16 Mayıs 2018 Çarşamba

BİR DİLBERİN SABAH UĞRAŞI

BİR DİLBERİN SABAH UĞRAŞI  

Beyaz karlarla örtülü dorukları Tanrı katına uzanmış birer yakarış elini andıran Kürdistan'ın yüce dağları üzerinde renk-renk zarif çiçeklerle bezenmiş ufacık bir düzlüğün ortasında dar bir akarsu yatağının içinden hazin şırıltılarla akan, soğukluğuyle ünlü bir suyun kenarına kurulmuş ve bütün görkemiyle bir Kürd ailesini barındıran 24 direkli çadırın harem tarafındaki çitin arkasından, ince bir mırıltı ile Tanrı'sını anan bir ses geliyordu. 
Zozan tam anlamıyle sessiz ve suskun bulunuyor, koyunları "şevîn"e götüren çobanların kaval selseri bile işitilmiyordu. Kuzular, karşı yamacın güzel kokulu, çiçekli otları arasından sabah yiyeceklerini toplamaya gönderilmişlerdi. Onların nöbetçiliğini yapan "Kasab" ve "Gurzo"ların(4) da sesi kesilmişti. 
Çimenler, üzerlerine yaradılış eliyle nakşedilen lâle ve sarı çiçeklerle, bir Kürd dilberinin sevgilisi için büyük bir özenle yaptığı halılarla döşenmiş bir salonu andırıyordu. 
Bitki yapraklarını konak edinmiş olan elmas renkli çiy damlacıkları, Güneş'in doğuşunu bekleyerek, ilk ışınların altın sarısı dokunuşlanyle elveda demeye hazır bulunuyorlardı. Saba yeli ise, Güneş'in doğmak üzere olduğunu müjdeliyordu. 
Bu görkemli çadırın 30 adım kadar uzağında kurulmuş olan öteki çadırlarada da yavaş yavaş bir hayat ve hareket duyulmaya başladı. Sanki ufkun kenarını yaldızlayan kırmızı tablo, bu ailenin uyanma işaretiymiş gibi her tarafta bir canlılık belirdi. Kimi ibadetinde, kimi Kur'an okumakta,birtakımı da "way, nimêja min çû"(5) diye telâşta idi. Yayla, bir ibadethaneye dönüşüvermişti. 
O sıradaydı ki, yarım saat önce ince bir sesle Tanrı'sını anan dilber, elindeki sürme çubuğuyle aynanın karşısında oturmuş, gözlerine sürme çekiyordu. Bir yandan da, hafif saba yelinin yelpazelediği zülüflerini düzeltmeye uğraşıyordu. Ve biraz önce büyük bir yakarışla Tanrı'sına ibadet etmekle uğraşan bu dindar dilber, şimdi de birkaç gönüle boyun eğdirmek ve onları kendisine tapındırmak için, yaradılıştan olan güzelliğine sanat eliyle başka bir tazelik vermeye özeniyor, süsleniyordu. 
Derken, Güneş o altın ışınlarıyle dağ doruklarını yaldızladı. Çiçekler gülümsemeye başladı. Kürd dilberi de, Güneş'le rekabet edercesine burcundan doğuş yaptı. Çadırın selâmlık tarafında bulunan misafirlere sabah sofrası hazırlamak gerekiyordu. Naz ve eda ile salına salına, mutfak olarak kullanılan tarafa yöneldi. Hizmetçi kadınlar ocakları yakmış, üzerlerine konulan sacda "nanerûnik" yapmaktaydılar. 
Mutfağın her tarafında bir çaba göze çarpıyordu. Yoğurt kazanları, akşamki sessiz durumlarını koruyorlardı. Onların hiç bir tarafına dokunulmamıştı. 
Dilber kız kazanlara yaklaştı, kapaklarının alınmasını emretti, kazanların beyaz yüzeylerini kaplayan iki santim kalınlığındaki kaymakları narin parmaklarıyle topladı ve hazırlanan tabaklara koydu. Öbür tabaklara da taze yoğurt doldurdu. Beri yanda hizmetçi kızlar da bal, peynir, tereyağı ile sofrayı donatıyorlardı. Selâmlık hizmetçileri ise semaveri hazırlıyorlardı. 
Sofra donandı. Misafirler sabah kahvaltısını yapıyorlardı. Hizmetçi kızlar, kalan yoğurtları "meşk" denilen yayıklara doldurup "sêpê" denilen sehpalara astılar ve her sehpaya iki kız ayrıldı. 
Doğru bir çizgi üzerine dizilmiş olan sehpaların başında, sanat eseri olan bir küçük sehpaya asılmış ufacık bir yayık hazırlanmıştı. 
Kürd dilberi bu narin sehpaya yaklaştı. Eğlence olsun diye bir yandan bu hafif yayığı sallıyor, bir yandan da kendine özgü ahengiyle, şu şarkıları gayet inceden mırıldanıyordu: 

Zozan e xweş zozan e, meşka min Meşka mastê mîyan e, kil meşke Law ji malêd mîran e, meşka min Eşqa Mem û Zînan e, kil meşke 

İro li me mêhvan e, meşka min
Evîn e xweş evîn e, kil meşke
Lawê min hêj kurîn e, meşka min 

Qevda şûr'î zêrîn e, kil meşke
Ji dûr me yekdû dîne, meşka min Day-baban hay jê nîne, kil meşkê

Aşk perisinin değinmesiyle titreyen dudaklarından dökülen bu ses çağlayanı ve ahenk, yayıkların çıkardıkları düzenli ve tekdüzen gürültülerin içinde boğuluyordu. Bu hazin mırıltılar, başkasının dikkatini çekecek kadar kimseye yetişmiyor, yalnız o genç kızın kendisine, onun yaralı ruhuna manevî bir gıda veriyordu. Evet o, bu aşk ilâhisinin hem bestecisi ve hem de din- leyicisiydi. Evet, bu sevda dolu mırıltıları kendisinden başka kimse işitmiyordu...

Evdirehim rehmî hekarî 
1918



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder