30 Nisan 2018 Pazartesi

Kahramanlık kimliğini yere düşüren adam

1- Sevgili Selim, sahiden yaşıyor muyum? Hâlâ ölmedim, ama yaşadığım da pek söylenemez. Bütün bir hayatını kurtuluşu uğruna adayan halkı, on sekiz yılını emrine verdiği örgütü, en dar gününde sahip çıkmalarını beklediği dostları ve her türlü mirası üzerinde tepinen ailesi tarafından yüzüstü bırakılmış, hatta linçlerine tabi kalmış bir kişi ne kadar yaşıyorsa, ben de o kadar yaşıyorum. Hayatını karşısında savaştığı bir gücün eline düşmüş, yaptığı ya da yapmadığı her şeyle suçlanan, cezaevinin ücra bir köşesinde bir hücreye konulan, eli kolu bağlı ama sahipsiz ve de desteksiz kalan bir kişi nasıl yaşıyorsa, ben de öyle yaşıyorum. Evet, hâlâ haber yattayım, ama yaşadığımı hiç sanmıyorum. Tabi ki insanca yaşamdan söz ediyorum, yerlerde sürünen cinsinden değil.

Sevgili Selim, bu noktada küçük bir yanlışını düzeltmek istiyorum: Beni satan KDP'nin bir yetkilisi değil, Barzani'nin kendisiydi. O sözünü ettiğin yetkili bu işte bir piyon olarak kullanıldı. Sadece o mu, sanırım Sarı Baran da bu işte kullanıldı. En azından bu duruma sessiz kaldı. Türk Özel Timleri' nin Öcalan'ın yakalanmasında ne kadar askeri rolleri varsa, Yeşil'in de beni yakalamasında o kadar rolü oldu. Öcalan'ı uçakta, beni arabada onlara teslim ettiler.

Barzani ihaneti olmasaydı, hiçbir güç ya da kişi  üstemden gelemezdi.

Satış bedelimi merak ediyorsan, onu da söyleyeyim: Habur Sınır Kapısı'nın daimi olarak açık kalması anlaşması imzalandı. Bunun yanında biraz makarnadan, birkaç çanta dolardan söz edenler de var.

Eh, bu kadarı da olur! Biliyorsun, kültürümüzde öldürülen en erkek adamın kan parası ve en bakire, en güzel, en soylu kızın başlık parası bir miktar diğerlerinden fazla olur. Ben de en savaşçıydım, satış ücretimin biraz kabarık olması doğaldır.

Başlık parası dedim de hatırıma geldi. İstersen küçük bir anımı anlatarak devam edeyim:

Tam otuz yıl önceydi. Annemden bana amcakızını istemesini söyledim. Önce kem küm etti, ardından kabul etti.

Kızı verdiler. Birkaç köylüyü yanına alıp kızı nişanlamaya gitti. Nişan takmaya gidenler, mal alıp satarcasına gece boyunca kızın baba ve annesiyle pazarlık yaptılar. Ancak sabaha doğru bir anlaşmaya varabildiler. Anlaşmaya göre, başlık parası olarak yüz elli bin lira ödenecek, erkek tarafı kıza on tane beşibirlik altın, bir sürü takı, kolye, elbise, mobilyalar ve daha bir sürü eşya çeyiz olarak alınacak, hem kız hem de erkek evindeki düğün masrafları ödenecek... Bir de kızın annesi, ben kızımı onun bunun ahırına, samanlığına göndermem, düğüne kadar mutlaka bir ev yapmalıdırlar, diyerek bu şartı da ekliyor.

Sonuç ne mi oldu? Kız hâlâ babasının evinde duruyor, hâlâ beni beklediğini söylüyor. Eh, fiyatın pahalı olursa varacağı budur.

Emin ol ki, benim ucuza ya da pahalıya satılmamın hiçbir anlamı yoktur. Hatta başlık parası nasıl ki nişanlımı evde bıraktıysa, satış fiyatımın yüksek olması bana biraz zarar verdi. Nasıl ki nişanlım otuz yıldır sırf bir başlık parası için babasının evinde kaldıysa, galiba ben de ödenen miktar kadar cezaevinde kalacağım.

Hiç merak etme, özgürlüğüme kavuşup Ankara'ya yerleşmeyeceğim, Tuncer Günay'la el ele verip Türkçülüğü yayma fırsatım olmayacak.

Ha, geçerken şunu da not edeyim. Geçenlerde Ümit Özdağ bir televizyon kanalında açıkladı. "Osman Öcalan'ı üç milyon dolara satmak istediler, Türkiye'ye böyle bir teklif getirdiler, ama Türkiye kabul etmedi. O davar kişiliği getirip de ne yapacağız?" dedi.

Onun bu sözlerini dinlerken, öyle hafiften kendimi önemsediğimi hissettim. Demek ki beş kuruş değerleri olmayanlar da varmış, dedim yalnız gönlüme.

Sanırım hayatımda yaptığım en iyi işlerden biri, ölü bir kahraman olmak istemeyişimdir. Bunu da aklımla değil, her canlıda olan yaşam güdüsüyle başardım.

Oysa karşıma çıkan herkes benden bunu istemiştin. Senin eleştirilerine ve özellikle o "bir günlük onurlu yaşamı bir ömre bedel sayarım" türündeki beylik sözüne bakılırsa sen de bu baylardan birisin.

Ama en çok da kahraman olmamı isteyen ulu önderimizdi:

1997 yılının temmuzuydu. Hazretleri beni ölüme yolcu ediyordu. Eh, ölülerin ardından birkaç ayet okumak adettendir. Uzunca bir konuşmadan sonra:

-Git Hatay'ın altını üstüne getir. Git çağdaş Che ol, nasihatinde bulundu.

-Evet, başkanım, Che olmak isterim ama yaşayan Che, dediğimde yüzünü buruşturdu. Ve başladı, benim şehitlere saygısızlık yaptığımı dökmeye:

Sen şehitleri ölülerden mi sayıyorsun? Ulan bütün şehitler benim kişiliğimde ölümsüzleşiyorlar. Esas yaşayanlar onlardır. Esas olarak sizler bu halinizle birer ölüsünüz. Sizi şehitlik mertebesine ulaştırarak ölümsüzleştiriyorum. Che'nin öldüğünü kim söylüyor, diyordu.


Oysa o ana kadar Che'nin öldüğünü biliyordum. Meğer yaşıyormuş! Gözlerim önüme aksın, ulu önderin yüksek çözümleme gücü ve öngörüsü olmazsa Che'nin yaşadığını bile bilmeyeceğim. İşte ben bu kadar aptaldım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder