Kürt coğrafyasında Necmettin Büyükkaya’yı nam-ı diğer Neco’yu tanımayan yoktur desek yeridir.
Özgürlük uğruna toprağa düşmüş binlerce, on binlerce Kürt evladından biridir. Geçen ölüm yıl dönümünde Kürtçe olarak “Arkadaşları Necmettin Büyükkaya’yı anlatıyor” başlıklı bir dosya hazırlamıştık. Bu yıl onu anmak için ne yapalım diye düşünürken Dr. İsfendiyar Eyyuboğlu’nun hazırladığı bir günlük elimize geçti. Günlük Türkçe yazılmış. 5’Nolu Zindanında direnişi ve Necmettin’i anlatıyor. Çok duygulu ve akıcı bir dille kaleme alınmış. Kürtçeye çevrilmesi durumunda o akıcı anlatımı verememe endişesiyle Kürtçeye çevirmekten vazgeçtik ve Türkçe olarak yayınlamaya karar verdik.
Ekrem Cemilpaşa ve Necmettin Büyükkaya
Eyüboğlu Diyarbakır 5’ Nolu zindanında Necmettin’le aynı koğuşlarda, aynı hücrelerde uzun süre beraber kalmış, Türk Gestaposuna karşı omuz omuza, birlikte mücadele vermiş ve bu sürede çok iyi bir arkadaşlık kurmuşlardır. İkisi de 5’ Nolu Zindanında cehennemi uygulamalara karşı başlatılan 5 Eylül 1983 ve 23-24 Ocak 1984 direnişlerini örgütleyen ve yönlendirenlerin başında gelirler. İsfendiyar TKP davasından, Necmettin KİP davasından yargılanıyor. Ama bu onların çok iyi iki dost olmalarına engel değildir. Neco’nun ölüme gittiği gün yine birlikteler. Beraber işkenceye alınırlar, beraber hastaneye kaldırılırlar ve Neco hayata veda ederken İsfendiyar’ın yanı başındaki yatakta dır.
İsfendiyar’ın Neco’yu anlatan günlüğü şu duygulu paragrafla başlıyor;
“Vahşettin dayanılmaz ağırlığı altında, ölümün kıyısında, cesur delikanlılığıyla karşıdan ölüme meydan okuyarak, tahliyesini hesaplayıp bitirilmemiş işlerini planlarken, tavizsiz yaşacağız diye umut ederken ve gözlerinin içi gülerek yaşama sarılmışken; apansız öldürülüşüne tanık oldum! Yarım kalan işlerini anlatmak isterim. Kısa süren hayatının yoğun yaşanmışlığını övmek isterim”
Doğrusu biz devamını okuyunca oldukça duygulandık hatta zaman zaman gözyaşlarımızı tutamadık diye bilirim. Günlüğü okuyunca sanırım bize hak vereceksiniz. İleriki günlerde Dr. İsfendiyar Eyyuboğlu’nun yazdıklarını siz değerli okuyucularımıza sunacağız.
24 Ocak Neco’nun aramızdan ayrılışının yıl dönümüdür. Gerek yurt içinde gerekse de yurt dışında çeşitli etkinliklerle anılıyor. Bu etkinliklerden biri Siverek’teki mezarı başında olacak. Bu vesileyle Dr. Zeki Gülün, Evrensel gazetesindeki köşesinde yazdığı kısa makalesinde İsfendiyar’dan bir kaç paragraf almış. Aşağıda makaleyi ve aynı makalede Dr. İsfendiyar Eyyuboğlu’nun ağzından Neco’yu anma toplantıları için yapılan çağrıyı sunuyoruz:
“Bir hekimin tanıklığında işkence ve ölüm:
Bugün sizi 25 yıl öncesine götürmek istiyorum. Nostaljik bir çağrı değil yaptığım. Farkındayım. Aklımdakiler geride kalan günlerin tatlı anıları değil. İç acıtıcı. Çağırdığım yer de sevimli değil, tam tersine ürkütücü. 5 nolu olarak nam salmış, Diyarbakır’daki E Tipi cezaevine çağırıyorum. Eğer dinlerseniz, 1984 Ocak günlerini anlatacağım; 23 ve 24 Ocak’ta olanları…”
Bu sözler bana değil, Dr. İsfendiyar Eyyuboğlu’na ait. İsterseniz tanıklığını yine onun kaleminden okuyalım:
“O dönem ölen, ölümden kurtulan ama sakat kalan, dinlediğim, bildiğim, bilmediğim onlarca olay ve insan var. Her birini yaşayanları ve tanık olanları sayabilirim. Sayamadıklarımı da sayabilecekler çıkar mutlaka. Ben size sadece birini anlatacağım. İşkence sonucu olduğu için. Göz göre göre işlenmiş cinayet olduğu için. Aradan geçen kör ve sağır 25 yıla inat için. Her şey yanı başımda olup bittiği için. Hüznüm paylaşılsın istiyorum. Niyetim yeni üzüntüler yaratmak değil. Hiçbir şey olmamış gibi yapamam. Her şey kapalı kapılar, dört duvar ardında oldu diye hâlâ gizli kapaklı kalmasına dayanamam. Bu acıyı tek başıma taşıyamamam.
O gün işkence için cezaevi hamamına beraber sürüklendik. Askeri hastaneye de bir iki saat aralıklarla kaldırıldık. Yanı başımdaki yatakta öldü!
1984’ün 24 Ocak’ı idi. Günlerden salıydı. …Yanımda yatanları görünce bütün koğuşun veya başka koğuşlardan birçok kişinin buraya getirildiğini anlıyorum. Bunu anlamam felaketi tek başıma karşılamayacağımı gösterdiği için rahatlatıyor beni. Vücuduma göz gezdiriyorum. Üzerimdeki kabanımın sadece bilek ve ön kol kısımları kalmış, diğer kısımlar yok. Parçalanmış… Etraftan bangır bangır geçen, yıl boyunca saatlerce ve zorla okuttukları askeri marş sesleri geliyor. Ne olduğunu anlamıyorum. Canım sıkılıyor. Herhalde yeniden 4 ay öncesine; işkenceler ve askeri eğitimler, marşlar günlerine döneceğiz. Hem ne olduğunu anlayamıyorum, hem de eylülden ve sloganlardan sonra yeniden eğitimlere marş okuyan, yakaran, bağıran seslere tahammülüm yok…”
Yazının devamında ise Dr. İsfendiyar, kendisine de uygulanan işkenceyi bir hekim olarak cinayet anına tanıklıkla bugünlere taşıyor:
‘23 Ocak’ta ikimiz de hamamda benzer işkencelerden geçtik. Aynı akşam askeri hastanede tekrar yollarımız kesişti. Uyguladıkları işkence öylesine insanlık dışıydı ki, hayata tutunmaya o yiğit, delikanlı, güçlü bünye ve yürek dahi yetmedi. O gece saat 02.00 sularında, kaydı gitti ellerimizden…’
Ve sonrasında hepimize bir çağrısı var:
‘Acımızı, hüznümüzü paylaşmak, Neco’yu işkencecilere inat yaşatmak ve işkenceyi, işkencecileri gün ışığına çıkarabilmek, hukukun önünde hesap vermeleri talebimizi tekrar, bir kez daha dillendirmek için 24 Ocak 2009’da bir araya geleceğiz. Necmettin Büyükkaya’yı; o gün önce Siverek’te mezarı başında, sonra aynı gün Diyarbakır’da tanıklıklarımızı, yaşamını ve mücadelesini anlatarak anacağız. Bekliyoruz!..’” (Dr. Zeki Gül, Evrensel gazetesi)
Dr. İsfendiyar Eyyuboğlu Necmettin’in Anma Toplantısında;
Şahadetinin 25. yılında, Neco’nun Siverek’teki mezarına gidilecekti. 24 Ocak 2009 Sabahı ben, Av. Erdem Gencan ve Av. Hasan Dağtekin yola koyulduk. Siverek’e varmak üzereyken Erdem’in telefonu çaldı. Arayan Dr. İsfendiyar Eyyuboğluydu; “Karacadağda kar yağışı var arabayı dikkatli sürün diyordu” Erdem, “Karacadağı geçtik, Siverek’e varmak üzereyiz” dedi. Oda “şu anda Karacadağ zirvesine ulaştım. Merasimde görüşmek üzere” diyerek telefonu kapattı
Şahadetinin 25ci yılında, Neco’nun Siverek’teki mezarına gidilecekti. 24 Ocak 2009 Sabahı ben, Av. Erdem Gencan ve Av. Hasan Dağtekin yola koyulduk. Siverek’e varmak üzereyken Erdem’in telefonu çaldı. Arayan Dr. İsfendiyar Eyyuboğluydu; “Karacadağda kar yağışı var arabayı dikkatli sürün diyordu” Erdem, “Karacadağı geçtik, Siverek’e varmak üzereyiz” dedi. Oda “şu anda Karacadağ zirvesine ulaştım. Merasimde görüşmek üzere” diyerek telefonu kapattı.
İsfendiyar’ın gönlü can yoldaşını anma gününde yalnız bırakmaya varamamış, Ankara’dan uçağa atlayıp gelmişti.
Siverek asli mezarlığı tıklım tıklımdı. Herkes oradaydı, bütün arkadaşları ve sevenleri… Bizde yıllarca görüşemediğimiz birçok arkadaşı bu vesileyle gördük. Törenden sonra, Siverek dışından gelen çok sayıda misafire Siverek’in lokanta olarak restore edilen tarihi mekânlarından “Paşa Konağı”nda yemek verildi. Yemekten sonra bu sefer Diyarbakır Büyük Şehir Belediyesinin Tiyatro salonunda düzenlenen Necmettin’i anma toplantısına yetişmek için yola koyulduk.
Salon yetersiz kalmıştı. Katılımcıların büyük kısmı ayaktaydı. Büyük bir kısmı da dışarıdaydı. Diye bilirim ki son dönemlerde DTP dışındaki Kürt siyasilerinin düzenlediği en kalabalık etkinlikti.
Protokole ayrılan sıralarda İsfendiyar’ı aradım ama bulamadım. Bir ara resim çekmek için kalabalık arasından zorlukla sıyrılarak arka sıralara ulaştım. İsfendiyar’ı burada ayakta konuşmacıları dinlerken buldum. “Neden buradasın” dedim “iyiyim” dedi.
Toplantıda çok kişi konuştu. Çoğu eski arkadaşlarıydı. Onu anlatıyorlardı. Doğrusu pek dinleyemedim. Ses kayıt cihazımın yanımda olmamasına hayıflandım. Ama İsfendiyar’ı dinledim. Kimseyi sıkmadan, kısa bir konuşma yaptı. Zorlukla konuşuyordu. Boğazı düğümleniyordu. “Necmettin’i özlüyorum” diyordu. O kısacık konuşmasında yeterince anlatamadığı Necmettin’i hazırladığı günlükte anlatmış.
Günlük, aşağıya aktardığımız “Anan öle ölüm” başlıklı bölümle bitiyor. O kadar içli ve duygulu bir dille anlatmış ki yazının sonuna bırakmaya gönlümüz razı olamadı ve İsfendiyar’ın affına sığınarak bu bölümü başa aldık. Bunun dışında herhangi bir değişiklik yapmadan, İsfendiyarın yazdıklarını olduğu gibi aktarıyoruz; Anan öle ölüm…(Necmettin Büyükkaya)
Haklısınız.
Lafı dolandırıyoruz, yoksa ağlamak, bağıra bağıra ağlamak geliyor içimizden. Hiç hesap yapmaksızın, gözyaşları yuvarlanırken göz pınarlarından ağlamak, ağlamak, ana avrat küfretmek, çaresizliğin kavrulmuşluğuyla hem ağlayıp hem küfretmek geliyor içimizden…
…Ey okuyucu!
Necmettin Büyükkaya’yı tanır mısın?
Fidan boylu Kürt devrimcisini; Ahmet Arif’in dizelerinin arasından çıkıp gelmişe benzeyen Siverekli yiğidi tanır mısınız? Tanıyanlarınız varsa eğer siz de, bizcileyin ağlamakta mısınız? Ana avrat soy sop sülale dümdüz gitmekte misiniz burjuvaziye, emperyaliste, faşiste? Sözün en şiir yüklüsü bile olsa ‘kelam’ın bittiği yer vardır. Karakuşun kanadından haber geldiğinde, ‘Duydun mu Hayrullahoğlu’nu öldürdü polis?’ dediklerinde söze susmak düşer. Bu da öyle işte… Necmettin Büyükkaya’yı boğdular, öldürdüler. Bükülmeyen boynunu mor damarlı, kıllı küt parmakları ile sıkıp boğdular. Necmettin öldü. Bizim kirve de düştü savaş alanında. Kara ölüm bu kez de geldi bizim kirveyi buldu. Bize de sulu gözlerle ‘ağıt’ yazmak mı kaldı?
Al işte sana, Necmettin’den bir deyiş; Anan öle ölüm!..
He ya kirvem! Tam da dediğin gibi, sen öleceğine ölümün anası öleydi… İşe bak tuttun sen öldün he mi?’(Aydın Engin. Türkiye Postası 10 Şubat 1984 24.Sayı. Kısaltılarak-tarafımdan- alınmıştır).
Vahşetin dayanılmaz ağırlığı altında, ölümün kıyısında, cesur delikanlılığıyla karşıdan ölüme meydan okuyarak, tahliyesini hesaplayıp bitirilmemiş işlerini planlarken, tavizsiz yaşacağız diye umut ederken ve gözlerinin içi gülerek yaşama sarılmışken; apansız öldürülüşüne tanık oldum! Yarım kalan işlerini anlatmak isterim. Kısa süren hayatının yoğun yaşanmışlığını övmek isterim.
Necmettin Siverek, Aşağı Karahan köyünde yaşamış yoksul bir Kürt ailesinin çocuğu. 1943 yılında doğmuş. Anne ve baba tarafından Zaza kökenli. Yoksul Kürt köylerinde o dönem erkek çocukların dahi okula gönderilebilme oranları çok düşük. Köy imamının Necmettin’i fark edişi O’nun yazgısını değiştirmiş. Necmettin’in zekâ ışıltılarını fark etmiş. Babasını, ‘çocuğu mutlaka şehre gönder ve okut’, diyerek yönlendirmiş. Babası da bu yönlendirmeyle şartlarını zorlamış bulabileceği en makul çözümü aramış. Necmettin’i Siverek’teki dayısının yanına yerleştirmiş. İlk ve orta öğrenimi başarılı geçmiş. Bitirmiş. Ancak o dönemde Siverek’te lise olmadığı için yeni bir olanaksızlıkla da yüz yüze kalmış. Bu kez şartları zorlama hayatta yeni adımlar atma kararı Necmettin’e kalmış. Liseye devam etmeye karar vererek Siverek’ten ayrılmış. Önce Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesine başlamış. Barınma sorununu okulun pansiyonunda kalarak çözmüş. Ancak pansiyona belli bir ücret ödemesi gerekiyormuş ve bu kez maddi sorunlar yapışmış yakasına. Hem çalışırım hem okurum bu sorunu da hallederim diye düşünmüş yılmadan. Diyarbakır’da okul bulmuş ama çalışacak iş yok. Sadece okul yetmeyince çalışabilerek okuyabileceği Adana’ya göçmüş daha o yaşta diğer işsiz Kürtler gibi. Adana’da eczanede çıraklık, Çukurova’da pamuk işçiliği Güney sanayi bez fabrikasında gece vardiyasında işçilik gibi değişik işlerde kazanmış yaşamını. Arta kalan zamanlarda da okul. Sıra üniversiteye gelince bu kez Adana yetmez olmuş, ver elini İstanbul. İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesine 1965–66 öğrenim yılında girmiş. İstanbul’da o dönemin öğrenci gençlik ve siyasi hareketlerine aktif olarak katılmış.
1966 yılında Türkiye İşçi partisine üye oluyor.1967 yılında da FKF’ye bağlı İstanbul Hukuklular Fikir Kulübüne.1969 yılında da Hikmet Bozcalı ve Mehmet Can ile birlikte İstanbul Devrimci Doğu Kültür Ocağı kurucu komitesini oluşturuyor. DDKO’nun kuruluşu tamamlandıktan sonra da 1969–70 yıllarında İstanbul DDKO başkanlığını yürütüyor. Bu yıllardaki tüm önemli öğrenci ve işçi-köylü eylemlerine katılıyor. Amerikan 6.filo protesto eylemlerinde Necmettin ön sıralarda.1968–69 yıllarındaki üniversite işgallerinde, işgal konseyi üyeliğinde. Alibeyköy demir döküm, Sungurlar kazan ve Gamak motor fabrikaları grev ve işgallerinde işçileri destekleyen gençler arasında.16 Haziran işçi yürüyüşüne Sağmalcılar-Topkapı bölgesinden katılıyor.16 Ekim 1970’te son sınıf öğrencisi iken yargılandığı bir davadan mahkûmiyet alıyor. Aranmaya başlaması ve siyasi çalışmaları nedeniyle son sınıfta birkaç dersi varken ayrılıyor ve fakülteye bir daha da geri dönmüyor. Bir süre İstanbul’da saklanıyor. Çember daralınca yurtdışına çıkmak zorunda kalıyor.
1971 Haziranında Irak’a geçiyor. 1972 başlarına kadar Irak’ta kalıyor. Dr. Şıvan, Brusk ve Çeko’nun kurşuna dizilmeleri ile Irak’ta tehlike yayılıyor. Tehlikenin kendilerine bulaşabileceği endişesiyle bir grup arkadaşıyla beraber Suriye’ye geçiyor. Kaçak geçiyorlar ve Suriye Kürdistan’ın da o dönemler hava gergin bu nedenle hoş karşılanmıyorlar. Kısa bir süre sonra yakalanıyor. Ancak Kürt şair Kadri Can ve diğer ilerici Kürt aydınlarının referans ve desteğiyle bırakılıyor, bir süreliğine Suriye’ye yerleşiyor. 1930’larda Türkiye’den Suriye’ye iltica etmiş olan aile dostları Ekrem Cemil Paşalarda kalıyor.1972 sonbaharında da İsveç’e iltica ediyor. 1974 yılına kadar İsveç’te kalıyor. O dönem orada bulunan Irak Kürtleriyle yoğun ilişkileri oluyor. Kurulan bu ilişkiler daha sonraki tüm politik yaşamına yön veriyor.1974 yılında çıkan af sonrasında 1975 Şubatında Türkiye’ye dönüyor. Aradan geçen dört yıllık nişanlılıktan sonra 21 Mart 1975 de Cemile ile evleniyor.1976 Şubatında Serdil doğuyor.1980 de ikinci kızı Eliya.
Hemen o dönemde eski arkadaşlarıyla birlikte T-KDP (Türkiye’de Kürdistan Demokrat Parti) kuruyorlar. 1977 Nisanında yollar ayrılıncaya kadar da yönetici olarak bu hareket içinde politik çalışmalarına devam ediyor. Sonraki dönemde eski ilişkilerini güçlendirerek dikkatini ve çalışma yoğunluğunu Irak Kürdistan’ına kaydırıyor. Dört parçada (Türkiye, Irak, Suriye ve İran Kürt bölgeleri kastediliyor) tek örgüt gerektiğini düşünüyor. Henüz devrimci bir örgütün kurulamadığını savunmasına(Kürdistan işçi sınıfı, daha kendi bağımsız devrimci öz örgütünü yaratamadı. Bak. 26/08/1981 tarihli mektubundan. Necmettin Büyükkaya. Kalemimden sayfalar, isimli kitaptan s.117) rağmen bir taraftan ‘bir cephe görünümdeki’ Yekîtiya Niştimanê Kürdistan(Kürdistan Yurtsever Birliği) ile ilişki kuruyor. Diğer taraftan da hedeflediği ve henüz oluşmamış olan devrimci örgütün çekirdek kadrosunu oluşturuyor.
1982 14 Nisanda KİP(Kürdistan İşçi Partisi) operasyonu nedeniyle Diyarbakır’da yakalanıyor. 7. Kolordu Sıkıyönetim mahkemesinde aynı davadan yargılanıyor. Yargılanması devam ederken tutuklu bulunduğu Diyarbakır 5 nolu askeri cezaevinde 1984yılı 23 Ocak’ında yapılan işkence sonrası kaldırıldığı askeri hastanede gece yarısından sonra gün 24 Ocak sabahına varmadan saat 02.00 civarında yaşamını yitiriyor.
Yakalanış:
12 Eylül askeri darbesi, hazırladığı planı adım adım uyguluyor.79 yılından beri yönelttiği saldırıları toplumun ve devrimci hareketin her kesimine yayarak, tırmanışını sürdürüyor. İlerici devrimci güçler için çember daralıyor. Yenilen darbelere rağmen birçok kesim geri çekilme içinde olsa bile tutunduğu mevzileri koruma ve bir direniş örgütleme çabasında.
Necmettin 12 Eylülün sonrasını 28.12.1980 tarihinde, arkadaşına yolladığı mektubunda değerlendiriyor;
“Kürdistan Halk Kurtuluş Hareketi de (KHKH) büyük bir darbe yemiş oldu. Kadro olabilecek birçok unsur yok oldu. Ölümden kurtulan binlercesi işkence altında ve zindanlarda çürütüldü, çürüyor… Bizim durumumuzda fazla bir değişiklik olmadı. Bazı arkadaşlarımız, önceki yurtsever-demokratik-legal çalışmalarından (sendika, Töb-Der, Tüm-Der vs.de) yakalandılar. Şimdiye kadar taviz verip çözülen olmadı. Bir kısım arkadaşımız ise aranıyor.
Direnme gücünü, her ne şekilde kendisinde görenler o şekilde direnmelidir. Daha ön hazırlıklarını yeter derecede tamamlamamış olan… Direnişi örgütlemek için daha yapacağı çok şeyi olan bizler ise, var gücümüzle hazırlıklarımızı tamamlamağa çalışacağız ve çalışıyoruz… Kısaca durumumuz ve görüşümüz böyle. Son çareye kadar, ülkemizde halkımız içinde kalarak (bu mektup Diyarbakır’dan yazılıyor.)devrimci görevlerimizi yerine getirmeye ve hazırlıklarımızı yapmaya karar aldık. O kararı uyguluyoruz.”
Ancak giderek, yeni direniş örgütlemek bir yana, tutunulan dallar birer birer azalıyor. Saldırlar tırmanıyor.1981’de planlı operasyonlar yaygınlaşıyor. Önceden yapılmış hazırlıklarla çıkarılan örgüt şemaları ve isimlerle sürek avları başlatılıyor. Korku ve ihanet içeriden vuruyor.
Necmettin umutlarını yitirmeksizin ve yürüdüğü ideolojik ve politik hattan taviz vermeksizin 01/01/1982’de kaleme aldığı düşüncelerinde bir kez daha görevlerini tanımlıyor;
“KHKK”ni ortak yönetici bir organa kavuşturup, birliğini sağlamak tarihi sorumluluk ve görevi bugünkü koşullarda Kürdistan sosyalistlerinindir. Kürdistan’da izlenen gelişim birleşme yönündedir. Bu süreci var gücümüzle hızlandırmak gerekir’.
Ancak artık Diyarbakır’dan ayrılmak zorunda kalmıştır. Belli dönemlerde kısa süreler için gelebilmektedir. Verilmiş randevularına giderek, eşi ve çocukları ile de hasret gidererek hemen ayrılmaktadır.
Nisan’ın 11’inde telefon ediyor. Cemile ile görüşüyor;
- Biz telefonla konuştuk. Nerede olduğunu bilmiyordum. Öğrenmekte istemiyordum. Yakalanırsam işkencede söylemeyeyim diye aldığım en güvenilir önlem buydu. Geleyim mi gelmeyeyim mi diye sordu. Ben KİP operasyonu başladığını bilmiyorum.
- KİP operasyonu Nisan başında başlamıştı değil mi?
- Evet. Gerçi onlarla ilişkisini koparmıştı ama bilsem mutlaka gelme diye uyarırım. Avukat Hacının -Hacı Akyol- haberi varmış operasyondan. Ben ona Necmettin’in geleceğinden bahsetmedim, güvenlik nedeniyle, o da bana, konu açılmayınca, operasyondan söz etmemiş.
Necmettin yurtdışında. Antakya’dan Türkiye’ye giriyor. 13 Nisan’da Diyarbakır’a geliyor. Caddelerini zapt edip meydanlarına aktıkları bu şehirde artık sadece sokak aralarının ıssızlığı ve gecenin karanlıkları tekindir. Yenişehir de, Hayat 4 apartmanındaki evine, gizlice gece saat 24.00 de geliyor. Ertesi gün gidecek. Temkinli davranıyor. Evdeki önlemleri de daha önceden almış. Mutfak dolabının arkasına, bir tehlike anında saklanabileceği özel bir bölme yaptırmış.
- Gece 12’de geldi. Ertesi gün gidecek, İstanbul’a. Ertesi gün öğleye doğru annesi babası geldi. Görmeye. Onlar geldiği için kaldı. Akşam saat sekizde kapı çalındı. O saatte polis gelmez, kapıcıdır diye hiç kapı gözetleme deliğinden bakmak aklıma gelmedi. Ben çöp falandır diye açtım. Oysa evin içinde mutfakta gizli bölme var, oraya saklanabilir. Keşke bakıp öyle açsaydım. Açtım, kapıda polis! Necmettin evde mi, diye sordu. Dondum, donduk. Necmettin’de koridorda içerden bakıyor. Bir şey olmaz dedi. Her kes dondu. Şaşırdı. Polislerde bir sevinç. Polis şaşkınlığı geçince giyin gidiyoruz dedi. Necmettin üzerinde para vardı, hemen onu bana verdi. Ev aranırken tuvalete gitme fırsatı buldu. Neyse orada üzerindeki bir notu imha etme.
DR. İSFENDİYAR EYYUBOĞLU’NUN KALEMİNDEN NECO:
(Diyarbakır, 11 Eylül1983, Aynı hücrede)
Sevgili K.
Eylül direnişi devam ederken hücreler sık sık değiştiriliyor. Bir taraftan koğuşlardan direnişe katılanların bir kısmı 35.koğuşa getiriliyor. Diğer taraftan da hangi faktörlere bağlı olduğunu bilmediğimiz bir şekilde hücre efradı, kâğıt oyunlarındaki el değişikliği sıklığında yeniden karılıyor. Bu bizim baskıcı ve sıkıcı geçmiş yaşamımızla kıyaslandığında olağanüstü bir değişiklik. Yeni yüzler, yeni hikâyeler var. Biriktirilenleri dinliyoruz. Daha çok koğuşlardan gelenler anlatıyorlar. Bizler dinliyoruz. Arada yaşanan olağanüstü olaylar ve dayakları saymazsak bizim yaşantımız çok rutinmiş. Hücrelerin demir parmaklıklarının önünde dikilerek marş söylemek veya bir kişinin Nutuk’u okuması ve geriye kalan bizlerin topluca tekrar etmesinden oluşuyor hayatımız. Hikâyemiz iki cümleye sığacak kadar kısaymış. Demir parmaklıklar önünde marş söyle, tarihi çevir. İdareden emir gelirse ya da Taytıs’ın canı sıkılırsa işkence yapsın, o sadist ruhunu okşasın, aşağılık yanlarını seni dağıtarak yüceltmeye çalışsın sen morarmış ellerin, yaralanmış bedenin ve örselenmiş ruhunla çekil bir kenara hıncını bile. Genellikle koğuşlardan yeni getirilmiş arkadaşlarla paylaşıyoruz hücreyi. Her gün olmasa bile birkaç günde bir gidenler ve gelenler oluyor. Dün hücrede dört kişi kalmıştık. Öğlene doğru üç kişi daha getirdiler. Artık yeni getirilenler için gardiyanların düzenlediği merasimler yapılmıyor. Eskiden tutuklunun alındığı koğuşundan başlayan ve yeni hücresinin önüne getirilinceye kadar devam eden yürüyüşler, esas duruşlar, aramalar, dayaklar, şimdi panik halinde yapılan ve sadece yer değiştirmeyi sağlayan hızlı sade bir biçime döndü. Şimdi biz yeni gelenlerle merasimi uzattık. Hiç konuşma olanağımızın olmadığı, hoş geldin, geçmiş olsun diyemediğimiz zamanları unuttuk. Uzun tanışma ve birikmiş öyküleri en azından başlıklarıyla ortaya döktüğümüz girişler yapıyoruz. Bu kez de benzer merasimle başlıyoruz, tanışmaya. İki kişi koğuşlardan yeni getirilenlerden. Üçüncü kişi 35.den. Hücresi değiştirilmiş. Necmettin Büyükkaya. Onu ismen yazışmalardan tanıyorum. Direniş hazırlıkları sürerken, hücreler arası yazışmalarda koşullar giderek daha olanaklı hale geldiğinde, Mehmet Şener kararların ortaklaşa alınabilmesini kolaylaştırmak bakımından her birimizin yazdıklarını hepimize ulaştırmaya çalışırdı. Necmettin hakkında çok az bilgim vardı. Sadece KİP davasından yargılandığını ve bizden kısa bir süre önce yakalandığı biliyordum. Yakından tanımak amacıyla yazışmalardaki düşüncelerini dikkatle okurdum. Cezaevinin durumu ile ilgili bakış açılarımızın bir birine yakın olduğunu görür sevinirdim. Gıyabında duygusal bir yakınlık oluşturmuştum. Zaten direniş hazırlıkları ile ilgili sorumluluk taşıyan önerilerimiz uzaktan iyice yakınlaşmamızı sağlamıştı. Karşılaştığımızda bir referans noktası da kendisi ekleyerek aramızda samimi bir ilişkinin hızla kurulmasını sağlamıştı.12 Mart öncesi öğrenci hareketlerine katılmıştı. O dönemden Şeref Yıldız’ı yakından tanıyordu. Övgüyle söz ediyordu. İstanbul’da gençlik hareketi dönemlerinde yakın ilişkileri olmuş. Daha sonra Diyarbakır’da da zaman zaman görüşüyorlarmış. Hücrede yedi kişi olunca yatmak ve gündelik işler için hareket etmek oldukça zorlaşıyor. Yatmak için hiç birimize boylu boyunca uzanabilecek yer kalmıyor. Her birimiz kıvrılarak uyuyoruz. Rasgele yapmıyoruz bu işi. Herkese eşit bir parça düşecek kadar bölüşüyoruz hücreyi. Zorlanmıyoruz da. Celalettin ile kalırken de kıvrılarak yatardık. Çocukluğumuzda ev şartları uygun olmadığı dönemlerde annem bizi öyle yatırırdı. Başlı kıçlı. O zaman bir eğlenceydi, kardeşlerimizden biriyle aynı yatağı paylaşmak. Hatta yatmadan önce boğuşmak için de fırsattı. O dönemlerden kalma alışmışlık var. Şimdi birazcık daha fazla kıvrılıyoruz. Mekânı daha ekonomik kullanmak gerekiyor. Tabanlarımız gövdemizin bittiği yere yakın duruyor. Her birimizin kapladığı yer ortalama bir gövde uzunluğunda. Bir avantajımız var. Koğuşlardan gelen ve yerleşik hücrelerden kalan yeterli battaniye ve örtümüz var. Betonlar çıplak değil serili. Celalettin ile kaldığımız hücremizle kıyaslarsak dayalı döşeli bir konfora sahibiz. Artık eğitim ve koğuş kalk saatleri olmadığı için dağınık ve özgür yaşıyoruz. Kalkma saatlerimizi genellikle sabah çorbasının geliş saatine göre ayarlıyoruz. Daha önce uyanan arkadaşlarımızda var. Daha önce uyandığımızda kimsenin üzerine basmama kaygısıyla ve tuvalet ihtiyacımız yoksa yerimizden kalkmamayı tercih ediyoruz. Sabah tembelliği ve keyfi yapıyoruz! Necmettin sabah beş buçukta kalkıyor ve kalkar kalkmazda yerinden fırlıyor, yatmak için kullandığı daracık hücre parçasında başlıyor sabah sporuna. Biz geçen dönemin nizamiliğinden sonra ne kadar dağınık yaşamaya hevesliysek o da tam aksine disiplinli yaşamaya o kadar hevesli ve kararlı. Hiç aksatmıyor. Her sabah aynı saatte fırlıyor yatağından kalkar kalkmazda gecikmiş gibi başlıyor koşmaya ve spora. Şaşırıyoruz, takılıyoruz, şartları öne sürüyoruz, umursamıyor. Aynı kararlılıkla devam ediyor.’Ben’,diyor; —Kamp yaşamında alıştım bu hayat tarzına ve o günden bu yana hiç aksatmadan devam ediyorum sabah sporlarına. Sadece soruşturmada aksattım. Orada da yararını gördüm vücudumun dayanıklılığına çok etkisi oldu. Yılların sabah sportmenliğinin izleri vücudunda hemen fark ediliyor. Boyunun uzunluğunu, atletik görünüşü tamamlıyor. Sabah sporları bizim tatlı tembel uykularımızı bölüyor. Ama dışarının yaşam alışkanlıklarından birini de hücremize taşıyor… Hoşcakal. Isfendiyar Eylül Direnişi.
Diyarbakır 5 no’lu cezaevinde, 1 Eylül 1983’te 35.koğuştaki tutuklular cezaevindeki kuralları tanımadıklarını açıkladılar ve kurallara uymamaya başladılar. İçlerinden 10 tutuklu da (sayıdan tam emin değilim)cezaevindeki koşulların değişmesi ve talep ettikleri kararların uygulanması amacıyla ölüm orucuna başladılar. Direniş, 5 Eylülde mahkemeye götürülen bir grubun cezaevine dönüşünde, artık kurallara uymayacaklarını belirtmeleri ve gardiyanların saldırmaları üzerine, slogan atılmasıyla bütün cezaevine yayıldı. Kurallara uymama şeklinde başlayan direniş, koğuşlardan ölüm orucuna katılmalarla genişledi. Cezaevinde yaşam bütün tutuklular için dayanılmazdı. Kurallar günlük yaşamı boğuyor, kesintisiz devam eden işkenceler herkesi canından bezdiriyordu. Üzerinde konuşma fırsatı olmamasına rağmen tutukluların çoğu’ böyle devam edemez’ diyordu. Nasıl olacağını konuşma, karar verme olanağı ve fırsatı ise yoktu. Koğuşlar 24 saat gözetleniyor. Alınan aykırı nefesleri dahi idare anında fark ediyordu. Fark etmezse haber ‘uçuruluyordu’. Kural dışı her adımın bedeli ise çok ağırdı. 5 Eylülde tutuklular bir ağızdan ‘insanlık onuru işkenceyi yenecek’ dediklerinde birbirleriyle konuşup kararlaştırmamışlardı. Bu bakımdan direniş kendiliğindendi. 35.koğuşta şartlar biraz daha farklıydı. Burası 4 katlı ve tek kişilik hücrelerden oluşan tecrit bölümüydü.40 hücre vardı. Baştan beri PKK davasından yargılanan lider kadroyu tecrit etmek üzere kullanılmıştı. Daha sonra ölüm oruçlarında-özellikle 1981 de- bu hücreler ve simetriği olan 37.koğuş hücreleri kullanılmıştı. 1982 ortalarından itibaren PKK davasından yargılananların çoğunluğu devam etmekle birlikte diğer davalardan yargılanan yönetici konumundaki tutuklularda 35.koğuşa getirilmeye başlanmış. Bu çeşitlilik koğuşlarda direnmeye eğilimli olanlar veya önemli ‘vukuatı’ olanlarla artmıştı. 35.koğuş daha izole, gözetlemelerden ve toplu işkencelerden daha uzaktı. Zaten buradakiler kurallara harfiyen uymuyor, idarede aman fazla ileri gitmeyin bu dengede götürelim düşüncesiyle göz yumuyordu. 1983 Haziranından itibaren iç iletişim artmaya başladı. Önce böyle devam edemez düşüncesi sesli(yazılı) ifade edilmeye başlandı.-İletişim yazılı notlarla sağlanır, bu notları hücreden hücreye iletirdik-Daha sonra düşünceler ve irade örgütlendi. Temmuzdan itibaren çeşitli eğilimlerin bir araya gelerek cezaevinin genelini kapsayacak bir direniş oluşturma düşüncesi oluştu. Bu amaçla PKK davasından M.K. ve Mehmet Cahit Şener, KİP davasından Necmettin Büyükkaya, TKP davasından ben ve başka bir davadan yargılanan bir arkadaşın katılımıyla 5 kişilik bir komite oluşturuldu. Komite iki aylık dönemde yazışarak ve detayları tartışarak 1 Eylül günü direnişi başlatmayı kararlaştırdı. Artık fiilen 35.koğuştakiler kurallara uymayacaktı. Cezaevi geneli ile ilgili taleplerimiz ve pazarlık şartları ortak karara bağlandı. Ölüm orucuna katılım serbest bırakıldı Bu bakımdan direniş kararlaştırılmıştı. Tüm cezaevinin genel iradesini yansıtabilecek yaygınlıkta olamamasına rağmen ortak iradeyle oluşturulmuştu.
Diyarbakır, Eylül sonrası 24. Koğuş
Sevgili K.
Direniş bitti. Başardık.35.koğuş dağıtıldı ve göçtük. 24’teyiz. Sana bak bizim davadan hiç kimse yok. Ben yine ‘yalnızım’. Hic olmazsa Necmettin’le aynı koğuştayım. Mehmet Şener’de alttaki koğuşta. Onlar’la birbirimizi daha iyi anlamaya, arkadaş olmaya başlıyoruz. ‘Dışarıdan’ farklı mı burası? İşkenceler durdurulunca yaşam tamamen normale döndü. Yaralarımızı sarmaya çalışıyoruz. Gerçekten bir taraftan fiziksel olarak toparlanmaya çalışıyoruz. Savaştan sonra zayiatlarını toplayarak cephe gerisine çekilmiş askerler gibiyiz. Ellerimizdeki ayaklarımızdaki ‘haydar’ izlerini iyileştirmeye çabalıyoruz, söküklerimizi dikiyoruz, çamaşırlarımızı yıkıyoruz. Aynı zamanda değişik koğuşlardan ve hücrelerden bir araya gelmiş olanlar yaşadıklarını başlarından geçenleri anlatıyorlar karşılıklı. Travmalarımızın öyküleriyle, ruhlarımızın da ellerimiz gibi moraran, örselenmişliklerini onarmaya çalışıyoruz. Anlattıkça ayrı ayrı koğuşlarda ve hücrelerde ne kadar benzer bir vahşeti ve kederi yaşadığımızın farkına varıyoruz. Aynı şeyleri yaşamış olmak, ortak kadere sahip olmak, onun sırtımıza yüklediği ağırlığı da azaltıyor, paylaştırıyor. Bazen de bir diğerimizin anlattıklarına şaşıyoruz. Hemen altımızdaki koğuşta bu kadar dehşet yaşanmış olmasına, hayret ediyoruz.
Havalandırmalar artık marşların sesleri ve yerleri döven kaz adımlarla inlemiyor. Eziyet ve işkencenin yerini gönüllü yapılan sporlar aldı. Toplu spor yapıyoruz. Hatta voleybol oynama fırsatına bile sahibiz. Aynı kattaki koğuşlar ortak havalandırmayı kullanıyorlar. Zaman zaman hep birlikte çıkıyoruz. Böylece Mehmet Şener’le de tek görüşme imkânımız oluyor.
İdare ile diyalogu sürdürmeye çalışıyoruz. Yeni iç emniyet amiri Yzb. Abdullah Kahraman da diyalog sürdürme yanlısı ve hevesli görünüyor. Eski uygulamaları miras olarak kabul etmediğini ve sorumluluğunu taşımadığını belirterek farklı bir tarz izlemek istiyor. Necmettin’i pingpong oynamaya davet ediyor, sık sık. İletişimi güçlendirmeye çalışıyor. Necmettin bu davetleri geri çevirmiyor. Hem yeniyor hem sözünü esirgemiyor. Necmettin; adam tartışmaya ve bizi anlamaya çok hevesli, diyor. Necmettin aracılığıyla devam eden iletişim kapımız oluyor.
Arayı uzatmadan kısa sürede tekrar yazacağım. Artık iyiyiz merak etme, hem zaman ve olanaklarımız eskiyle kıyaslanmayacak kadar fazla.
Sevgiyle, İsfendiyar
Diyarbakır, Eylülden sonra
İşkence bitti… Yaşam ölümün karşısında, o her an mağlup olacakmışçasına tekinsiz duruşundan kurtularak; mahmur sabah kahvaltısına, öğle sporuna, dikilen yamalanan söküğe yırtığa, atılan voltaya, dingin, güvenli, günlük rutinine döndü. 4.Ekim.1983
Gözetleme deliklerinden 24 saat üzerimize, ruhumuza yapışan ürkütücü gözlerin gölgesi çekildi. Uykular esas duruşunu bozdu. Sere serpe yayıldı. Rüyalı, hülyalı derinliğine döndü. Gardiyana uçurulan ‘haberler’ tekmiller ve ödetilen bedeller bitti. Marşların gümbürtüsünden korkan, kaçan söz geri döndü. Umutlar, eski öyküler, dışarının havasına duyulan özlem, Tahliye hesapları dile geldi.
Hapislik, hapisliğe benzedi. Voltasıyla, sporuyla, gece sayıklamaları ve memleket hasreti, tahliye umutları, hesaplarıyla. Necmettin’de bu gün voltada, adım adım gezdiği, katırlarla dağlarını aştığı Hakkari’yi, Siverek’i anlattı. Akşam el ayak çekilince, yastığının üzerine koyduğu mukavvanın düzlüğünde annesine, babasına yazdı;
“…Evet. Hapisteyim. Bu doğru. Ama inanız ki merak edilecek bir durum yok. Sıhhatim iyidir. Hele şimdi, yani hapishanenin şimdiki durumunda artık asla merak edilecek bir durum kalmadı. Göreceksiniz mahkemeden de bir şey çıkmayacak. Zaten Türkiye’nin bu olağanüstü durumu olmasaydı bu kadar da yatmazdım. Çok çok mahkemenin neticesine kadar kalırım o kadar. Gerçekten hukuki durumumda bir şey yok. Olan 1975 öncesi idi. O da affa uğramıştı. Ama her ne olursa olsun size yakışan ve sizden beklediğim sabır, metanet ve tahammül göstermenizdir. Benim gibi birçok anne baba evladı çile dolduruyor hem de çok daha büyük töhmetler altında ve de büyük cezalarla karşı karşıyadırlar. Esasen öylelerinin anne babasına sabır dilemek gerek. Kaldı ki sık sık gelip beni görebiliyorsunuz da. Eskiden dil bilmediğimiz için konuşamıyorduk. Ama şimdi tercüman aracılığı ile de olsa hal hatır sorabileceğiz. Daha önce de size birkaç sefer mektup yazdım. Ama bir türlü gönderme fırsatı bulamadım. Umarım ki bu mektubum elinize ulaşır. Siverek’i de, köyü de, çoluk çocuğu da çok hem de çok özledim. Her yer herkes gözümde tütüyor. Hele şimdi artık bağ bozumu zamanıdır. Kim bilir Siverek’in şire üzümü ne tatlıdır bu sene. Canım o bağlarda o kayalıklarda şöyle bir dolaşmak istiyor. Bu mevsimin kırmızı arıları da boldur. Ben gezeydim de varsın üzüm salkımları arasında saklı o arılardan bir iki tanesi beni ısırsındı. Her tarafımı şişirselerdi bile gam yemezdim. Anneme koşardım. O da güzel bir yoğurt sürerdi, iyileşir giderdi. Hey gidi günler hey!”[1]
Diyarbakır, 26 Kasım 1983,
Sevgili K.
Unutmamışsındır, Diyarbakır’a kış geç iner. Arada bir esip gürlese de, baharın ılık havası sarar bırakmak istemez seni. Cezaevinde, dökülen yaprakları, göçen leylekleri, solan havayı görmeyince bunun ilkbahar mı, sonbahar mı olduğunu zor anlarsın. Ben ilkbaharı yemeklerden, gelen ‘eşek baklası’ndan ayırt ederdim. Dışarıdayken de seyyar satıcıların tablalarındaki ‘ışkın’dan -yayla muzu- anlardık baharın gelmekte olduğunu. Bu sene de bahar, arada bir yağan yağmura gece serinliklerine inat devam etmekte. Günler öyle sıkıntısız, rutin ve kendi halinde ağır ağır geçip giderken… Bazen idare bu ortamın onların isteklerine uygun olmadığını, kabul etmek zorunda kaldıklarını artık davranışlarıyla belirtiyor. Onlara göre bu ortam yakışmıyor Diyarbakır zindanına. Zaman zaman bizler de, rahat ve işkencenin esaretinden yeni kurtulmanın verdiği yanılsamayla tamamen özgürlüğe benzeyen bu ortamı kötüye kullanıyoruz. Eski günlerin birikmiş hınçları ve ufak hesaplaşma güdülerimiz kışkırtıyor içimizdeki insani fırsat kollamalarını. Kışkırtmalara ve sert tartışmalara vardığı da oluyor. Sorumluluğunun farkında olan yönetici arkadaşlar ve politik olarak daha yetkin kesimlerden gelenler bu davranışları engellemeye çalışıyorlar. Kazandıklarımız geri alınır, eski günlere geri döneriz kaygılarıyla içimiz titriyor. Sorumlu davranışlarımızı ve kontrolümüzü iyice artırmaya çalışıyoruz. Yetmediği de oluyor. Karşılıklı sataşmaların her zaman hesapsız olup olmadığı kuşkulu. Niyetlerin ötesinde idare artık fırsat kolluyor, yeni durumdan hoşnut değil! Tartışmalar ve sürtüşmeler en fazla görüşe ve mahkemeye gidiş dönüşlerde yaşanıyor. Bizimkilerin kendi aralarında konuşmaları, zaman zaman yazılı pusula alıp verme çabaları ve görüşmecilerle her seferinde Kürtçe konuşma çabaları askerlerin tepkilerine neden oluyor. Askerlerin tepkilerine karşı kimse altta kalmıyor. Cevabını veriyor hemen herkes. Bazen abartılarak sert tepkilere ve sataşmalara bile dönüyor iş. Zemin kayganlaşıyor. Sataşmaların bir kısmının kışkırtma olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Bu tür davranışların engellenmesi ve hangi önlemlerin alınması gerektiğini direnişi oluşturan eylül grubuna getiriyoruz. Bu konularda Necmettin ve ben mümkün olduğunca, dikkatli ve ısrarcı davranıyoruz. Şener anlamaya çalışıyor. Yapılan davranışların bir kısmına katılmadığını o da belirtiyor. Uyarı yapma önlem alma fikrine katılıyor. Ancak bu tür davranışları azaltsak bile tamamen kesmemiz mümkün olmuyor. Tek tip elbise haberleri bu ortamın üzerine tüy dikti. Gelen haberler doğru mu, ne pahasına olursa olsun giydirirler mi emin olamıyorum, olamıyoruz. Gerginliğin tırmanmasını engellemek için azami çaba sarf etmeye, tek tip elbiseyi de giymemeye karar veriyoruz… Sıkıntılıyız ki sorma gitsin. Yeni gelişme olursa tekrar yazarım.
Diyarbakır, 18 Ocak 1984
Sevgili K.
Tırmanış ve gerginlikler beklemediğimiz bir şekilde patlak verdi.15 gün önce 3 Ocak tarihinde görüşe gidenlere yapılan müdahale ile bir arbede yaşanmıştı. Görüşe giden koğuşlardan görüşmeci bir arkadaş annesinin Türkçe bilmemesi nedeniyle Kürtçe konuşmaya başlıyor. Bunun üzerine gardiyanlar saldırıyor, görüşmeyi yarıda kesiyorlar. Koğuşu görüş yerinden koridora getirdiklerinde de bu kez hepsine saldırıyorlar. Saldırıya uğrayanlar karşı koyuyor. Slogan atmaya başlıyorlar. Bizler slogan sesleri ile fark ettik durumu. Eylülden kalma bir refleksle sloganlar anında tüm koğuşları sardı. Akşama da koğuşlar arası sesli telefon trafiği ile saldırıya uğrayan, görüşmeye çıkan arkadaşların hücrelere götürüldüğünü öğrendik. Direniş böylece fiilen karar vermeden ve elbise giyme dayatmasından bağımsız olarak başlamış oldu. Biz sadece direnişin nasıl yürütüleceğini ortak uygulamamız gereken kuralları konuşuyorduk. Bu kez ‘insanlık onuru işkenceyi yenecek, işkenceye son’ gibi ortak sloganlarımız dışında siyasi içerikli bazı sloganlar atılmaya başlamıştı ve kendiliğinden gelişen durum siyasi bir hava kazanmaya, aramızdaki görüş ayrılıklarını ve slogan yarışlarını anımsatacak bir yola girebilirdi. Öncelikle bunu engelledik. Cezaevi ve direnişi ilgilendirmeyen sloganların atılmaması için karar aldık. Duyuruldu ve arkadaşlarda bu konuda hassasiyet gösterdiler ve aykırı davranış olmadı. Günlük yaşam yeniden alt üst olmuştu. Havalandırmalara çıkmıyorduk, çıkarılmıyorduk. Görüşmeye çıkılmıyordu. Mümkün olduğu kadar koğuşlardan dışarı çıkmamaya özen gösteriyorduk. Toplu ve koğuşlarda olduğumuz sürece güvenlikteydik. Dışarılar güvensizdi. Orada grup halinde ya da teke tek karşılaşıyorduk. Herhangi bir tartışmada, sürtüşmede hemen saldırıyorlardı. Bazen bu tür saldırılar gruplara yönelik olursa grubun ayak direyen iyice başkaldırmaya yakın olanlarını hücrelere götürüyorlardı.
Koridorlarda saldırganlık egemen olunca sıra koğuşlara geldi. Remzi Aytürk ve Yılmaz Demir’in kendilerini yakmaları sonucu dün ilk koğuş baskınları başladı. Koğuş baskınları haberi cezaevine anında yayıldı, öğrenildi. Komşu koğuşlar baskın seslerinden, diğer koğuşlar ise sesli telefonlardan. Hepimiz kendimizi korumak istedik. Saldırı dışarıdan içeriye yapılıyordu. Bu kez sadece koridorlar değil tüm dışarılar güvensizdi. Canımızı koruma güdüleri ortak yöntemler geliştirdi hepimizde. Tehlikenin geleceği yerlere kapılara barikatlar kurduk. Barikatlar yaşamımızı iyice değiştirdi. Yemek saatlerinde yemek almanın dışında dışarıyla irtibatımızı kestik. Artık sayıma da almıyorduk, gardiyanları. Bu akşam onlarda çatıya bakan camlardan durumu teftiş ettiler. Bu koğuşta da 35.koğuştaki gibi çatının hemen altında pencereler var. Ama 35.deki gibi pencerelerle aynı hizada değiliz. Dolayısıyla Oradan dışarıya bakma şansımız yok. Sadece gökyüzünü görebiliyoruz. Pencerelerin hemen bitiminde de diğer blok’un çatısı aşağıya doğru uzanıyor. Kontrol yapan asker ve subaylar da diğer blok’un çatısında gezerek bizim pencereden koğuşu gözetliyorlardı. Gözetlerken de pis pis bakıyorlar. Yüzlerindeki tehdit aşağıdan seçiliyor. Bizimkiler durur mu? Hemen el kol desteğiyle zenginleştirilmiş küfürlerle karşı saldırıya geçtiler. Engellemeye çalıştık. Engelleyenlerin en önünde de Necmettin ve ben varız. Israrla ve zorla susturuyoruz ama küfür de ısrar eden arkadaşlar bize sizin direnmeye niyetiniz yok. Sorumluluk adına bize de engel oluyorsunuz türünden serzenişlerde bulunuyorlar. Bunu sözleri ve daha çok tepkileri ve bakışlarıyla ifade ediyorlar. Bir yandan idare tarafından tırmandırılan gerginlikler ve saldırılar, diğer yandan da bizimkilerin politik olmayan abartılmış tepkileri. Bakalım nasıl çıkacağız işin içinden? Duaya ihtiyacımızın olduğu bir dönemden geçiyoruz aslında, senin duan kabul edilir gibi geliyor, bizi düşündüğün anlarda bizim için dua eder misin? Hoşcakal!
Diyarbakır, 23 Ocak 1984
Sevgili K.
Öğlene doğru koğuşun basılma ihtimalini karşı koğuşun–36-uyarısıyla anladık. Yapacak bir şey yoktu. Bilmediğimiz bir yere götürüleceğimiz belirsizliğiyle son hazırlıklarımızı yaptık. Giyebileceğim ne varsa üzerime giydim. Telaşlanmaya zaman kalmadan, kapı bomba sesine benzer bir sesle sarsıldı. Çatılara yerleştirilmiş dev hoparlörlerden Zeki Müren şarkıları devam ediyor. Ses sonuna kadar açık olmasa, bangır bangır ortalığı inletmese insanın‘enginde yavaş yavaş günün minesi soldu’yu, uzanıp, hülyalara dalarak dinleyesi geliyor. Koğuş karıştı. Barikatı kuvvetlendirmek için kapıya doğru koştuk. Bizim telaşlı sürükleme, yığma faaliyetlerimiz henüz başlamışken kapı parçalandı. Açılan delik balyozlarla kazmalarla genişletildi. İçeriye ilk dalanlara karşı koymamızda çok kısa sürdü. Anlık değişikliklerle koğuşun arka tarafına doğru sürüklendik. İçeride göğüs göğse bir muharebe başladı.Asker sayısı arttıkça bizimkilerin sayısı azalıyordu.O hengamede dahi hızla olup biten bu yer değiştirmeyi izleyebiliyor,farkına varabiliyordum.Görünmeyen emici bir kuvvet koğuşta kilerini yutuyor,içine alıyor,onlarca askeri ise üzerimize püskürtüyordu….
…ayağımı yakalayan bir el beni ranzanın üzerine yıktı. Onlarca pençe üzerime üşüştü. Kaldırıp aşağı attılar. Yere düşmedim. Havada yakaladılar. İhtimamlı davranıyorlardı. Sert bir şeyin kendilerinden önce davranıp zarar vermesini istemiyorlardı. Sanıyorum götürüldüğüm yeni ikametgâhıma kadar da bir daha yere değmedim. Yüzlerce gardiyanın arasında fasılasız tekmelerle yumruklarla ‘el üstünde’ taşındım. Getirildiğimiz yerde-akşama buranın sinema salonu olduğunu anlayacaktık-yüzüstü yere atıldım. … …Yanımda yatanları görünce bütün koğuşun veya başka koğuşlardan birçok kişinin buraya getirildiğini anlıyorum. Bunu anlamam felaketi tek başıma karşılamayacağımı gösterdiği için rahatlatıyor beni. Vücuduma göz gezdiriyorum. Üzerimdeki kabanımın sadece bilek ve ön kol kısımları kalmış, diğer kısımlar yok. Parçalanmış… Çevreden andımız ve istiklal marşı sesleri geliyor. Ne olduğunu anlamıyorum. Canım sıkılıyor. Hem ne olduğunu anlayamıyorum, hem de eylülden ve sloganlardan sonra yeniden andımızı istiklal marşını okuyan yakaran, bağıran seslere tahammülüm yok. Birazdan bir tekme yiyorum; tekmenin sahibi kurallara uyacak mısın? Elbise giyecek misin? Kalk andımızı oku diyor. Betonun üzerindeki yüzüstü halimi terk etmeye hiç niyetim yok. Tepki göstermiyorum. Yerimden kımıldamıyorum. Tekmenin sahibi de üstelemiyor. Israrcı davranmadan bitişiktekine geçiyor. Bitişikten sesli yanıt alıyor. Elbise giymeyeceğim, kurallara uymayacağım, diyen ses tanıdık geliyor. Başımı hafif sağa kımıldattığımda yanılmadığımı anlıyorum. Yanımdaki Necmettin. Bir süre karışılmadan rahatça yatmaya devam ediyoruz. Sesler birbirine karışarak artıyor. Andımızı ve İstiklal marşını okuyan yeni sesler ekleniyor. Eskiler ara vermeden devam ediyorlar herhalde. Kalabalık işitilsinler diye. Bir süre sonra postallar tekrar ayaklarıma vurmaya ezmeye başlıyor. Hareketlerden ve iniltilerden Necmettin’e de vurmaya başladıklarını tahmin ediyorum. Bizim yattığımız bölgede kalabalık artıyor. Otoriter, emreden ve kahreden ses arkada tepemizde;’bunu götürün gebertin, dikkat edin ölmesin, bunu da götürün öldürün’, diyor.
Ayak bileğimden çekilerek sürüklenmeye başlıyorum. Zemin pürüzsüz ve kaygan mı? Yoksa ben mi fark etmiyorum. Yere sürünen yerlerim acımıyor. Böyle rahat. Bir süre sonra çeken gardiyan bıkıyor, yoruluyor, bırakıyor ayak bileğimi kalk lan orospu çocuğu diyor. Ayağa kalkıyorum. Tekme tokatların verdiği hızla aşağılara sürükleniyoruz. Nereye gittiğimin fazlaca önemi yok ve zaten fark etmemde imkânsız. Andımız ve İstiklal marşları seslerinin azaldığı bağırmaların dayak seslerinin arttığı bir yerlere doğru geliyoruz. Seslerin ortasında yere atılıyorum tekrar. Yüzüstü yatmaya devam etsem tekrar diye düşünerek yavaştan dönme hamlesi yaptığımda, benim ekip başıma üşüşüyor. Kalabalıklar. Hiç vakit kaybetmiyorlar. Şimdiye kadar görmediğim bir usulle, hızlıca ayak bileklerimden bağlıyorlar, iplerin diğer kısımlarını da bir haydara bağlayarak, hooop deyip yukarıya kaldırıyorlar. Ben ayaklarımdan yukarıya doğru çekilerek, asılıyorum. Sadece kemerimden yukarısı, gövdem zeminle temas halinde. Bazen omuzlarıma kadar yukarıya kaldırılmış oluyorum. Tabanlarıma, ayaklarıma baldırlarıma ve kaba etlerime onlarca ve birbirine çarpmayan organize kalaslar peş peşe inip kalkmaya başlıyor. Ben etimin hızla yanmaya başladığını hissediyorum.Acı kesintisiz bir hızla beynime çarparken ,bağırıyorum.Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Bütün hayatım boyunca bağırmadığım kadar güçlü ve aralıksız. Bağırmamı kestiğim an, acı canımı alıp gidecek parçalara ayrılacakmışım gibi telaşlanıyorum. Kısa bir an sonra sesimin perde perde söndüğünü anlıyorum… Yüzüme çarpan sularla, boğulacak gibi olup ağzıma, burnuma kulaklarıma kadar dalan suyugeri atmak için çırpınırken yeniden kendimi acımasızlığın o sert sesleri içinde buluyorum. Seslerin içinden başıma üşüşen ihtimamlı bakıcılarımın sevinçli seslerini seçiyorum; -yıldı, kendine geldi devam edin! Çok gerilerde kalmış tanıdık bir acının beynime çarpan etkisiyle yeniden havuz başına dönüyorum. Zaten uykuda bastırdı. Derin tatlı uykular çekiyor beni içine…
Diyarbakır, 23Ocak1984
Sevgili K.
Derin uykulardan hayata döndükçe, acılarımı, ağrılarımı hissediyorum. Dalıyorum. Kendime geldikçe vücudumun ve olduğum yerin algılarını birleştirmeye çalışıyorum. Yataktayım. Üstümdekilerin ıslaklığını ve henüz ısınamamanın titreyişlerini ayırt ediyorum. Bembeyaz çarşaflar ve yorganlar içindeyim. Üzerimde iki yorgan var. Sarışın bir delikanlı gülümseyerek üzerimden kayan ikinci yorganımı düzeltirken, gülümsüyor. Askeri hastanedeyiz, geçmiş olsun, adım Osman diyor… …Derin uykularımın arasından Necmettin’le laflıyoruz. Bölük pörçük. Hemen yanımdaki temiz, beyaz hastane karyolasında o yatıyor. Doğruluyorum. Konuşmamıza müdahale eden engelleyen yok. Ama onun yatağının kenarına oturacağım. Daha yakından haberleşeceğiz, durumu değerlendireceğiz. Kalkıp basmayı beceremiyorum. Ayaklarımın altı paramparça, gövdemin aşağı kısımlarını yokluyorum. Beynimi zorlayan bildik ağrıyı hatırlıyorum. Yırtılmış pantolonumun kenarlarından bacaklarıma bakmaya çalışıyorum. Görebildiğim kısımların rengi değişmiş. Normal cilt renginin yerini kırmızı mor hareler almış. Necmettin takılıyor. Ben senden daha iyi haldeyim herhalde, diyor…
Sinema salonu sonrası hamamı anlatıyor. ‘Hamama götürülürken bana saldırdılar’ diyor. ‘Onlarca kalaslı gardiyan etrafımı sardı. Sinema salonuna da tekmelerle ve yerlerde sürüklenerek vardım. Hamamdaki işkence sesleri ve çığlıklar çok kötüydü’ diyor? ‘Hatırlıyor musun’? Üzgünüm hatırlamıyorum. Acaba bayılmalarım nedeniyle mi yoksa Necmettin’in duyduğu çığlıkların bir kısmı bana mı ait? Neyse sonlara doğru O’ da hatırlamıyor. ‘Çevre ve olanlar bulanıklaşmıştı’ diyor. Benimle kıyaslandığında ne kadar güçlü bünyesi var diye düşünerek, kıskanıyorum. Direnişin durumunu konuşuyoruz. Basılan koğuşlarda elbise giyemeyenleri 37.ye götürüyorlarmış. O’nu da götürmüşler. Hücreler çok kalabalıkmış. Kurallara uyanları ve elbise giyenleri de tekrar koğuşlarına götürüyorlarmış. Onların sayısı oldukça azmış, diyor. Seviniyoruz. Ben de zaten uzun süre kalmadım. Kısa süre sonra geldiler, beni çıkardılar hastaneye getirdiler, diyor… …Gece sarsıyorlar uyanır gibi oluyorum, kendime gelmekte zorlanıyorum, bir koşuşturma. Hastane koridoruna doğru olan demir parmaklıklı kapıyı tekmeliyor, yüzünü seçemediğim bir arkadaş, koşun, ölüyor, diyor. Dışarıda da koşuşturmalar başlıyor. Nöbetçi ötelerde birilerine mi haber veriyor? -Necmettin ölüyor! Diye patlıyor bir ses. Kendime gelmemle yandaki yatağına sıçramam bir oluyor. Nabzına bakıyorum. Yok! Solunumuna bakıyorum, durmuş. Kurtarırız umudunu kaybetmiyorum. Panik içinde arkadaşların yardımıyla kalp masajı, suni solunum deniyoruz… …Yok yok. Çöküyorum yatağa. Diğerleri de birer ikişer dönüyorlar yataklarına. Yorganın içine giriyorum. Yüzümü de kapatıyorum yorganla. Acılarım ağrılarım, bayılmalarım, gidip gelişlerim hepsi bitmiş. Her şey o kadar net ki. Eksilmelerim ve ölümün boşluğu ile yüz yüzeyim. Yorgan kımıldasa çıt çıksa hissedecek kadar kendimdeyim. Ancak hissedebileceğim ne bir ses, ne bir nefes, ne ışık, ne bir sıcaklık var. Derin bir boşluğa yuvarlanıyorum. Boşluk hırsımın ve çaresizliğimin şeklini alıyor. Derinleşiyor. Uçsuz bucaksız. Gözyaşlarımın sıcaklığı iyi mi geliyor? Ne kadar geçti bilmiyorum. Oda kalabalıklaşıyor. Yorganı açıyorum. Doktorlar son kontrollerini yapıyorlar. Telaşsız ve soğuklar. Kısa sürede işlerini bitiriyorlar. Kendi aralarında fısıldaşıyorlar. Gidiyorlar. Necmettin’i birazdan götürecekler ve artık gelmeyecek diye ani bir korku içime yayılıyor hemen. Götüremesinler, engel olabilir miyim diye düşünerek kalkıyorum. Karyolasının çevresine bakarken baş kısma asılmış gri balıkçıl kazağını görüyorum. Dirseklerimden ve ellerimden aldığım güçle uzanarak, sürünerek kazağı alıyorum. Yastığımın altına koyuyorum… …Daldığımı hissettiğim an kendime geliyorum. Hemen bitişik yatağa bakıyorum. Boş! Onbeş dakika sonra iki doktor geliyor. Hazırlan, seni taburcu edeceğiz diyor.
Diyarbakır, 24 Ocak 1984
Günlerden salı. İçeride direniş ve koğuş baskınları sürüyor. Dışarıda da tutuklu yakınlarının aklı ve kulağı yüksek duvarların ardındaki görünmeyen içeriye, beş noluya bakıyor… Yirmi iki gündür ne görüş var ne mahkemelere giden gelen. Dışarıdakiler merak içindeler. İçeriden atılan sloganlardaki yaşam izleriyle ve demir kapının günlük nedenlerle açılışında sızan bilgilerle endişelerini bastırmaya çalışıyorlar. Gelişmeleri anında izlemek, dört yana haber uçurmak için kapıda bekleşmek gerekiyor. Ceza evine ulaşan yolun çevresi tarla, çamur. Evler tek tük. Üç beşi geçmiyor. Onlarda baskı ve tehditlerden yılmış, kapılarını, pencerelerini sıkı sıkı kapatmışlar. Çevre ıssız, soğuk ve korunaksız. Bekleşenlerin içine sığınabilecekleri dam altı da, başlarını sokabilecekleri çatı dibi de yok. Buna rağmen soğukta bekleşen, cezaevi önünden hiç ayrılmayanlar var. Her basılan koğuştan, dışarıya çıkan her aracın içinde olan bitenden resmi bir açıklama olmaksızın, bütün gizliliğe rağmen anında haberdar oluyorlar. Şehre haber uçuruyorlar. Geriye kalan tutuklu yakınları çalışıyor. Bir kısmının da köyden, kasabadan şehre inmişken yapılacak işleri var. Çalışanlar ve işi olanlarda zaman zaman geliyorlar. Yokluyorlar. Uzun süre beklemiş olanlar, demir kapı ve yükselen duvarların öte tarafında olup bitenleri izleme, anlama ve ağıt yakma nöbetini yeni gelenlere devrediyorlar. Eve uğramak, çocukların karınlarını doyurup, okul yoluna koyup hemen dönmek üzere. En ufak haber iyi kötü demeden tez yayılıyor.
Cemile Büyükkaya bu gün Dörtyol’daki eczanesinde. Günlerdir eczaneyi aksattığı için bu gün ceza evi önüne gidemeyecek. Haberleri gelenlerden alacak Yarın giderim diye kendini ikna diyor, merakını bastırıp aklını toplayarak işe yoğunlaşmaya çalışıyor. Öğle olmadan eczaneye Sami geliyor. Sonrasını ben de Cemile Büyükkaya’dan dinliyorum;
-‘Sami vardı, Mütevellizade’lerin kardeşi. İsmail. O’da tutukluydu. İsmail Mütevellizade. Sen tanırsın. O’nun kardeşi. Geldi; Cemile abla, Esin dedi ki, Necmettin’in ismi hastane listesinde çıktı. O zaman benim içimde bir şeyler koptu. Askeri hastanedeyse kötü bir şey mi oldu? Askeri hastanede de hiç bildik, tanıdık yok. Nereye başvuracağım? Hemen haber almam lazım. Dr. Ferit Onat’a gittim. İyi tanımıyorum. Ama askeri hastane başhekiminin muayenehanesi onun üzerinde, onu biliyorum. Gittim durumu anlattım. Kalabalıktı. Bekleyen hastası da çoktu. Hastaları bıraktı, sen bekle ben beş dakikaya kadar öğrenip geliyorum, dedi. Gerçektende beş dakika içinde döndü. Ancak yarına öğrenebileceğiz, dedi.
-Öğrenememiş mi, yoksa başhekimden öğrendi, biliyor, saklıyor mu?
-Hayır öğrenmiş. Sonra bana başsağlığına geldiğinde söyledi. Ben öğrenmiştim. Söylemedim, nasıl söyleyeceğimi bilemedim, zaman kazanmak için yarın öğreneceğiz dedim, dedi. Sonra askerlik şubesinde bir tanıdığım vardı. İkna olmadım, dayanamadım, O’na gittim. Hiç unutmam akşamüzeri saat dört. O söyledi, böyle böyle diye. Askeri hastaneye gittim. Sonra cesaret edip göremedim Necmettin’i. Yıllarca gözümün önünden o hali gitmez diye, cesaret edemedim’.[2]
[1]4.10.1983 tarihinde anne ve babasına gönderdiği mektuptan kısaltılarak alınmıştır. Necmettin Büyükkaya Kalemimden sayfalar. Syf.138
[2]Cemile Büyükkaya, Serdil Büyükkaya ile İsfendiyar Eyyuboğlu görüşmesi bant çözümleri. 18.12.2005
Neco’nun Şehadetinin 30. Yılı Anısına İstanbul DDKO ve Çalışmaları*
Kategori: Ruşen Arslan
Pazartesi, 17 Şubat 2014 21:37 tarihinde yayınlandı.
Editör tarafından yazıldı.
Gösterim: 751
Yazdır
e-Posta
Bizim kuşağın kendisine Neco diye hitap ettiği Necmettin Büyükkaya’ya bu yazıyı ithaf ederken, kuşağımızın hitabını kullandım. Hayatta olsaydı ve kendisine Necmettin diye seslenseydim, gönlü rahat etmez, aramızda bir resmiyet olduğunu sanır ve üzülürdü. Çünkü cezaevinde bir gün bana, “Ruşen biliyor musun? Türkçe küfredince gönlüm hiç rahat etmiyor. Kurmancî küfredince eh! Ancak Zazakî küfredince gönlüm rahatlıyor” dediğini hiç unutmadım. O, bizim kuşağın Neco’su olarak kaldıkça ruhunun şad olacağına inanıyorum.
12 Eylül’ün 5. No.lu Askeri Cezaevi’ndeki 1983 yılı sonu ve 1984 yılı başlarındaki direnişte, işkence ile şehit edilişinin 30. yılı için, İstanbul DDKO üzerine yazdığım bu makaleyi kendisine ithaf ederken, hem arkadaşı hem de bir Kürt olarak vefa borcumu yerine getirmeye çalıştım. Çünkü Necmettin Büyükkaya, İstanbul Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO) ilk kurucu Yönetim Kurulu Başkanı ve DDKO’ların kurulmasına büyük emeği geçmiş biriydi.
DDKO üzerine yazılan kitaplar, çokça makale ve özellikle tezler vardır. Ancak makalemizin konusuyla ilgili, yani DDKO’ların çalışmalarında kurullar konusunda yazılı bir şeye rastlamadım. Belki de vardır, ben ulaşamadım. Hemen şunu belirteyim ki, tıpatıp aynısı olmasa bile, benzer kurul çalışması Ankara DDKO’da da vardır. Çünkü 1969 yılında kurulan, Ankara ve İstanbul DDKO’ları, Ankara ve İstanbul’daki Kürt yükseköğrenim gençliğinin koordineli çalışması sonucu ve eş zamanlı olarak kurulmuştu. Çalışmalarında da büyük ölçüde koordine ve dayanışma vardı. DDKO bültenleri ortak çıkarılır ve bildirilerin birçoğu ortak yayınlanırdı. Bir örnek vermek gerekirse; Ankara DDKO Yönetim Kurulu’nun, İstanbul DDKO’ya hitaben yazdığı 4 Nisan 1970 tarihli “Federasyonlaşma ve federasyonlaşma için genel kurul hazırlığı yapmak üzere, Mümtaz Kotan, Ümit Fırat ve Faruk Aras ile Ali Fuat Bucak’ın görevlendirildiğini” belirten yazı, işbirliğinin ne kadar ileri olduğunu göstermektedir. Önce Ankara, daha sonra İstanbul DDKO’nun polis operasyonuna maruz kalması ve kapatılmaları, federasyon çalışmalarını yarıda bırakmıştır.
Bu makaleyle önce İstanbul DDKO’yu yazdım. Böylece ilk kurucu başkan Necmettin Büyükkaya’yı anmış ve Ankara DDKO’ya göre daha az medyaya ve kamuoyuna yansımış olan İstanbul DDKO’ya öncelik tanımış oldum. Ankara DDKO kurul ve kolları ile ilgili çalışmayı başkalarına veya başka bir makaleye bırakalım.
DDKO’ların Kuruluşunda Siyasi Ortam
Yukarı bölümde de belirtildiği gibi, Ankara ve İstanbul DDKO1969 yılında kuruldular. İstanbul DDKO’nun kuruluş tarihi 21.05.1969’dur. O tarihlerde Kürtlerin varlığı inkâr edilir ve Kürt halkı, Kürt milleti vardır demek, cezayı gerektiren bir “suç” oluştururdu. Kürtler de sürekli var olduklarını ve ayrı bir dile sahip olduklarını ispat etmeye çalışırdı.
DDKO’lar Kürt üniversite gençliğinin, Türkiye devrimci gençlik hareketi ile yollarının ayrıldığı dönemde kuruldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1921 yılında kapatma kararı aldığı Kürdistan Teali Cemiyeti’nden bu yana, kurulduğu bilinen ilk Kürt legal örgütüydü. Djene Rhsy Bajalan, “Kürt Talebe-Hêvî Cemiyeti, üyelerinin Birinci Dünya Savaşı’na katılması sonucu faaliyetlerine son verdiğini” belirtiyor.(1) Malmîsanij’e göre ise, Kürt Talebe-Hêvî Cemiyeti, Birinci Dünya Savaşı sonrası yeniden kurulmuş ve 1922 yılında Ankara Hükümeti tarafından kapatılmıştır.(2) Malmîsanij’ın belirlemesini esas alırsak; yine de 1922 sonrası legal bir Kürt örgütlenmesine rastlanmadığını söylemek yanlış olmaz.
Kürtlerin varlığından söz edenin dahi cezalandırıldığını bilen DDKO kurucuları, DDKO’ları kurarken omuzlarına büyük ve riskli bir yük aldıklarının bilincindeydiler. DDKO kurucu ve yöneticisi üniversiteli Kürt gençlerinin çoğu, sosyalist ideolojiyi benimsemişlerdi. Bunun DDKO’ların örgütlenmesine ve çalışmalarına etkisi büyük oldu. DDKO’lar legal bir örgütlenme olarak kurulmasına karşın, çalışmalarında hücre tipi örgütlenmeler ayrı tutulursa, belli ölçüde illegal sosyalist siyasal bir örgütün çalışma yöntemlerini de uyguladı. Ankara DDKO’nun, legal yönetimi dışında onun da üstünde beş kişilik bir gizli kurulu vardı.
İstanbul DDKO’nun başkanlığını yapanlardan Hikmet Bozçalı ile görüştüm. “İstanbul DDKO’nun 600 civarında üyesi vardı. Ancak üye listesini, polis operasyonuna karşı gizli tutuyorduk. Üyelerimizin polise deşifre olmasını istemiyorduk. Kurucular, yönetim, denetim ve onur kurulu üyeleri dışında kimsenin adını açığa çıkarmak istemediklerini” söyledi. Bozçalı’nın anlattıkları DDKO’nun çalışma yöntemi üzerinde bize fikir veriyor. DDKO’lar üyelerinden de sosyalist bir örgütteki disiplinini beklediler. Uymayanlar ihraç veya başka cezalarla karşılaştı. Vereceğim bir örnek bunu gayet güzel açıklıyor: 11 Nisan 1971 tarihinde yapılan kongrede, Zerruh Vakıfahmedoğlu, Zeki Tekeş, Ömer Ayna, Hüseyin Özkan ile Kadir Çağlı, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ile ilişkilerinden dolayı ihraç edildiler(3). Zerruh Vakıfahmedoğlu’nun kongre öncesinde verilmiş istifa dilekçesi olmasına ve dilekçesinde elinden gelen her türlü yardımı yapmayı vaat etmesine karşın, yine de ihraç edilmiş olması, uygulanan katı disiplini göstermektedir.
İhraçlarla ilgili Zerruh Vakıfahmedoğlu ile de görüştüm. Bana özet olarak “Ben dâhil, Türk sol hareketinin radikalleşmesinden etkilenen üniversiteli bazı Kürt gençleri, demokratik ve legal bir mücadeleyi önüne koyan DDKO’ları pasif görüyorduk. Kürt hareketinin de radikalleşmesinin gerektiğine inanıyorduk. Ancak Kürt olduğumuzdan, geçmişten gelen Kürt halkının kurtuluşu ile ilgili ayrı düşüncelerimiz de vardı. Yöntemlerinden etkilensek de, kendimizi tam olarak THKO yahut THKP-C gibi radikal örgütlerle bütünleşemiyorduk. Ben, Ömer Ayna ve Avni Gökoğlu’nun başını çektiği bir grup, DEV-KURD adlı radikal bir Kürt örgütlenmesine gittik. Gücümüz az ve paramız yoktu. Deniz Gezmiş ile görüştük ve onunla eylemler konusunda anlaştık. Kendimizi birden bire THKO’nun eylemleri içinde bulduk. Bu nedenle DDKO yönetim kurulu üyesi olmama karşın, DDKO ile aramızda çelişkiler oluştu. Bizi ihraç yönüne gittiler. Ben ve Ömer Ayna hariç, ihraç edilenlerin arasında örgütsel bir bağ yoktu. Zeki Tekeş, DDKO ile çelişkide bizi desteklediği için ihraç edildi. Ben ihraç öncesinde istifa ettiğimi hatırlıyorum. Bizden büyükler ve daha bilinçli olanlar, bizimle zıtlaşacaklarına nasihat etselerdi, belki kendimize başka bir yön de çizebilirdik” diye açıklamada bulundu.
Makaleyi yazarken konuştuğum ve her üçü de DDKO yöneticisi olan Hikmet Bozçalı, Eyüp Alacabey ve Zerruh Vakıfahmedoğlu’nun anlattıkları birbiriyle örtüşüyordu. Hikmet Bozçalı da Zerruh Vakıfahmedoğlu ve arkadaşlarının, kendilerini pasifistlikle suçladıklarını ve DDKO içinde meydana gelen tartışmalardan ötürü ihraçların kararlaştırıldığını doğruluyor: “THKO’nun, özellikle Deniz Gezmiş’in DDKO’yu silahlı mücadele içine çekmek için çok gayreti oldu. Devamlı bize ‘dağa çıkalım’ diyordu. Görüşmelerini benimle yaptı. DDKO’da etkin olan Necmettin Büyükkaya, Ahmet Karlı, Osman Aydın ve ben, Dr. Şivan’ın lideri olduğu Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi üyesiydik. Deniz’in teklifini kabul etmedik. Çünkü bağlı olduğumuz bir parti vardı ve onun direktiflerine uymak zorundaydık. Partinin de deşifre olmamasını istiyordum. Ancak bazı genç üyelerimiz devrimci romantizmden esinlenerek, THKO ile birlikte hareket ettiler. Bunlar kongrede partiden ihraç edildiler. Hüseyin Özkan’ı tanımıyorum. Benim aklımda kaldığına göre ihraç edilenlerden biri de Avni Gökoğlu idi” dedi.
Üyelerin çalışmalarda uyacakları kuralları gösteren “Tüm Üyelere” başlıklı genelgede, istenen bu katı disiplini görebiliriz. Özellikle genelgenin 12. maddesi, “Disiplin her şeyin üstündedir. Bunu çok iyi koymalı ve merkezi disiplin dışına taşanlar hiçbir zaman affedilmemeli. Bu disiplin kurullar içindeki demokratik eleştiri ve özeleştiriyi ortadan kaldırmaz” diyerek, sosyalist partilerde uygulanan katı disiplinin, DDKO’larda da uygulandığı yönündeki düşüncemizi doğrulamaktadır. DDKO’ların disiplinli örgütlenme anlayışı, ister istemez çalışma programına ve oluşturduğu çalışma kollarında da yansımıştır.
Çalışma Kolları
Hukuki açıdan DDKO’lar, legal birer dernek olarak kurulmuştur. Her dernek gibi yönetim, denetim ve onur kurulu olmak üzere üç organı vardır. Bu organlar, genel kurul tarafından seçilmekte ve genel kurula hesap vermektedir. Zorunlu organlar dışında, İstanbul ve Ankara DDKO’larının genel kurullarına sundukları çalışma raporlarından, çeşitli kurul ve kollar kurarak çalışmalarını yürüttükleri görülür.
İstanbul DDKO çalışma raporunda; “Devrimci Doğu Kültür Ocakları bir parti değildir. Ancak, her devrimci kuruluşun üstlenmesi gereken devrimci görevleri yerine getirmekle yükümlüdür.
…Bugün halklarımızın mücadelesi bir entelektüeller örgütüne değil, teori ve pratiği birleştirebilen, meseleleri devrimci teorinin ışığında cesareti ile ele alabilen mücadele örgütlerine ihtiyaç duymaktadır…” diyerek; pratikte önüne devrim gibi büyük ve zor bir görev koyuyor. Bunu başarabilmek için de, çeşitli kurul ve kolların kurulduğunu bildiriyor.
Kurul ve Kolların Sistematiği başlığı altındakurullar ve kurulların içinde de kollar kurulmuştur. DDKO’ların kurduğu kurul ve kollara aşağıda değineceğiz. Makaleyi uzatmamak için, kurul ve kolların yalnız adından söz edilecektir. Çalışmaların nasıl yapıldığını anlayabilmek için, örnek olarak konferans planlamasından ve Mazıdağı’ndaki bir alan çalışmasından söz edeceğim.
1- Örgütlenme Kurulu ( 1kişi)
a) Halkla ilişkiler ve haberleşme kolu (3 kişi)
b) Basın yayın kolu (3 kişi)
c) Teknik büro (2 kişi)
d) Hukuk büro (2 kişi)
e) Lokal yönetimi (1 kişi)
2- Eğitim Kurulu (1 kişi)
a) Kültür araştırma kolu (1 kişi)
b) Folklor ve tüzük kolu (2 kişi)
c) Tiyatro kolu (1 kişi)
d) Kitapçılık kolu (2 kişi)
e) Arşiv kolu (1 Kişi)
Daha sonra halkla ilişkiler kurulu da kurulmuştur.
İkinci dönem için hazırlanan konferans ve seminerlerin konusu ve konuşmacıları ise şöyle saptanmıştır:
Konferanslar:
1- Mehmet Emin Bozarslan : Ümmetçilik, Ortadoğu
2- Çetin Özek : Faşizm
3- Ferit Öngören : Doğu Anadolu Üzerine
Seri Seminerler:
4- Hikmet Kıvılcımlı : Sosyalizm
5- Bülent Tanör : Kurtuluş Savaşı
6- İsmail Beşikçi : Doğu Anadolu’nun Düzeni
7- Musa Anter : Kürt Tarihi
8- Nuri Karacan : Ekonomi Politik
9- Nurkalp Devrim : Serbest
Konuşmacılar açısından bakıldığında, Mehmet Emin Bozarslan, Ferit Öngören ve Musa Anter dışındakiler Kürt değildir. Yine konu açısından bakıldığında, dokuz konferans ve seminerden doğrudan Kürtlerle ilgili olanı dört tanedir. 1970 yılında bilgi ve cesaret olarak, Kürt sorunu üzerine konferans verebilecek insan sayısı çok azdı. Kürt kesiminden konferans verebileceklerin sayısı, iki elin parmaklarını geçmezdi. Onun için konuşmacılara ve konulara bakarak şaşırmamak gerekir. Yukarıdaki tablo bize, nereden nereye gelindiğine dair çarpıcı bir fikir vermektedir.
Mazıdağı’nda alan çalışması
1960’lı ve 1970’li yıllarda Kürdistan’da muazzam komando baskısı vardı. Doğu Mitinglerinin tek nedeni olmasa da, tetikleyici nedeni işte bu komando zulmüydü. Jandarma komandosu her yaz, silah ve firari aramak bahanesiyle Kürdistan’ı baştanbaşa arar, özellikle köylerde olmadık zulüm ve işkenceler yapardı. DDKO’lar, komando zulmüne karşı güçlü bir mücadele verdi. Cumhurbaşkanına, Başbakana, Meclis ve Senato Başkanlarına, Partilere durumu bildiren ve protesto eden yazılar gönderdi. Çıkardığı bültenler ve yayınladıkları bildirilerle zulmü teşhir etmeye çalıştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği dışında, kimse DDKO’ya cevap vermedi. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Cihat Alpan ise çektiği telgrafta DDKO’dan, “Olayların araştırılabilmesi için kaynakların tespiti ve acele olarak bilgilerin Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği Dairesine iletilmesini” istiyordu(4).
Hâlbuki komando baskısının mimarı Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’dı. Komando zulmü, onun Genelkurmay Başkanlığı döneminde sistematik hale geldi. Verdiği raporlarda, askerin gücünün Kürtlerin kafasında her zaman canlı tutulmasını ve bunun için her yıl aramaların düzenli tekrarlanmasını, şehir merkezleri üzerinden alçaktan askeri jetlerin uçurulmasını, şehir içinde askerlerin düzenli yürüyüş yapmasını isteyen kendisiydi.
İstanbul ve Ankara DDKO konu üzerinde ortak çalıştı. Üyelerine alan çalışması yaptırdı. Konu İstanbul DDKO’su olduğundan, yalnız bir grup DDKO üyesinin Mazıdağı’nda yaptığı alan çalışmasından söz edeceğim: Mazıdağı’nda komando zulmünü yerinde tespit için, İstanbul DDKO üyeleri Ömer Bakkal, Agah Uyanık, Ahmet Zeki Okçuoğlu, Tayyar Alaca, Eyüp Alacabey ve İbrahim Önengörevlendirilir. Silvan DDKO üyesi Abdülkerim Ceyhan ise Diyarbekir’de onlara katılır. Önce Mazıdağı’na gider, propaganda için bildiri dağıtır ve afiş asarlar. Lise öğrencisi olan Fesih Şeşeoğulları, onlara yardım eder ve kahvelere, sinemaya afiş asar. Mazıdağı’ndan sonra Derik’e gidip bazı köyleri gezerler. Üyelerden Derikli olan Eyüp Alacabey, Derik’e önceden gider ve onları orada bekler. Bunun için, Mazıdağı’ndaki çalışmada yoktur. Görevlendirilenler, Mazıdağı’ndan sonra Derik’e giderler. Jandarma zulmüne uğrayan köylerde araştırma yapar ve köylülerin konuşmalarını teybe kaydederler. Mazıdağı’nda bildiri dağıtma ve afişten dolayı haklarında soruşturma açılır. Mazıdağı’ndaki çalışmalarda olmadığı halde Eyüp Alacabey ile Mazıdağı’nda onlara yardım eden Fesih Şeşeoğulları, diğer görevlilerle birlikte tutuklanır. Önce Mazıdağı’nda sonra da Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde yargılanırlar. Konumuz alan çalışması olduğundan, yargılama ve sonuçları üzerinde durmayacağız. Ne var ki köylülerin seslerin kaydettikleri bantlar polisin eline geçmiştir, Eyüp Alacabey’in verdiği bilgiye göre, teyp bantları mahalli ilişki ile Adli emanette değiştirilir ve DDKO’ya ulaştırılır. Görevlendirilen DDKO üyeleri alan çalışmasını rapor ederler. Raporun girişinde ise şöyle deniyor:
Saha araştırması yapan ekibin işi, bildiri dağıtma, afiş asma, propaganda ve rapor vermekle bitmiyor. Diyarbekir’e vardıklarında, başka arkadaşlarıyla birlikte Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a, jandarma komando zulmünü protesto eden yandaki telgrafı çekiyorlar. Bu telgrafta DDKO’nun Derik ve Mazıdağı için görevlendirdiği Agah Uyanık, Ömer Bakkal ve Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun yanı sıra, başka bölgelerde görevlendirilen Şeref Yıldız, Erdinç Uzunoğlu ve Abdi Adıgüzel adlı kişilerin imzaları da var.
DDKO’lar, legal parti ve dernek arası bir konumdadır
Siyasi literatürde DDKO’ları bir yere yerleştirmek gerekirse, legal parti-dernek arası bir yere koyabiliriz. Asil üyeliğin Tüzüğün 3. maddesine göre, aday üyelik aşamasından sonra kazanılması gibi zorlaştırıcı şartlar, çalışma alanının genişliği, uygulanan disiplin ve beş üyenin THKO ile ilişkilerine tahammül edemeyip, istifaya rağmen ihraç edilmeleri bunun kanıtıdır. Dernek olarak kurulan bir örgütün, seçim hariç, bir parti çalışmasına yakın çalışma yapması, toplumda Kürt legal partilerine ihtiyacın yansıması olarak da yorumlanabilir. Ankara ve İstanbul’da yükseköğrenimdeki Kürt gençleri tarafından kurulduktan sonra, Kürdistan’da Diyarbekir, Ergani, Silvan, Batman ve Kozluk’ta DDKO’lar hızla kuruldu. Ayrıca Kürt milli mücadelesindeki kadroların azlığı, nitelikleri, bilinç düzeyi, uluslaşma sürecinin vardığı aşama, bugün ile karşılaştırılamaz. O gün var olan yapılar ve kadrolar, her şeyi omuzlamakla kendini yükümlü sayıyordu. Kurulan örgütler de öyle… Bir kısmını Kürt yurtseverlerinin yönettiği Kürdistan’daki il veya ilçe derneklerinin dışında, çalışmayı paylaşacak ve işbölümünü sağlayacak elde pek bir şey de yoktu.
Kürt halkı da Ankara ve İstanbul DDKO’lara yalnız yükseköğrenim gençliğinin oluşturduğu bir dernek gözü ile bakmıyordu. Dertlerini, karşılaştıkları haksızları DDKO’lara iletiyordu. Örneğin Siirt’in Baykan İlçesi Halîkan Köyü’nden on yaşındaki Ahmet Ağırman, ana dilinin Kürtçe olduğunu yazmayan sayım memurunu DDKO’ya şikâyet ediyor(5). Yine Silvan’daki jandarma komandosunun zulmünü, yüzlerce kişi imzaladığı mektupla DDKO’ya bildiriyordu(6). Tüm bunlar, DDKO’ların dernek ve legal bir parti arasında bir yerde durduğunu gösteriyordu. Devletin algısı da böyle olduğundan, DDKO’ları kısa sürede kapattı ve yöneticileri ile birçok üyesini, bu anlayışı doğrultusunda cezalandırdı. Ancak şimdiye kadar, ne DDKO kurucuları ne de DDKO’ları inceleyenler, DDKO’ları seçim hariç, legal Kürt partisi fonksiyonunu yüklenmiş bir örgüt olarak değerlendirmediler. DDKO’lara bir de bu gözle bakmak gerektiği inancındayım.
---------------------------
DİPNOTLAR:
*Yargılamalar sırasında bir kısım DDKO üyesiyle birlikte, müdafii olarak benim de avukatlığımı yüklenen Av. Şerafettin Kaya’ya, arşivini bana açtığı ve Eyüp Alacabey ve Hikmet Bozçalı ile Zerruh Vakıfahmedoğlu da sorularıma cevap verdiği için teşekkür ederim.
1- Djene Rhys Bajalan, Jön Kürtler –Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Kürt Hareketi (1898-1914), Avesta, 2010, s. 129
2- Malmîsanij, Kürt Talebe Hêvî Cemiyeti, İlk Legal Kürt Öğrenci Derneği, s. 163-187
3- Ömer Ayna, Mahir Çayan ve arkadaşlarıyla birlikte Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarına engel olmak için, Ankara Gölbaşı’nda Amerika askerlerini kaçırmış ve Fatsa’nın Kızıldere köyüne götürmüşlerdi. Kaldıkları evin sahibi köy muhtarının ihbarı üzerine, 30 Mart 1972’de etrafları sarıldı ve karşılıklı çatışmada, orada bulunanlardan Ertuğrul Kürkçü dışında hepsi öldürüldü. Eylem THKP-C ve THKO’nun ortak eylemiydi ve Ömer Ayna THKO’luydu. Avni Gökoğlu ise, Suriye sınırında Türk jandarması ile çatışarak öldü.
4- Devrimci Doğu Kültür Ocakları Dava Dosyası 1, Komal Yayınevi 1975, s.597-603
5- Devrimci Doğu Kültür Ocakları Dava Dosyası 1, Komal Yayınevi 1975, s.549
6- Devrimci Doğu Kültür Ocakları Dava Dosyası 1, Komal Yayınevi 1975, s.489-49
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder