bizane ku xeyn ji wî, heqê kesek tüne ku ji bere keda wî îstîfade bike Rewşa Kurdan heta nuha wek rewşa zevîyek bû ku ava wê, axa wê û darên wê ji her kesî ra helal bûn. Belam divê ku Kurd êdî xwe ji vê rewşê derxin". Nivîskar ji tevgera karkeran jî gazin kirîye ku cima di heqê karkerên Kurd da bêdeng maye; paşê peyv anîye ser bêdengîya Kurdan bi xwe, ji wan jî weha gazin kirîye: "Heta nuha, kesên ku serê xwe û zimanê xwe kêmtirîn bi van karkeran ra betilandine em bûne, Kurd bi xwe bûne, ciwanên Kurd bûne Ji ber ku em bê- deng mane, kesen dî gotine qey ku em reben in; loma jî cesaret girtine, tim li nava serê me xistine û nanê me ji deste me standine Bi kurtî, em dixwazin bêjin ku, divê ku em bi karkerên Kurd ra meşxûl bibin da ku bîyanî tilîyên xwe nexin nava wan".  Belam mixabin ku "Jîn" piste wê jimareyê êdî derneketîye, qadroya wê jî mecal û fersend û zeman nedîtîye ku bi rewşa karkerên Kurd ra meşxûl bibe..

Memduh Selîm Beg/Kovara Jin

25 Nisan 2018 Çarşamba

Ruşen Aslan/ Kör Gözden Yaş Beklemek! 'Mehmet Şener, Annesi 'Kör Saliha' ve APO

24 yıllık cezası biten ve salıverilen Mehmet Şener’i bir süre sonra PKK Merkez Komitesi üyesi olarak görürüz. Sonrası bilinen; Öcalan ile ters düşme, PKK tarafından tutuklanma, kaçış,..Vejîn hareketini oluşturma.. ve PKK tarafından Suriye’de katlediliş!..

PKK Merkez Komitesi üyesiyken, Genel Başkanı Abdullah Öcalan’a ters düşerek muhalefet eden Mehmet Şener, muhalefetinin "cezasını“ hayatıyla ödedi.

O’nun ölümünden Kürt muhalefet hareketinin çıkaracağı çok dersler olduğuna inanıyorum.

Bunun en başında 80’lerden ikibine uzanan bir süreçte, Kürt yurtsever hareketine musallat olan, insanı insan olma değerlerinden uzaklaştıran bilinçli yozlaştırmanın ne kadar yol aldığını ve neler yapabildiğini gözler önüne sermesidir.

Mehmet Şener’i ilk kez 12 Eylül’ün Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde tanıdım. Kendisiyle bir kaç kez kısa sohbet ve direniş sırasındaki bir iki yazışmanın dışında doğrudan ilişkim olmadı. Cezaevi şartları buna olanak vermiyordu.

Ama muzip, zeki ve kararlı bakışlara sahip bu yağız delikanlıyı herkes gibi ben de tanıyordum. PKK Batman davasından yargılanıyordu. Poliste çözülmeyen nadir devrimcilerden biriydi. 12 Eylül sonrası başlatılan zulüm ve işkencenin, en son teslim aldığı kişisiydi.

Mehmet Şener, cezaevindeki en popüler kişilerin başında gelirdi. 1983’te başlatılan ölüm oruçlarında, direnişlerde O’nu hep en önde görürdük.

Kör Saliha diye ünlenen anası da, yiğitliği ve mücadeleci kimliğiyle, dışarıda direnen ailelere öncülük ediyordu. Direnişlerden birini yöneten Mehmet Şener, kod adı olarak anasının adını kullanmıştı.

24 yıllık cezası biten ve salıverilen Mehmet Şener’i bir süre sonra PKK Merkez Komitesi üyesi olarak görürüz.

Sonrası bilinen; Öcalan ile ters düşme, PKK tarafından tutuklanma, hapishaneden kaçış, PKK-Vejîn hareketini oluşturup muhalefetini örgütlü sürdürme çabası ve en sonunda adeta yaşamını verdiği PKK tarafından Suriye’de katlediliş...

İşte Mehmet Şener’in yaşamından kesitler.

Mehmet Şener öldürülmeden önce, PKK lideri tarafından hain ilân edilmişti. Yalnız O’nunla yetinilmemiş, direnişlerin sembolü haline gelmiş anası da hain ve casus edilmişti.

Bir parça ekmeklerini, bir bardak sularını, zuladaki son izmaritin dumanını, acıyla sevinci, korkuyla cesareti, yaşamla ölüm arasında gidip gelmeyi velhasıl her şeyi birlikte paylaştıkları en yakın arkadaşları da PKK basını aracılığıyla O’nu suçluyordu.

Mehmet Şener, kendisini suçlayan yakın arkadaşlarından ikisine, Mustafa Karasu ile Mehmet Can Yüce’ye cevap vermişti. Pir Sultan Abdal’ın deyişindeki; dostun gülü yaralar beni örneğindeki gibi, kendisini en çok yaralayan bu iki can dostuna yazmayı gerek görmüştü.

Ama Pir Sultan’ın deyişinden farklı bir durum vardı. En yakın arkadaşları O’na gül değil, "Hızır Paşa“larının emrine uyarak taş atmışlardı. Her iki mektup, canı kadar sevdiği arkadaşlarını bilgilendirmek için, çok seviyeli ve bağışlayıcı bir uslupla kaleme alınmıştı.

Mehmet Şener’in öldürülüşüne çok üzülmüştüm. Anasının hain ilân edilmesine daha da üzüldüğümü ifade etmeliyim. Çünkü Mehmet Şener, kendi sonunu da hazırlayan PKK’daki bu yanlış anlayışa az hizmet etmemişti.

Nitekim Can Yüce’ye yazdığı mektupta bunu açıkça itiraf ediyor: “...Bu edebiyata (başkalarını haksız yere hain ilân etme –benim notum) duyulan ihtiyaç nelere mal oluyor biliyor musun? Bende zamanında bu günahı oldukça ağır işledim.

Müritçe bir güvenden kaynaklanan söz konusu tutumun vermiş olduğu destekle, ne değerlerin katline ortak olduğumuzu, daha sonra, yaşayarak anladık...“ diyor Mehmet Şener. Bu sözlere başka şeyler eklemeye gerek var mı?

Saliha Şener’in hain edilmesinde tek “suçu“ Mehmet Şener’i doğurmak ve O’nun anası olmaktı. İster istemez insan, Apo’nun anası Üveyş Öcalan’la Kör Saliha’yı karşılaştırmadan edemiyor.

Bu karşılaştırma çerçevesinde, Saliha Şener’i anlatmaya ihtiyaç yoktur. O’nu benim gibi Diyarbakır hapishanesinden geçen ve başta PKK’lı binlerce yurtsever ve aileleri tanır.

Yalnız bizler değil, Türk askeri ve polisi de bu kahraman kadını çok iyi tanır. Ben yinede bildiğim bir olayı sizlerle paylaşmak isterim.

12 Eylül sonrası başlatılan zulüm ve işkenceden sonra, BBC radyosu; yirmiden fazla Kürt siyasi tutuklunun cezaevinde öldürüldüğünü“ haber veriyor. Bunların içinde benim adım da var.

Benimle görüşemeyen eşim, Avukatıma içerdekilerin akıbeti ve işkencelere son verilmesi için dilekçe yazdırıyor.

Saliha Şener’le birlikte imza topluyorlar. Yüzbaşı Esat durumu öğreniyor ve eşimden dilekçeyi istiyor. Özellikle dilekçeyi kimin yazdığını soruyor. Saliha Şener, kimse ele verilmesin diye; o sırada kendisinde olan dilekçeyi yırtıp ağzına atıyor ve yutuyor.

Üveyş Öcalan’ın adını ise, bazı Türk gazetecilerinin, oğlu Abdullah Öcalan ile yaptıkları röportajlarda duydum. Çocukluk ve aile yaşamını genişçe anlatan Öcalan’ın anlatımlarına bakılırsa, birçoğumuzun anası gibi sıradan bir ana.

Kürdistan’ın zor şartlarında her çocuk doğuran, çocuklarını yetiştiren anne gibi, saygı görmesi gereken biri. Ancak o kadar.. O’nu kimse ne bir yürüyüş ve ne de bir direnişte, ya da yurtsever mücadelede görmüştür.

Yukarıda az çok niteliğini vermeye çalıştığım Kör Saliha, sırf Mehmet Şener’in annesi olduğu için Öcalan’ın boynuna astığı „hain, casus“ yaftasıyla dolaşırken, Apo’nun anası olmaktan başka hiç bir özelliği olmayan Üveyş Hanım, DEP kongresinde divan başkanı tarafından „anaların anası“ olarak kongreye takdim ediliyor.



Millet, elini öpmek için kuyruğa giriyor.

Katılan delegelerden bazılardan dinlediğime göre, kadıncağız olan bitenlerden şaşkın, ne olduğunu da anlamış değil. Yağcılık ve taklitçiliğin iğrenç boyutlara vardığı bir durum.. İşte size iki ana: Biri PKK Genel Başkanı’nın, diğeri O’na muhalefet eden Mehmet Şener’in anası..

Biricisi „anaların anası“ unvanını, diğeri ise boynunda Apo’nun astığı „hain,casus“ yaftasını taşıyor. Siyaset, yurtsever mücadele insani boyutlarından soyutlanırsa, vicdanlar ideolojiye, lidere kiraya verilirse; varılacak yer de burası olur. O’nun için yazının başlığını öce insan olmak koydum.

Bu yazıyı sırf eleştiri olsun diye yazmadım. PKK’nın ağırlıklı bir biçimde içinde olduğu Kongreya Netewiya Kurdistan (KNK), Kürt Sorununda Birlik, Barış ve Demokrasi için Ulusal Konferans düzenlemiş bulunuyor. Kürtler için birlikler de, barış ta, demokrasi de yaşamsal konulardır.

Eğer bu tür konferanslar, iş olsun diye yapılmıyorsa altını doldurmak gerekir. Onun için birliğe ulaşacak barış ve demokrasiyi Kürtlerden başlatmak gerekir. Kürtler arasında barış ve demokrasinin işlememesinde, PKK’nın önemli katkısı olmuştur.(smileydev-demokrat)

Bunun için, Kürtler arasında barış ve demokrasinin yerleşmesinde en büyük görev de O’na düşüyor. Yıktıklarını yapmak ahlaksal bir görev olarak önünde durduğu gibi, kitlesel gücü ve örgütsel durumuyla, bu işe ancak O önayak olabilir. Ben PKK’nın, istediği takdirde bu konularda çok şey yapabileceğine inanıyorum.

PKK, Kürtler arasında barış ve demokrasiyi içtenlikle savunduğunu çarpıcı bir jestle ortaya koymalıdır. Mehmet Şener’in ölümünün onuncu yılı bir vesiledir.

Kör Saliha’nın mezarına Abdullah Öcalan ya da PKK Başkanlık Konseyi adına konacak bir buket çiçek ve bir bildiri, Kürtler arasındaki barış ve dialoğun önemli bir başlangıcı olur. Bu, aynı zamanda bir çok kişinin vicdanları üzerindeki yükü de hafifletir.

Genel Başkanları Türk „şehit“ analarından özür dilemiş bir partiden, haksız yere katlettiği ya do olur olmaz şekilde hain ilân ettiği Kürtleri temsilen Saliha Şener’e böyle bir jest göstermesini istemekle, çok şey mi istemiş oluyorum?

Bütün 'uyanık geçinenlerin dikkatine; fotoğrafta; Diyarbekir hapishanesi önünde, Polislerle dövüşen, Mehmet Şener'in Annesi 'Kör' denilen, annelerin annesi; Saliha ŞENER'

Makalenin orjinal başlığı; 'Kör Gözden Yaş Beklemek!'

Ruşen Arslan- Almanya, 02. Aralık 2001