27 Temmuz 2016 Çarşamba

“Tertele”ye İnadın Bir Politik Dehası: Dr Şıvan(Sait Kırmızıtoprak)


“Tertele”ye İnadın Bir Politik Dehası:
Dr Şıvan(Sait Kırmızıtoprak)





Sait AYDOĞMUŞ



Sait Kırmızıtoprak(Dr. Şıvan), otuzaltı yıllık kısa ömrüne sosyal, kültürel ve siyasal alanlarda yaptıkları ve eserleriyle çok şey sığdıran bir Kürt siyasi önderidir. Dersim’in bu yiğit evladı, sanki, “tertele”ler (Zazaca’da yağma ile karışık katliam) ile yok edilmek istenen Kürt halkının, birçok yönüyle geç ve geri bırakılmışlığının telafisinin özel yetenekleri, donanımları ve görevleriyle yüklüdür ve bu nedenle de acelesi olan, hırslı, özel bir elçisi gibidir: Oldukça zeki, cesaretli, girişken, kararlı ve hiper aktiftir. Tüm bu özellikleri, O’nu 36 yıllık bir ömüre sığmayacak kadar üretken kılmıştır.

“İlahlar” tarafından lanetlendiği için hakkında çok az bilgi ve belge olan Sait Kırmızıtoprak’ı, kendi özel çabamla mümkün olduğunca öğrenmeye çalıştım. Şahsen karşılaşıp  tanımadığım bu insanla ilgili, yazılı veya sözlü, saptayabildiğim her bilgi veya belgeye ulaşmaya çalıştım; dinledim, okudum…. Bu nedenle Sait Kırmızıtoprak’a ilşkin kendi dolaylı değerlendirmeme geçmeden önce, O’nu doğrudan tanıyıp tarif eden ve dinleyip okuduklarımla büyük çapta örtüşen Canip Yıldırım’ın değerlendirmelerine başvuracağım.

“- Sait Tıp öğrencisiydi, çok yetenekli, kabiliyetli, bir çocuktu. Tunceli’nin Hormekan aşiretindendi. Küçük yaşta babasını kaybetmişti. Amcasının himayesi altında okumuş, ondan sonra gelmiş İstanbul’a. Tıpta okurken kenar mahallelerde ne kadar Alevi-Kürt ve Dersimli varsa, hepsini örgütlemişti. Hastalarının sorunlarıyla ilgileniyordu, onlar da Sait’e adeta tapıyorlardı, onu çok seviyorlardı. Görüş günü olduğu vakit, Sait’e gelen kalabalıktan dolayı insan kaynardı cezaevi.  Hepsi fakir işçi, çiçek arabalı insanlar. Sait’in cebine iki lira, beş lira para koyarlar, çiçek getirirler. Sait gelirdi koğuşa, cebinde dünya kadar para; bu parayı komüne bırakırdı. Örgütçü bir ruhu vardı. Mesleği de güzel bir meslekti tabii, doktorluk öyle bir meslekti ki, düşmanını bile dost edebilirsin istersen! Düşmanının bile evine bir gece hastası için gittin mi mesele biter.  Müzaffer Baba, bu başçavuş, Sait’i imtihanlara götürüyordu (S. Kırmızıtoprak’ın 49’lar Davası’ında yatarken, aynı zamanda Tıp Fakültesi’indeki imtihanlarına katılması kastediliyor-SA). İmtihan odasına girince Said’in kelepçelerini çözerdi tabii. Profesörler, sanıyorlar ki, bu Müzaffer Baba Sait’in babası, kendisini tebrik ediyorlar; ‘Beyefendi tebrik ederiz, çok iyi bir evlat yetiştirmişsiniz’ diyorlar. Müzaffer Baba’ya! Birgün Müzaffer Baba bana geldi dedi ki: ‘Canip Bey, bugün de aynı şey oldu, Sait’i imtihana götürdüm ve bir profesör bana dönüp dedi ki, ‘Tebrik ederim değerli bir evlat yetiştirmişsiniz. Canip Bey gözlerim doldu, hep düşündüm, keşke Sait gibi bir oğlum olsaydı.”[1]

Sait Kırmızıtoprak, mesleki yaşamında çok iyi bir doktor, sosyal yaşamında iyi bir aile babası ve dost, kültürel yaşam ile siyasi tarih alanındaki eserleri, değişik konulardaki makale ve incelemeleriyle görece iyi bir aydın ve entellektüel; siyasal yaşamında ise, özellikle Kuzey Kürdistan’da Kürt siyasi tarihine bazı ilklere de öncülük eden ender bir siyasal liderdir.

Tüm bu özelliklerinin, O’nu, daha 36 yaşında,  bilinen o trajik sona götürdüğünü söyleyebiliriz.


Kısa Hayat Hikayesi

Sait Kırmızıtoprak, Dersim Ayaklanması’ndan sadece üç yıl önce, Dersim’in Qısle (Nazmiye) kazasına bağlı Hakis nahiyesinin Cıvrak (Civarık) köyünde, Abbas ve Zöhra’nın çocuğu olarak doğmuş; daha çocukken babasını kaybettiğinden, amcasının himayesinde büyümüştür.  

İlkokuldan sonra, ortaokul ve liseyi Balıkkesir’de parasız yatılı olarak okuyan Sait Kırmızıtoprak, 1956’da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girmiş, 1959 yılı Aralık ayında, yakın Kürt tarihinde  “49’lar Olayı”  olarak bilinen ve bir gurup Kürt aydınına karşı geliştirilen operasyonda tutuklanarak öğrenimine kısa bir müddet ara vermek zorunda kalmış ve nihayet 1961’de bu fakülteden mezun olmuştur.

1961’de İsmet Özevcek ile evlenen Sait Kırmızıtoprak’ın bu evlilikten Dara isimli bir oğlu ve Rûken isimli bir kızı bulunmaktadır.

Sait Kırmızıtoprak, Tıp Fakültesi mezuniyeti sonrasında bir müddet İstanbul’da doktor olarak görev yaptı. “49’lar Olayı” ile ilgili yargılamalardan aldığı ceza sonrasında  İsparta’ya sürgüne göderildi. Sürgün yaşamında Devlet Hastahanesi’ndeki görevinin yanısıra özel bir muayenehane de açan Sait Kırmızıtoprak, diğer taraftan da politik faaliyetlerini hızlandırarak devam ettirdi. 1967 yılında Qebek/Kanada’da mesleği ile ilgili ihtisas  yapmak üzere bir burs kazandı. Ancak bu olanağı, gidip ihtisas yapmak yerine, politik faaliyetlerinin bir kamuflajı olarak kullandı; bu sayede birkaç defa Türkiye dışına çıkıp politik faaliyetleri doğrultusunda temaslarda bulundu.

O dönemdeki Kürt aydınları arasında “solcu, komünist” olarak nitelendiriliyor Sait Kırmızıtoprak. Canip Yıldırım, Orhan Miroğlu ile yaptığı ropörtajda O’nun diğer Kürt aydınları ile farkını şöyle anlatıyor:

 “Sait Kırmızıtoprak sol tandaslı bir lider kapasitesine sahip bir adamdı. Çok okuyan ve halka gitmesini bilen bir insandı. Tıp talebesi iken varoşlarda yaşayan işçilerin emekçilerin çocuklarıyla ilgilenen bir insandı. Onun için Kırmızıtoprak, 49’lar içinde adeta bir anti-tezdi. Eski Kürt anlayışının anti-tezi. Aydınlarla okumuşlarla oturup sohbet ederek bu işin başarıya ulaşacağına inanmıyordu. Halkı örgütlemek, halkı kendi safına çekmek… Bunu İstanbul’da çok iyi becerdiği gibi, sürgün olarak, 49’lar davasından mahkûm olup Isparta’ya gönderildiğinde de becerdi.”

(…)

“Kırmızıtoprak Isparta’ya gittiğinde orada da halkı örgütleyen, onları dinleyen ideal bir doktor oldu. Geceyarısı kendisini evden alıp köylere götüren insanlar var ve o hayır demiyor hiçbir şekilde.  O kadar halktan yana biri. Halkı nasıl devrimci saflara çekeriz, hep bunun hesabını yapar. Zaten Irak’a gitmek istemesinin altında yatan da bu düşüncedir: Orada kurtarılmış bir bölge yaratmak ve mücadeleyi oradan sürdürmek.  Düşünün, dünyalar güzeli bir karısı var ikinci çocuğuna hamile, bir erkek çocuğu var, bu koşullar içinde Türkiye’yi terk edip Irak’a gitti. Yani idealistti, bir davası vardı. Burada milletvekili olmak aklında yok; isterse onun da aklında olur, gider Tunceli’ye bağımsız veya herhangi bir pratiye girer ve milletvekili de olur. Ama o bunu seçmiyor. Oysa o koşullarda, her Kürt’ün kafasında milletvekili olmak var. Varlıklı bir ailenin kızıyla evlenmek var.

(….)

“Ali Karahan’a, Ziya Şerefhanoğlu ve Şevket Turan’a karşıydı. Çünkü onlar yeni bir şey söylemiyorlardı. Kafalarında halkı harekete geçirmeye yönelik bir plan, bir tasarı yoktu. Halkın örgütlenmesinde Sait’in korkunç bir avantajı vardı. Korkunç bir prestiji vardı halk arasında. Halkın kendisine ilgisi, ona müthiş moral veriyordu. Pervasız, aklının ucundan ölüm geçmeyen bir adamdı.

“Bir gün Polatlı topçu okulunda bir kurmay albay merkez komutanlığına geldi. Merkez komutanlığı bizim cezaevine de bakıyor. Bu albayın adını hatırlamıyorum, geldiğinin ertesi günü bizim cezaevini ziyaret etti.  Müzaffer Başçavuş’u buldu. Bu Müzaffer de Türkiye’de bütün solcuların gardiyanlığını yapmış bir adam!  Sevim Belli, Mihri Belli, Erdoğan Berktay, Aziz Nesin. Bize karşı müthiş bir sempatisi vardı.  Bilhassa Sait’i çok seviyordu ve takdir ediyordu. Mevsim yaz. O albay dedi ki bunların suçu nedir? Birisi dedi ki bunların suçu Kürtçülük. Albay, ne demek Kürtçülük bokçuluk deyince sait Kırmızıtoprak, ‘Tıp son sınıfta okuyan bir insanım ben ve insan psikolojisine de çok hevesim vardır. Siz ezilmiş ve mutlaka da Balkan kökenli bir tipsiniz. Renginiz, tavrınız bunu gösteriyor, ezilmiş, horlanmış bir insansınız’. Böyle deyince Müzaffer Baba, ‘Sait, Sait ne yapıyorsun’ diye söylenmeye başladı. Sait Bunun üzerine ‘Baba bırak’ dedi “Rica ederim sen müdahale etme’. Bu kurmay albay eşekten düşmüş karpuz gibi şaşırdı. Sait, Müzaffer babayı kırmamak için koğuşa gitti. Ertesi gün Müzaffer baba geldi ve Sait’in boynuna sarıldı. ‘Beni dinledin ve albayın yanında beni kırmayarak koğuşa gittin, beni onure ettin, sana teşekkür ediyorum’ dedi. ‘Bir kurmay albaya bu postayı atan adam beni kırmıyor, bunu hiç unutmayacağım’ dedi Sait’e .

(…)

“Buradan çıkınca biz ne yapacağız,Kürtlerle alakalı işler yapacakmıyız, yapmayacakmıyız? Belli ki Sait’in kafasında bunlar ruşeym halinde de olsa var”[2] 



Tüm bu olumlu kişisel ve politik karekteristikler, Sait Kırmızıtoprak’ın görüşlerini, aşağıda anlatılacak belli bir istikrar ve tutarlı bir evrim içinde, nihayet 1967 -1968’lerde ulusal devrimci bir çizgide, Kürtlerin ayrı örgütlenmesine doğru eviriyor. Bu evrilmede, o dönemde Güney Kürdistan’da grafiği hızla yükselmekte olan Mela Mıstefa Barzani önderliğindeki Kürt ulusal ayaklanmasının ve bunun kazanımlarının önemli bir etkisi olduğu anlaşılıyor.

Sait Kırmızıtoprak, İsparta’da sürgünde iken, 11 Temmuz 1965’te bir gurup yurtsever Kürt milliyetçisi tarafından kurulan ve 1968’deki bir operasyonla tutuklanıp yargılanmak üzere Antalya Cezaevi’ne hapsedilen Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) yöneticilerini sık sık ziyaret edip görüşüyor. Sait Kırmızıtoprak’ın bu ziyaret ve görüşmeleriyle o sırada TKDP genel sekreteri olan Sait Elçi ile vardığı mutabakat, iki Said’in daha sonraki örgütsel ve politik yönelimlerini etkilemekle kalmıyor, trajik sonlarının da  vesilesi oluyor.

Sait Kırmızıtoprak, operasyon ve sonrasındaki sorgulama/ yargılamalardaki gelişmelerle guruplaşan TKDP’nin Sait Elçi kanadıyla işbirliği içinde, süreç içinde birleşip ortak bir parti kurmak üzere, 4 Ekim 1969’da bir gurup arkadaşıyla birlikte Güney Kürdistan’a geçiyor. Orada, Irak-KDP’nin de yardımıyla bir köy evini, temin edebildiği bazı tıbbi araç ve gereçlerle  hastahaneye dönüştürüyor ve bu sayede verdiği sağlık hizmetleri ile ”Dr. Şıvan” olarak ünleniyor.

T-KDP’nin kurucu merkez komitesi üyelerinden olan ve partide genel sekreter yardımcılığı görevinde de bulunan Osman Aydın’ın belirtiğine göre Sait Kırmızıtoprak, parti kuruluşu öncesindeki illegal yaşamında “Feridun” kod adını kullanıyordu. Parti’nin kuruluşuyla beraber ise genel sekreter olarak “Hürmüz” kod adını kullandı.[3]

Dr. Şıvan ve arkadaşları, Güney’e geçtikten sonra, yukarıda anılan birleşme projesi ile ilgili politik süreç, bazı gelişmeler nedeniyle farklı bir rotaya giriyor. Bunun üzerine Dr. Şıvan, arkadaşlarıyla ülkeye dönerek, 28 Haziran 1970’te Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi (T-KDP)  adı altında kendi partisinin kuruluşunu ilan ediyor.  Artık TKDP ve T-KDP, birleşmek yerine, belli bir rekabet içine giriyorlar. Dr. Şıvan, 22 Haziran 1971’de, 12 Mart 1971 Darbesi nedeniyle bir arkadaşıyla beraber Güney Kürdistan’a geçip  ve fakat ortadan  kaybolan Sait Elçi’yi öldürtmekten ötürü Irak-KDP yetkilileri tarafından tutuklanıyor ve 26 Kasım 1971’de, Hikmet Bulutekin (Çeko) ve Hasan Yıkmış (Brûsk) adlı iki arkadaşıyla birlikte kurşuna diziliyor.


Dr. Şıvan’ın Bilinen Bazı Eserleri

- Zımanê Kurdî (Kürt Dili), Kamuran Bedirxan, S. Şıvan,  Kawa yayınları, İstanbul, 1976.

-Ferheng Kurdî û Tırkî, J. Blau’nun Kürtçe-İngilizce-Fransızca sözlüğü. (Dr. Şıvan birçok eklemeyle Türkçeye çevirerek hazırladığı bu sözlüğün ilk baskısı 1971, ikinci baskısı ise 1975 yılında Belçika’da yayınlanmıştır.)

-Kuzey Irak Kürt Halk Hareketi ve Baas Irkçılığı, Komal Yayaınları, 1975, Ankara

-Kürt Millet Hareketleri ve Irak’ta Kürdistan İhtilali (6 Mart 1970’te Türkçe ve Kürtçe hazırladığı bu çalışmanın Irak Kürdistan’ı ile ilgili bölümü’nün 1975’te Komal yayınları tarafından yayınlandığını belirtmiştik. Kitabın tümü 1997’de APEC Yayınları tarafından Stockholm’de yayınlandı.)

-Cahş û Cahşîtî (Henüz yayınlanmamış bulunan Dr. Şıvan’ın bu kitabı için  bak: Necmettin Büyükkaya, Kalemimden Sayfalar, APEC Yayınları, 1992, s.185)

-Dr. Şıvan’ın gerilla savaşı ve dünya’daki pratiklari ile ilgili yayınlanmamış  Türkçe bir kitabı da bulunmaktadır. Zınarê Xamo (Vahap Kumruaslan), bu kitabın daktilo ile yazılmış orijinal metnini, Şexmus Cıbran’ın istemi üzerine, O’nun vasıtasıyla Avukat Ahmet Karlı’ya gönderiyor. Ahmet Karlı da daha sonra bu kitabı,  o sıralarda Dr. Şıvan’ın T-KDP’sinin aynı adıyla kurulan partinin (daha sonra  bu ad KİP olarak değiştirildi) Genel Sekreteri olan Ömer Çetin’e teslim ediyor. Bu parti, anılan kitapta, özellikle Mao ve Maoculuğu olumlayan bazı belirlemelerin, o günlerde benimsediği görüşlerle uygun olmaması nedeniyle, kitabın varlığını özenle gizliyor. Anılan kitap, günümüze dek de yayınlanmamıştır ve halen muhafaza edilip edilmediği de bilinmemektedir.)[4]


Değişik Yayınlarda Yayınlanan Yazıları/Makaleleri:



-YÖN dergisinde 6 makalesi yayınlanmıştır.

-Dicle-Fırat gazetesinde 6 makalesi yayınlanmıştır.

-Dr. Naci Kutlay’ın belirttiğine göre, Sait Kırmızıtoprak, Vatan gazetesine de bazı yazılar yazmıştır (Anılarım, s.139-140)

-Ayrıca Sait Kırmızıtoprak İsparta’da sürgünde iken (1967-69), Isparta’da yayınlanan Yeni İnkîlap adlı gazetede, kendisi ve Şevket Turan aleyhinde, 12 bölümden oluşan “İlginç Bir Olay” başlıklı seri bir yazı yayınlamıştır.[5]




Dr. Şıvan’ın İdeolojik-Politik Görüşlerinin Evrimi ve Kürt Politik Hareketindeki Rolü

Dr. Şıvan’ın Kürt ulusal hareketindeki rolünü iyi kavrayabilmek için, Kürt ulusal hareketinin ideolojik politik evrimi içinde O’nun ideolojik-politik görüşlerinin nasıl bir değişim geçirdiğini bilmek gerekir. Dr. Şıvan, Dersim Ayaklanması sonrasında, Mustafa Kemal başkanlığındaki TC’nin, Abdullah Alpdoğan Paşa ile “Dersim’in Islahı” çerçevesinde gerçekleştirdiği “tenkil”e, çoluk-çocuk, 54 can vermiş bir aileden gelmektedir. Malkara’ya sürgüne gönderilmek üzere ikna edilip evlerinden alınan ve 28’i çocuk, 12’si kadın olan Hormekli Süleyman Ağa ailesi olarak bilinen ve o dönem Bertal Ağa liderliğindeki aileden oluşan bu kafile, daha Nazmiye’yi terkeder etmez, daha önce benzer akibete uğratılan birçok kafile gibi, Ramazan Köyü’nün altında, elleri ve ayakları bağlanarak kurşuna dizilmiştir. O sıralar, daha 3 yaşında olan Dr. Şıvan, şansı yaver gittiği için “Tertele” neslinden sağ kalan birisidir.

Birçok Dersimli gibi, O’nun da düşüncelerinin, duygularının ve nihayet yaptıklarının bu “Tertele”den ve bunun temelinde yatan Kürt ulusal davasının mücadelesinden etkilenmemesi olanaksızdı.

Ancak Türk egemenlik sistemi, bu etkileşimin doğal seyrini çarpıtmak için, Kemalizmin eyamcı ideolojik, politik tüm mekanizmalarını ve bunların uyduruk teori, propaganda ve yalanlarını hayatın her alanında harekete geçirmişti. Bir Türk ve aynı zamanda sunni-İslam cumhuriyeti olarak planlanan bu politik egemenlik sisteminde, Dersim halkı, Kürt olmanın yanısıra Alevi de oldukğu için, Türkveya Kürt, tüm sunnilerden de baskı ve zulüm görmüş bir bölge idi. Kemalizm, pragmatik anlayış ve uygulamalarıyla Dersim Kürtleri’nin bu yapısını, görünürdeki sözde laik pratiğiyle çok akıllıca kullandı ve Kürdistan’ın diğer bölgelerine oranla Dersim’de özellikle aydınlar ve ilericiler üzerinde yarattığı yanılsamalarla daha bir etkili olmayı sağladı. Bu etkinin sonucudur ki, özünde bir sürü yönüyle bu sisteme karşı olan birçok aydın ve ilerci, bu muhalifliğini değişik versiyonlarla da olsa Kemalizmin referansları çerçevesinde dile getirdi ve eylemlerini de bununla sınırladı.

Dr. Şıvan da gençliğinde bu yanılsamadan payını alan bir Kürt aydını idi. O da, birçok Kürt aydını gibi özünde ırkçılığa, gericiliğe ve faşizme karşıydı; ancak bu karşıtlığını, anılan yanılsama içinde geçmişte ve o günlerdeki Kemalist uygulamaların bazılarını savunarak ve onun referanslarını kullanarak dile getiriyordu.

Dr. Şıvan, Diyarbakır’da yayınlanan ve Edip Karahan’ın sahipliği ve yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Dicle-Fırat gazetesi’nde “Doğunun Baş Düşmanı Faşizm” başlıklı üç bölümlük yazı serisinin ikincisinde  şunları yazıyordu:

 “Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerinde Batı emperyalizmine karşı kurtuluş mücadelesinin önderliğini yapan Atatürk ırk, din, mezhep farkı gütmeyeceğini, Türkiye dışında Turan hayali gibi emperyalist bir iddiası olmadığını açıkça söylemiştir. Milli hudutlar içinde yaşıyan ve Türk vatandaşı sıfatını taşıyan her fert ırk, cins, din farkı gözetilmeksizin kanun karşısında eşittir.

(…)

“Atatürk devrinde, ırkçılar ve kara kuvvetler sindirildi. Laisizm, halkçılık ilkeleri ve devrim hamleleri içinde ırkçı faşistler ve yobazlar uygun zamanı beklemek üzere pusuya yatmışlardı.”[6] 



Dr. Şıvan aynı makalesinde, Atatürk ilekelerine karşı “uygun zamanı beklemek üzere pusuya” yatan “ırkçı faşistler ve yobazlar”a karşı “…devrimci aydınlar, gençlik ve işçiler kadar Doğulu’lar da ırkçı faşizme karşı uyanık bulunmak, antifaşist demokratik cephede savaşa hız vermek zorundadırlar.” diye belirtiyordu.

Dr. Şıvan, bu görüşlerinin mantıki bir sonucu olarak CHP’yi  “Atatürkçü ve ilerici” Demokrat Parti’yi (DP) de “gerici ve yobaz” bir parti olarak değerlendirerek şu tesbiti yapıyor:

“Bilindiği gibi savaş sonrasının ekonomik güçlükleri devrin CHP iktidarını bazı reform hamlelerine zorluyordu. Ne yazık ki demokrasi adı altında girişilen çok partili hayat, aslında iktidar partisinin en gerici en sömürücü kanadının ana muhalefet partisi haline getirilmesiyle soysuzlaştırıldı. Kitlelerin tamamen başka nedenlerden doğan hoşnutsuzluğu her türlü sosyal reform, demokratik hareket ve insaniyetçi düşünceye düşman gerici unsurların reaksiyonunun zaferini pekiştirecek şekilde kanalize edildi. Böylece 1950 de büyük gürültülerle seçimleri kazanan DP’nin siyasi iktidarı ırkçı faşistlerin gelişip serpilmeleri için uygun ortamı da beraberinde getiriyordu.”[7]

Dr. Şıvan’ın bu dönemdeki “Kürtçülüğü”, neredeyse Kürtlerin dil ve kültürel haklarını savunmakla  sınırlıdır. Ancak buna rağmen, bu görüşleri sözde bazı ilericiler, aydınlar tarafından eleştirilmektedir. Dr. Şıvan, “Doğu” ile ilgili yazdığı yazıları takip edip kendisini eleştiren ve “ Birkaç yıl Doğu’da resmi görevlerde bulunmuş… bölgemiz ve Türkiye’nin genel problemleri hakkında yazılar yazmış… ilerici bilinir aydın” biri olarak nitelendirdiği bir arkadaşıyla sözlü tartışmasını, Doğu Meselesinde Yanılmalar başlığıyla Yön dergisinde bir makalede yazıya döker. Anılan makalede Kürtlerin kendi kültürlerini yaşayıp geliştirmesini ve kendi dilleriyle eğitim görmesini savunan Dr. Şıvan’ın, Üniter, “tekçi” bu Kemalist kişinin eleştirilerine verdiği cevap, o dönemdeki “Kürtçülüğü”nü gerekçelendirmesi bakımdan çok ilginçtir:

“Atatürk İlkelerine aykırılık meselesine gelince (Kürt dili ve kültürünün geliştirilmesinin Atatürk ilkelerine aykırılığı kastediliyor-SA):Kanaatimce böyle bir saplantı, bizzat Atatürk ve ilkelerini bilerek veya bilmeyerek ters anlamak demektir. Atatürk ve onun dünya görüşü belirli bir dili konuşan insanların malı değildir. Bilakis Atatürk’ü ve ilkelerini hangi vasıta ile olursa olsun, yurdumuzun bütün insanlarına, hatta bütün dünya halklarına anlatmak gerekir. Mesele bu şekilde ortaya konunca dil bir vasıta olarak değerlendirilir. Ve eğer Atataürk’ü ve görüşünü herhangi bir topluluğa anlatmaya yarıyorsa, mükemmel bir hizmet görüyor demektir. Sonuç olarak diyebilirim ki; nasıl ki bugün bahsettiğimiz sosyal adaletin şartları (işsizlik, fakirlik, topraksızlık yanında çeşitli vurgunlarla kısa zamanda türetilmiş mahalli milyonerleri vs. ile büyük toprak sahiplerinin doğurduğu tezatlar) yurdumuzda varsa böylece doğululara anlayabilecekleri dille seslenmenin de (çünkü başka dil bilmiyorlar ve biz yarım yüzyıldır hep tersinden hareket ettiğimiz için durum değişmemiş) şartları vardır. Aksini birtakım farazi kuşkularla iddia etmek ya ırkçı faşist temayüller taşıyan sosyal bir demagojidir veya sosyal meselelerin çözüm yolunu bilimin dışında birtakım duygusal ölçüler içinde çıkmaza sokmaktır.”[8]

Dr. Şıvan’ın bu görüş ve saptamaları, Türkiye solunun şekillenip ayrışmasında, O’nu, YÖN’cülere ve Milli Demokratik Devrimci’lere (MDD) yakınlaştıracaktı. Yukarıdaki görüşlerinin yanısıra Dr. Şıvan da, tüm MDD’ciler gibi, radikal bir anti-Amerikancı ve anti-emperyalistti. Tüm bunlar, Dr. Şıvan’ın, o dönemin diğer birçok Kürt aydınından farklı olarak Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) üye olmaması hatta bu partideki Kürt aydınlarına muhalefet etmesinin nedenlerini de teşkil ediyordu. Zira TİP’in, YÖN ve MDD’den farklı olarak TC’nin kuruluş sürecinde Kemalizme atfedilen role, buna bağlı olarak anılan süreçte “ilericilik” ve “gericilik” tahlillerine, ekonomik gelişme/kalkınma modellerine ve tüm bunlara dayalı olarak ittifaklar politikasına, anti-emperyalizm ve anti-Amerikancılığa ve dolayısıyla genel olarak stratejide politik önceliklere yaklaşımı farklıydı. TİP, Kürt ulusal sorunu bakımından MDD’cilere göre daha az şöven görüşlere sahip olsa da, örgütlenme konusunda  MDD’cilerle arasında hiçbir fark yoktu. İki taraf da Kürt ulusal hareketinin ve politik startejisinin kaderini teşkil etmede belirleyici bir role sahip olacak olan ayrı örgütlenme meselesine karşı tam bir görüşbirliği içindeydiler ve “Kürt sorunu”nun çözümünü de “sosyalizm” veya “devrim” sonrasına havale ediyorlardı.

Kemal Burkay, anılarında, Dr. Şıvan’ın arkadaşlarının, TİP’teki muhalefetlerinin nedenleri konusunda bazı bilgiler verir. Burkay,  1970’te TİP’in 4. kongresine sunulan Kürt sorunu ile ilgili karar tasarısı konsunda Kürt Delegasyonu’nun kendi arasında bölündüğünü, kongreye, o zamanki yasalara göre biri daha ”ılımlı” diğeri de daha ”sert” olan iki karar taslağının sunulmaya çalışıldığını ve bunları uzlaştırmaya çalıştıklarını belirterek şöyle der:

”Söz konusu yan salonda ayak üstü bu konuyu konuştuk. Gerek Tarık Ziya, gerek ben, Kürt arkadaşları daha yumuşak bir karar taslağı üzerinde ikna etmeye çalıştık. Aslında aynı şeyi, özüne dokunmadan, daha değişik sözlerle ve yıldırımları o denli çekmeyecek biçimde dile getirmenin mümkün ve yararlı olduğunu, aksi halde, sert bir kararın partiyi kapatılma riskiyle yüz yüze getirebileceğini, amacımızın ise elbet bu olmadığını söyledik. Ben arkadaşları ikna etmenin zor olmayacağını sanmıştım Oysa hiç de öyle olmadı. Çoğunluk öteki karar tasarısından yana tavır koydu ve doğrusu bu beni şaşırttı. Bu sonucu beklemiyordum ve çok üzüldüm. Birçok arkadaşın bu katı tavrına ise bir anlam veremedim. Ne var ki politikada iyi niyetli, ama biraz da saf olduğumu o gün anladım. Meğer bizim TİP’te yıllardır  birlikte kavga verdiğimiz Kürt yoldaşların önemli bir bölümü, Dr. Şıvan tarafından örgütlenmişti ve buraya bu konuda hazırlıklı, örgüt içinde örgüt olarak gelmişlerdi. Silvanlı Mahmut Okutucu, Muhterem Biçimli, Abdülkerim Ceylan bunlar arasındaydı. Kongrede izlenecek tavır meğer önceden belirlenmişti. Partinin kapanması ise Şıvan’ı ancak memnun ederdi.” [9]

TİP 4. Kongresi, T-KDP’nin kuruluşunun hemen sonrasında gerçekleşmiştir ve artık “Şıvancılar” Türk solunu terk etmektedirler. Ancak yukarıdaki satırlar, o günlerde ve günümüzde Kürt solunun önemli bir siması olan Kemal Burkay’ın  henüz o günlerde ayrı örgütlenme konusundaki düşünceleri bakımından enteresanttır. Zaten tüm bu nedenlerle ayrı örgütlenme gibi önemli bir konuda ilk adım, Kürt solundan değil, geleneksel Kürt sağından gelmişti. 11 Temmuz 1965’te, bir gurup yurtsever ve milliyetçi yurtsever Kürt aydını, Diyarbakır’da -hem de “Gazi Köşkü”nde- Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni (TKDP) kurmuştu. Bu partinin amacı, “Türkiye sınırları içinde, (Kürtlerin) siyasi-iktisadi- kültürel hakları(nı) tanıtmak” olsa da, Türkler’den ve onların siyasi örgütlerinden ayrı olması, Cumhuriyet dönemi ayaklanmalarından sonraki dönemde, Kürt ulusal hareketinin politik ve örgütsel olarak yeniden dirilişi ve gelecekteki rotası için başlı başına bir çığırdı.

Dr. Şıvan, birkaç yıl gibi kısa bir zaman diliminde, MDD’cilikle karışık bir Kemalizm versiyonu tarafından belirlenen yukarıdaki politik görüşlerini aşacak ve TKDP’liler tarafından açılan ayrı örgütlenme çığırını, Kürt hareketi için günümüzde de geçerliliğini koruyan bazı “ilk”lerle daha bir geliştirecekti. Ancak Dr. Şıvan’ın, anılan noktaya gelmeden önce, o dönemin çoğu Kürt aydını gibi politik olarak şöven Türk solundan ve Kemalizm’den beslenip etkilenen özgün sosyalist görüşleri benimseyen ve sorunlara bu çerçevede çözüm arayan bir dönemi de vardır ve konumuz bakımından bunun üzerinde de durmak gerekir.                                                                                              

Dr. Şıvan’ın, YÖN dergisinin 48. sayısında “Doğuyu Sosyalizm Kurtarır” başlıklı bir makalesi yayınlanmış bulunuyor. Dr. Şıvan, anılan makalesinde, kullanılan bazı kavramları bir tarafa bırakırsak, önemli tesbitlerde bulunuyordu: Türkiye’de ve “Kürdistan” kastıyla kavramlaştırdığı “Doğu”da, toprak ve gelir dağılımının adaletsizliğinden, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin ekonomik bir verimlilik içinde işletilememesinden, işletilenlerin de har vurulup harman savurulmasından; bütün bunların ekonomik, sosyal ve kültürel gelişme üzerindeki olumsuz etkilerinden uzun uzadıya bahseden Dr. Şıvan, bu olumsuzlukların ve adaletsizliklerin  bölgeler arasında zaten varolan dengesizlikleri hergün daha bir arttırdığını belirtiyor ve nihayetinde anılan durumdan çıkış yolu olarak sosyalizmi  öneriyordu :

“Sosyalist bir düzen, insan sevgisi üzerine kurulur. İnsanın hayatı, haysiyeti, gerçek hüriyeti ön planda yer alır. Medeniyetin, insanca yaşamanın araçları küçük bir azınlığın değil, bütün halkın yararına planlanır. Parasız tedavi, parasız eğitim, herkese insan gibi yaşayacağı bir mesken, çalışmak isteyen her insana iş, yapılan işe göre bir hayat düzeyi ancak sosyalizmle sağlanır.

“Kültür bakımından da durum aynıdır. Gerçek demokrasi ve sosyalist anlayış, hiçbir topluluğun kültür hakkını pazarlık konusu yapamaz. Kültürel kalkınmanın gerçekçi, insancı ve bilimsel uygulanış metotları,  sosyalizmin anlamında zaten mevcuttur. Sosyal adalet ilkesinden hareket eden ekonomik kalkınmanın yanısıra en geniş bir hoşgörü ve anlayışla, kültürel kalkınma pazarlıksız, karşılıksız olarak sosyalizmin baş ödevleri arasında yer alır.

“Tek kelimeyle sosyalizm, bölgeler arasındaki her türlü eşitsizliği kaldırmak suretiyle, müreffeh, adil ve sıhhatli bir Türkiye yaratarak, milli birliği en sağlam temeller üzerine oturtur.”[10]   

Ulusal ve uluslararası planda derin ve güçlü bir politik dalganın da etkisiyle Kürt politik hareketinin ve dolayısıyla kadrolarının hızla geliştiği o günlerde,  Dr. Şıvan, anılan yolda adeta koşuyor; sorunları daha bir hızla kavrayarak değişiyor ve gelişiyordu. Açıktır ki, bu değişim ve gelişmede, onun zekâsı, cesareti, ezilenlerin ve ulusunun davasına olan samimi inanç ve kararlılığı kadar, sömürgecilerin bu samimi inanç ve kararlılık karşısında takındıkları red, inkâr ve imha gibi tutum ve uygulamaları da etkili oluyordu.  Tüm bu nedenlerle Dr. Şıvan, kendi ulusunun özgün koşulları açısından henüz rasyonel olmayan “sosyalizm durağında” da fazla beklemedi. Zira sosyalizm, ulusların, şafağında doğdukları kapitalizmin her bakımdan belli bir gelişkinlik düzeyinin içinde doğup geliştirilebilecek bir toplumsal sistemdi. Kürdistan ve Kürt toplumu böylesi koşullardan henüz çok uzaktı. O günlerin koşullarında, Kürdistan ve benzeri toplumlar için, sosyalizmin teorisyenleri ve uygulayıcıları tarafından dünya çapında önerilen  “Kapitalist Olmayan Yol”un ise, ne uluslaşma ne de sosyalizm için, elverişsizliğin de ötesinde, geçerli bir yol olmadığı, somut pratiklerle hergün daha bir açığa çıkıyordu. Hele de bu önerinin sahibi olan reel sosyalizmin, Kürt ulusunu esaret altında tutan Kemalizm, Baasizm gibi şöven milliyetçi diktatörel ideoloji ve sistemlerle yer yer çakışması, böylesi ideoloji ve sistemleri, hoşgörmenin de ötesinde desteklemesi, onun doğru anlaşılmasını daha da kolaylaştırıyordu.

Ancak günümüzden bakıldığında kolay gibi görünen bu gerçeği, kabaran derin ve güçlü bir özgürlükçü sol dalganın reel sosyalizmin ideolojik, politik ve örgütsel şablonlarınca kayıtsız şartsız yönlendirildiği 1960’lı yılların koşullarında, çok az sol görüşlü Kürt politikacısı görebilmişti.

Daha önce de belirtildiği gibi 1960′lı yıllarda, Kürt solu, büyük çapta, TİP içindedir veya TİP’e destek olmaktadır. Esasında sol tandaslı ilk ayrı bağımsız Kürt örgütlenme girişimi, 1966 yılında kurulan Koma Azadiya Kürdistan’dır (KAK). KAK, daha örgütsel anlamda belli bir süreklilik ve istikrar kazanmadan, Sait Kırmızıtoprak’ın geliştirmekte olduğu örgütsel-politik proje içinde yer almaya karar verir. KAK’ın bu kararı almasında, daha sonra Dr. Şıvan ile beraber Güney’e geçecek olan Reşo Zilan (Ahmet Kotan) ve Çeko’nun rolü büyüktür. Birazdan daha bir ayrıntılarıyla anlatılacağı gibi bu proje,  TKDP’nin Sait Elçi liderliğindeki kanadını da kapsamakta, politik taleplerinin kapsamı itibariyle daha ulusal ve örgütsel yapısıyla da daha modern, ilerici-devrimci,  bir ulusal parti projesidir.

Şimdi de, daha sonra başarısızlığa uğrasa da, Sait Elçi liderliğindeki TKDP’nin de bu projeye nasıl dahil edildiğini görelim.

Dr. Şıvan’ın, altmışlı yılların sonunda aldığı siyasal bir ceza nedeniyle Isparta’da sürgünde olduğunu belirtmiştik. Dr. Şıvan, artık yukarıda anılan ideolojik-politik evrimin pratiği içinde kendi çevresinde önemli bir gurup oluşturmuştur ve Kuzey’de Kürtler’in, TKDP’den farklı olarak, ilerici devrimci bir çizgide ayrı ve bağımsız ulusal bir örgüt kurma aşamasına gelmiş bulunmaktadır.

1968 yılında, TKDP’ye karşı geliştirilen bir operasyonda, Feqi Hüseyin sağnıç dışındaki parti merkez komitesi üyelerinin tümü ve partinin bellibaşlı önemli kadroları yakalanır. Feqi Hüseyin’in yakalanmamasının nedeni, operasyonun hemen öncesinde MK’ne alınmış olması ve bu nedenle de  henüz deşifre olmamasıdır. Yakalananlar “güvenlik” nedeniyle Antalya Cezaevi’ne nakledilirler ve yargılamalarına Antalya’da devam edilir.

Dr. Şıvan’ın, TKDP MK’nin dışarıdaki tek üyesi olan Feqi Huseyin Sağnıç ile çok iyi ilişkileri bulunmaktadır. Şakir Epözdemir’in belirttiğine göre, Dr. Şıvan, Feqi Hüseyin vasıtasıyla Antalya’da hapiste bulunan Sait Elçi ile de yakın ilişkiler kurmuştur. Zaten iki Sait, ”49’lar Olayı”ında da beraber hapis yatıp yargılandıklarından biribirlerini hem şahsi, hem de siyasi olarak iyi tanımaktadırlar.

”Biz Antalya Cezaevi’nde tutuklu iken, Dr. Sait Kırmızıtoprak (Dr.Şıvan), Isparta’da sürgünde idi. Diyaloğumuz burada başladı. Ancak bu diyalog, sadece Dr. Şıvan, Sait Elçi ve Feqî Hüseyin Sağnıç arasındaydı. Bu diyaloğumuzun, 6 aylık süresine cezaevi dönemi dersek, diğer 7-8 aylık süre de, 1969’daki tahliye oluşumuzdan sonraki zaman diliminde devam etti. Bu konuda Said Elçi’den hiçbir bilgi almadık. Ancak, arasıra Feqi Hüseyin Sağnıç’tan aldığım bilgiye göre; Dr. Şıvan’la birlikte 20-30 kişi Güney’e gönderilecek ve orada eğitilecekti. Bu grubun çoğunluğu partimiz mensuplarından seçilerek yollanacaktı. Dr. Şıvan’da dahil, bütün bu kadro, gelip bizim Partimizin bünyesinde yer alacaklardı…

”Hazırlıklar çok uzadı, gide gide bir kişi bizim Partiden, 6-7 kişi de Şıvan’ın grubundan Güney’e geçtiler. Bu arkadaşların geçişlerinden yaklaşık 6 ay sonra;  Kürtler Irak’ta Otonomi’ye kavuştular. Savaşta yararlı olan bu grup, IKDP yöneticileri ve askeri yöneticiler tarafından itibar kazanmışlardı. Dr. Şıvan, bu itibara bakarak bize rest çekti. Feqi Hüseyin Sağnıç ve Said Elçi 1970’te Dr. Şıvan ile birkaç kez görüştüler, konuştular, tartıştılar ancak bir neticeye varamadılar. 1971 yılı başında bizler, (yani Parti’nin Kurucular Kurulu ve Koma Navkom üyeleri) akıllarına geldik!

“Şark Matbaacılık ve Gazetecilik A.Ş.’nin, 1971 Diyarbakır toplantısı günü, biz hepimiz, (Dûrnas da dahil olmak üzere) Diyarbakır’da toplandık. Toplantı gecenin geç vakitlerine kadar devam etti. Faqi ve Sait Elçi, gelişmeleri izah ettiler. Doktor onları yanıltmıştı. Bizim hesabımıza Güney’e giden doktor, kendi parti’sini kurmuş ve bizi resmen aldatmış idi. ’Çözüm nedir, ne yapılmalı?’ diye soruluyordu.”[11]

Şakir Epözdemir’in yukarıdaki satırlarından, Feqi Huseyin ile Sait Elçi’nin, TDKP’nin diğer MK üyeleri ile anlaşmazlık içinde oldukları da anlaşılmaktadır. Bu çelişki, muhtemelen TKDP’ye karşı yapılan operasyon öncesinde ve esnasında ortaya çıkan olumsuzluklarla ilgilidir. Sorgulamalardaki çözülmeler, bu çözülmelere bağlanan ”ajanlık” türünden iddia ve spekülasyonlar ve son olarak yargı süreci boyunca takınılan tutumlar, yapılan savunmalarla ilgilidir. Şakir Epözdemir’in yukarıya aktardığımız görüşleri de bu iddiayı doğruluyor.

Ayrıca benim Dr. Şıvan’ın bazı arkadaşları ile KAK’ın önde gelen yöneticilerinden biri olan Reşo Zilan’dan dinlediklerim, Şakir Epözdemir’in yukarıda yazdıklarıyla tam anlamıyla çakışmamaktadır. Anılanlardan dinlediklerime göre, plan, Şakir’in yukarda belirttiği gibi “eğitim için gideceklerin dönüp TKDP’ye katılmaları” değil; Sait Elçi hakimiyetindeki TKDP ile veya Sait Elçi’nin partiye egemen olamaması halinde, O’nunla davranacaklarla  birleşilerek ortak bir parti kurmak yolundadır.

TKDP, böylesine bir karmaşa içindeyken, Dr. Şıvan, dönemin bellibaşlı bazı yurtsever aydınlar  ve üniversiteli gençlerden oluşan dinamik bir grup oluşturma çabasındadır. Sait Kırmızıtoprak ve çevresi, Devrimci  Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO’ların)  kurulmalarında da önemli rol oynarlar.

Tüm bu  gelişmelerin, o sıralarda varolan diğer Kuzeyli örgütleri, yani KAK’ı, TDKP’yi ve kadrolarını etkilememesi olanaksızdır.

Dr. Şıvan belli bir plan ve proje çerçevesinde çalışmalarını hızla sürdürmektedir. Bu çerçevede Güney Kürdistan’a gitmeden önce, fazla dikkat de çekmemek için, ailesi ile birlikte Kuzey Kürdistan’da politik amaçlı bir geziye çıkar. Bu gezi boyunca uğradığı şahıslardan bir tanesi, halen anılarını yazmış bulunan ve o sıralarda TİP’te yeralan –aynı zamanda 49′lulardan biri olan- Dr. Naci Kutlay’dır. Epeydir Dr. Şıvan ile görüşmedikleri anlaşılan Naci Kutlay, O’nun yeni görüşlerini çok şaşırtıcı bulacaktır:

“Sait Kırmızıtoprak’a ilişkin anılarım pek çoktur. Arkadaş olarak iyi ilişkiler içindeydik, yaşam çizgisini ve görüşlerini yakından izledim. Türkiye’den ayrılmaya karar vermişti. Son kez, 1969′da gördüm. Ağrı’ya İsmet’le (Sait Kırmızıtoprak’ın eşi-SA) birlikte ziyarete gelmişlerdi. Kırmızı bir arabası vardı. Yolboyunca birçok dostlarına uğramışlardı. Fakat eski Sait değildi artık. Şeyh, ağa ve beylere karşı Vatan gazetesi’nde, Yön dergisi’nde yazı yazan sait Kırmızıtoprak yoktu şimdi. Ağalara, beylere karşı daha yumuşak, hatta onların Kürt ulusal sorunundaki yerlerini ve işlevlerini öne çıkarıyordu. Bunlara karşıtlığın yanlış olduğunu söylüyordu. Sait’in bir özelliği de güzel ve çok konuşmasıydı. Sırayı kimseye vermezdi çoğu zaman. Bu arada ABD’ye karşı da tavrı değişmişti. Eskiden ABD’yi suçlayan, dünyadaki haksızlıklarda ve savaşlarda günahının çok olduğunu söyleyen Sait gitmiş, ABD’nin Kürtlere ilgi duyabileceği, Kürt sorununun çözümünde yardımcı olabileceği ve Kürtlerin de ABD karşıtlığı ile bir yere varamıyacaklarını vurgulayan bir noktaya gelmişti. Sait’deki bu değişimin birçok nedenleri vardı, ama doğrusu yine de bana garip geliyordu.”[12] 

Çoğu kişi, Dr. Şıvan’ın, Güney Kürdistan’a gittikten sonra görüşlerini değiştirdiğini sanır, ama görüldüğü gibi gerçek bunun tersidir. Aksine Güney macerası, bir avuç insanın, özellikle de bunlardan biri olan Dr. Şıvan tarafından yıllar sonra nihayet doğrultulup özümsenen bir ulusal kurtuluş stratejisinin, üstelik çok ağır bir bedelle 35-40 yıl daha akamate uğratılmasını ciddi biçimde etkileyecektir. Zira yukarıda belirtilen projede, Güney’e duyulan umut, beklendiği gibi olmak yerine, neredeyse tersi bir pratikle umutsuzluğa dönüşecektir. Güney’e gidiş, daha sora kısmen ayrıntılandırılacağı gibi Saitleri ve hareketlerini birleştirmek yerine, ayrılıklarını körükleyecek, çelişkişlerini artıracak ve nihayet hem İki Said’in hem de partilerinin etkinliklerinin sonunu getirecekti. Bu “son”, Kuzey’deki Kürt ulusal hareketini, Cumhuriyet dönemindeki ayaklanmaların bastırılması sonrasında, yeniden dirilme ve yükselme koşullarının oluştuğu 1970’li yıllara, ideolojik ve politik anlamda belli bir ulusal stratejiyi özümsemiş, örgütsel anlamda belli bir tecrübeyi edinmiş liderlerden ve hareketlerden ederek/kopararak, Şakir Epözdemir’in deyimiyle hareketi “ortaokul ve lise talebelerine” bırakacaktı.

Bu biyografik yazı çerçevesinde ayrıntsına girmemek koşuluyla Güney’de İki Said’in başına gelenlere ve belli başlı nedenlerine, son bölümde, kısaca değineceğim. Ama bundan önce, Dr. Şıvan ve arkadaşlarının kurduğu T-KDP’nin programatik görüşlerinin şahsında, Dr. Şıvan’ın görüşlerinin politik evriminin ve Kürt hareketindeki rolünün son safhasını anlatıp irdeleyeceğim.

Yukarıda belirtilen gelişmeler sonucunda, 4 Ekim 1969 tarihinde Güney’e geçip belli bir ekiple oraya yerleşen Dr. Şıvan ve arkadaşları, daha sonra anlatacağım bazı nedenlerle Sait Elçi’nin TKDP’si ile anlaşamayacaklarına karar verdikten sonra,  Ankara’da yapılan bir kongre ile 28 Haziran 1970’te (Şêx Seîd ve arkadaşlarının idam edildikleri günün yıldönümünde) T-KDP’nin kuruluşunu ilan etmişlerdir.

Dr. Şıvan’ın, T-KDP’nin kuruluşu ile bir başka safhaya taşıdığı bu  proje, o dönemde sağı, milliyetçileri ve solu ile ideolojik, politik ve örgütsel olarak henüz olgunlaşmadığı için, stratejisine ve sorunlarına da şaşı bakan, bu sorunlar için çarpık çözümler üretip öneren Kürt politik akımlarının, özellikle Kürt solunun politik ve örgütsel evrimi bakımından çok önemli sayılabilecek bazı yeni hususları ve gelişmeleri içermektedir.

Dr. Şıvan, herşeyden önce, genel olarak miletleşme ve onun temel ideolojisi olan milliyetçiliğin, özel olarak da Kürt milletleşmesinin ve milliyetçiliğinin tarihini, bir Kürt siyasetçisi olarak, bilimsel bir metotla incelemiş ve bu konuda günümüzde de doğrulanan ve geçerliliğini koruyan sağlam bir politik perspektif ortaya koymuştur. Dr. Şıvan, Kürtlerin milletleşmesini, hem geçmişte hem de günümüzde doğrudan ilgilendirdiği için, Osmanlılar dahil, Türklerin tarihini ve milletleşmesini ve dolayısıyla Türk milliyetçiliğinin özelliklerini de araştırıp yorumlamış ve bunların, o günlerin Kürt ve Türk politikasıyla diyalektik bağını kurmuştur. Yanısıra Dr. Şıvan, Türk egemenlik sisteminin sosyo-ekonomik ve kültürel niteliğini, sistemin iktidar bloğunu ve onun sınıfsal karekterini ayrıntılarıyla inceleyip ortaya koymuştur. Dr. Şıvan, Kürt toplumunun da sosyo-ekonomik yapısını inceleyerek tahlil etmiş ve bunun sonuçlarını, ulusal kurtuluş mücadelesinin dinamiklerini ve ittifaklarının saptanmasını da değerlendirmiştir. 

Tüm bunlar sayesinde,  Dr. Şıvan, Türk sol alanını/atmosferini sadece örgütsel olarak terk etmekle kalmamış, ideolojik-politik olarak da Türk solunun, hatta o dönemin uluslararası hakim sol çizgisinin, ulusal kurtuluş mücadeleleri ile ilgili kimi yanlış ideolojik ve politik saptama ve yönelimlerini de terk etmiştir. Gerek örgütsel olarak gerekse de ideolojik ve politik olarak, tamamen Kürtlerin ulusal kurtuluşlarının çıkarlarını temel alan bir radikal kopuştur bu.  Bu kopuşun dayandığı bilincin görece derinliğini, sağlamlığını ve dolayısıyla radikalliğini anlamak için o dönemde Türkiye’de, Kürdistan’da, bölgemizde ve dünyada, grafiği hızla yükselen birkaç ideolojik ve politik akımı, kavramsal olarak da olsa dile getirmek lazım: Sosyalizm, anti-emperyalizm ve anti-Amerikanizm.

Dr. Şıvan, daha Güney’e gitmeden önce, bu üç ideolojik-politik akımın basma-kalıp reel görüşlerini ve çıkarlarını değil, Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesinin çıkarlarını ön plana alan görüşleri ve dolayısıyla bu görüşlere uygun bir politik stratejiyi benimsemeye karar vermiştir. Daha doğrusu 1960′lı yılların ağır, kahırlı politik mücadelesinin teorik ve pratik birikimi, Dr. Şıvan ve arkadaşlarının politik görüşlerinde ve dolayısıyla ulusal kurtuluş için öngördükleri stratejide radikal bir değişimi sağlamıştır.

O dönemi yaşayan, özellikle solcu Kürtler, yukarıda anılan akımların yükselen dalgasının gücünün azmini de cezbini de çok iyi bilirler. Üstelik Kuzey Kürtleri için, yükselen bu ideolojik politik dalganın bilgi kaynağının ve ufkunun özellikle Türk solununkisiyle sınırlandığını da… Böylesi koşullarda, üstelik, anılan akımlardan anti-emperyalizm ve anti-Amerikancılıkla kimlik bulan MDD çevresine daha yakın olan/duran Dr. Şıvan’ın (Bu konu için Musa Anter’in Doz yayınları tarafından İstanbul’da yayınlanan “Hatıralarım” adlı kitabının 183-186 sayfalarına bakınız.), bu dalgayı aşmak bir yana, ona karşı durmasının güç ve anlamının azametini, bilincinin derinliğini, ancak anılan dönemi yaşayıp o güçlü dalgaya kapılanlar, çok daha iyi anlayıp kavrayabilirler.

Hiç karşılaşmamakla beraber, okuduklarımdan ve dinlediklerimden, Dr. Şıvan’ın zeki, çok enerjik, yurtsever, fedekâr ve yardımsever bir insan olduğunu biliyordum. Zekası, enerjisi, kararlılığı, bilinci, cesareti ve hırslarıyla öyle bir dehaydı ki, anadili Zazaca olduğu halde, bir yıl içinde Kurmanci’yi mükemmel bir biçimde öğrenip yazmakla kalmamış,  Kamuran Bedirxan ile beraber Kürtçe gramer, J. Blau ile beraber de Kürtçe-İnglizce-Fransızca bir sözlük yazıp yayınlamıştır.  Ancak tüm bunlar, o dönemi ve bahsedilen o politik akımların yükseliş dalgasını, İstanbul’da, Türkiye’deki öğrenci hareketi içinde ve DDKO’da bizzat yaşamış birisi olarak bir konudaki merakımı giderememişti. O dönemde, politik bilinci ve ufku, ağırlıkla Türkçe okuduklarıyla oluştuğu ve bunun Türk solundan etkilenmesinin ortamını daha bir olgunlaştırıp güçlendirdiği Kürt sol atmosferi içinde, Dr. Şıvan’ın anılan politik bilincinin ve örgütsel tutumunun kaynağı neydi, neresiydi?

Her Kürt gibi, Dr. Şıvan’ın da o sırada grafiği hızla yükselen Güney Kürdistan’daki hareketten etkilendiği muhakkaktır. Ancak bunun kendi başına anılan değişimin kaynağını açıklamaya yeteceği kanaatinde değildim ve değilim. Tatmin olmayan bu merakımın uyandırıp uyardığı sorularıma, yakın zamanda, Dr. Şıvan’ı ve mücadelesini çok yakından tanıyıp izleyen bir arkadaşın verdiği cevapların doğru ve isabetli olduğunu düşünüyorum. Aldığım cevabın birincisi, Dr. Şıvan’ın, onu tanıyan herkesin mutabık olduğu yüksek zekası ve enerjisiyle çok ama çok okuduğu ve bu alışkanlığının, yıllar süren  sürgünlerinin aşırı tecritinin de zorunluluğu içinde doruk noktasına çıktığı; sürgünler boyunca sürekli okuyup kendisini geliştirdiği yolundaydı. Bu cevabı tamamlayıcı hususun İkincisi, Dr. Şıvan’ın, çok iyi konuşamamakla beraber, okuduğunu iyi anlayabilecek kadar fransızcasıyla, düşünce tarihi ile toplumsal gelişmenin evrimine ilişkin teoriyi Fransız kaynaklarından da okuyarak, böylece Türk solunun etki ve ufkunu aşabilme olanağına kısmen kavuştuğuydu.

Artık, Dr. Şıvan’ın o döneme göre radikal sayılabilecek değişimine ve görüşlerine geçebilir; konuya T-KDP’nin amacı ile başlayabiliriz.

Part’nin temel amacı ile ilgili 3. maddesi, günümüzde Kuzeydeki Kürt hareketinin (değişik Kürt örgütlerinin) neredeyse ortak programatik amacı olabilecek niteliktetir:

“Partimiz Türkiye Kürdistan’ında yaşayan Kürt halkının kendi kaderini bizzat kendisinin tayinine hakkı bulunduğuna inanır. Bu amaca varmak için, Kürt milli varlığının resmen tanınmasını ve Kürt Milli Demokratik Hakları’nın istirdadını (geri alınma-SA) temel şart sayar.”[13]

Dr. Şıvan’ın, T-KDP’yi 28 Haziran 1970’de kurduğunu belirtmiştik. Parti kurucularının bazıları kuruluştan hemen sonra Parti’yi özellikle iki konuda eleştirmeye ve Parti’den uzaklaşmaya başlarlar. Bu iki konudan birincisi, partinin  ”miliyetçi”  olduğu yolundaki eleştiridir. İkinci konu ise, Parti’nin silahlı mücadeleyi benimsemesinin yanısıra somut olarak da bunun hazırlığını yapmasıdır. Bu sorun üzerine, T-KDP, kuruluşundan iki ay sonra, İstanbul’da, olağanüstü kongresini toplamak zorunda kalır. Dr.Şıvan, Parti sekreteri olarak bu kongrede, partinin kuruluşunu, program ve tüzüğünü tarihsel arka planlarıyla, günümüzde ve gelecekteki gerekleriyle adeta gerekçelendiren tarihi bir konuşma yapar. Bu tarihi konuşmada söylenenlerin büyük çoğunluğu, Kürt hareketinin 40 yıllık bir yığın yanlışından ve dolayısıyla ağır bedellerinden sonra, günümüzde büyük çoğunlukla doğrulanmıştır.  Her Kürt politikacısının anılan konuşmayı aşağıda belirtilen  internet adresinden bulup okumasını tavsiye ederim: http://www. kurdinfo. com/portre/s_aydogmus_Saitler_olayi.pdf

İşte Dr. Şıvan, anılan bu konuşmada yukarıda belirtilen program maddesini  gerekçelendirirken ”sorun” olarak görülen milliyetçiliği açıkça  savunur:

”Arkadaşlar! Bu maddede çok açık olarak ifade edildiği gibi, partimiz amacına (Türkiye’de Kürt halkının kendi kaderini bizzat tayin etmesine hakkı vardır) varmak için iki temel aşamayı öngörmektedir: ’Kürt milli varlığı resmen tanınmalıdır’. Evet, yukarda birkaç defa tekrar edildiği ve sizce de çok iyi bilindiği gibi, herşeyin başında, cunta iktidarlarının resmi ağızlarında biz mevcut değiliz! Yani Kürt Milleti yoktur! Eğer birşey gerçekten varsa ve mevcudiyetini de tarihin en eski devirlerinden beri günümüze kadar sürdürmüş ve bugün de yaşıyorsa; o şeyin bizatihi kendisinin varlığını ispat etmesi ve bunu kabul ettirmesi gerekir. İkinci etap: ’Ve Kürt milli demokratik haklarının istirdadı mutlaka gereklidir.’ Evet halkımızın millidemokratik hakları; zorbalıkla, kabalıkla ve kalleşçe gasp edilerek hasır altı edilmişlerdir. Bu temel haklarımız yani halkımızın milli-demokratik hakları istirdat edilmedikçe, asla halkımız kendi kaderini bizzat kendisi tayin edemez.

”Somut bir analizde, gerçek durumumuz nedir? Ve biz hangi vasıtalarla ve nasıl bir yoldan bu amaca varacağız? Hepimizin bildiği ve kabul ettiği gibi, ideolojimizin Temeli ve forsmotoru; mücadelemizin ana dinamiği milliyetçiliğimiz yani Kürtçülüğümüzdür. Yukarda, kısaca ’Millet şoven yani gerici milliyetçilik’ ve ’İlerici yani ezilen milletlerin milliyetçiliği’ üzerinde durmuştuk. Milletimizin geçmişi, tarihi, coğrafyası ve kültürü üzerinde bilgi sahibi olmak kadar; devrimci teori, sosyoloji bilimi, yaşadığımız zamanın durumu hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekir. Zira devrimci teori ve bilimsel sosyoloji silahları olmadan, hiçbir zaman kendi milli mücadelemiz ve devrimlerimizle, dünya devrim ve mücadeleleri arasında dialektik bir bağ kuramayız; dolayısıyla da tarihi görevimizi anlıyamayız.”[14]

Solun, Türkiye’deki siyasal sistemi, iktidar anlamında sistemin sahiplerini ve etkin güçlerini yanlış ve çarpık değerlendirdiği, bu nedenle de neredeyse tüm kanatlarının, sistemin yıkılıp dönüşmesinde Türk Ordusu’na “ilerici” bir rol yüklediği ve dolayısıyla da bilerek veya bilmeyerek cuntacılık yaptığı bir dönemde, Türk Ordusu’nu Ulusal kurtuluş ve demokrasi mücadelesinin karşısında baş hedef haline getiren aşağıdaki tespiti programlaştırmak, neredeyse olağanüstü bir saptamadır, öngörüdür ve bu da Dr. Şıvan’a kısmet olmuştur:

“Bu mücadele, (Kürt Ulusal mücadelesi kastediliyor- SA) az gelişmiş bir ülkede(Türkiye) iktidarı elegeçirmiş bulunan, askeri cuntaların (açık ya da kapalı) kontrolündeki ırkçı-turancı (subay-aydın) politik elitler ve bu elitlerin icra organı olup Türk milleti adına siyasi iktidarı sürdürdüğünü iddia eden zorba hükümetlere karşı verilmektedir. Zira biçimsel seçim oyunlarına rağmen, silik şahsiyetli sivil hükümetler de perde arkasında cunta guruplarının kontrolü altında bulunmaktadırlar.”[15] 

Yine solun, somut koşullardan soyutlayarak çarpıttığı enternasyonalizmi, birlikte örgütlenmenin ana malzemesi yaptığı bir ortamda, ayrı, bağımsız örgütlenmeyi savunup gerçekleştirmek; yanısıra, solun işçi sınıfı populizmi ve dolayısıyla kuyrukçuluğuyla müzdarip olduğu bir dönemde, bir solcu olarak Kürdistan’ın özgün koşullarının ve dolayısıyla ulusal kurtuluş mücadelesinin, stratejik ve politik olarak sınıf  temelli  örgütlenmelerle başarılamıyacağını savunmak ve bu yolda somut örgütsel ve programatik projeler üretmek, derin bir politik bilinç, kendine güven ve irade gerektiren görüş ve adımlardır. Dr. Şıvan bir Kürt solcusu olarak bu görüşlerin ve adımların da sahibidir.

”Bu soruya cevap aradığımız zaman, aksiyon şekli, strateji (aksiyon şeklinin temel yolu), ve taktik meselesi (Bir amaca varmak için belli bir stratejiye uygun geçici ve zik-zaklı hareketlerle, kaideler) karşımıza çıkar. Bildiğiniz gibi, bilhassa bu son yıllarda, Türkiye’de, tartıştığımız konuyla ilgili olarak, iki görüş piyasada belirmiştir: ’Kürt meselesi, sadece İşçi Partisi içerisinde çözümlenebilir. Çünkü Türk ve Kürt proleteryasının düşmanları aynıdır: Yani Amerikan Emperyalistleri ve onların ortaklarıdır. Amerikan Emperyalistleri ve onların yerli kapitalist ortakları yenilmedikçe ve iktidar da İşçi Partisi’nin eline geçmedikçe, Kürt halkı hiçbir zaman milli-demokratik haklarının sözünü edemez!..’

İkincisi ise şudur: ’Türklerin partileriyle hiçbir ilgimiz yoktur. Çünkü biz partiler üstüyüz; ve partilerin dışında çalışmamız gerekir… ’

Hiç şüphesiz, her iki görüş de baştan aşağıya yanlıştır ve sapmadır. Bu nedenle her ikisi de iflas etmiştir. Bu yanlış ve sapık saplantılar yüzünden, yıllardan beri Kürtçü hareketler aldatılmış ve adeta dondurulmuşlardır. Birinci görüşü Irak, Sudan, Pakistan v.s. de de deneyenler oldu. Sonuç sıfırdır. Çünkü, yukarda da söylediğimiz gibi, adı geçen ülkelerde gerçek iktidar sahipleri subay ve faşist aydınlar elitidir. Her ne kadar, bu elitin ekonomik (sınıfsal) temeli mevcut değilse de; bu şoven ve temelsiz (ekonomikmen) iktidar şekli, pekçok azgelişmiş ülkede bir gerçektir ve tarihi bir kategori olarak karşımızda duruyor. Çünkü bu ülkelerde Avrupa ve Kuzey Amerika’daki gibi milli burjuva sınıfları mevcut değildir…Bu nedenle de bize göre, Türkiye´de başlıca siyasi iktidar eliti olan subaylarla-faşist aydınlar yerine; önemsiz elit ya da sınıfları gerçek iktidar sahipleriymiş gibi yorumlayan her türlü görüş; ve stratejilerini bu görüşe uygun olarak tespit eden her türlü hareket, başarısızlığa uğramaya mahkumdur.

”Diğer taraftan, Kürt Halkı varlığını resmi bir şekilde kabul ettirmediği ve milli-demokratik haklarını istirdat etmediği müddetçe; Türk ve Kürt proleteryalarının birleşmeleri ve kader birliği yapmaları çağrısı, kitabi ve pratik değeri olmayan bir söz olarak kalır. Lenin de, Milletlerin Kaderlerini Tayin Hakkı.. adlı eserinde, birden fazla milletin yaşadığı ülkelerde ortaya çıkan dahili milli ezme tatbikatlarından bahsetmekte ve şöyle demektedir: ’Bütün dünya milletleri için tam hak eşitliği…Ve her millet serbestçe kendi kaderini bizzat kendisi tayin etmelidir.’ Aynı yapıtının (eser) 114. sayfasında, ezen (zorba) milletler hakkında, Lenin şunları eklemektedir: ’Bugünkü Rus kuşağının milliyetçi önyargılarına karşı gelmekten korktuğumuz için, eğer biz bu talebi ’milletlerin kendi kaderlerini serbestçe tayin hakını’ ileri sürmeyi unutursak, ya da bunda duraksama gösterirsek…dudaklarımızdaki ’Bütün dünya işçileri birleşiniz çağrısı utanmazca bir yalan haline gelir.’

”Arkadaşlar! Açıkça görüldüğü gibi, gerek teorik konum ve gerekse pratik deneyler açısından bu birinci görüşün yani ”Kürt millet meselesi ancak İşçi Partisi içerisinde çözümlenir… ” görüşünün tutar tarafı yoktur. Yani çürük, hayal ve sapmadır. Ola ki bazı oportünist ya da yılgın kimseler, sırf kendilerini mazur göstermek ve milli görevlerini unutturmak için, bu eski ve basmakalıp formüllerin paravanası arkasında halkımızı aldatmaya ve oyalamaya çalışıyorlar… Kanaatımızca bunun daha fazla ayrıntılarına girmek hem sıkıcıdır ve hem de yararı yoktur. Çünkü meşhur sözdür: ’Yanlış hesap Bağdat’tan döner.’ Evet, sonuç ortadır!..[16]

Dr. Şıvan’ın yukarıda işaret ettiği ikinci sapma ise,  Kürt ulusal hareketinin ”anti-emperyalist” ve ”anti Amerikancı” ilkeleri benimsemesi gerektiği ile ilgili görüş ve iddiadır. 

”İkincisi de yanlış ve sapmadır. Çünkü biz ne Türkiye’nin dışında ve ne de üstündeyiz. Evet, bizim için baş çelişki, dahili milli çelişkidir ve bu da Kürt halkının inkarıyla asimilasiyonun tatbikatından doğmaktadır. Milletimiz milli-demokratik haklarına yeniden sahip olmadıkça ve kendi kaderini bizzat tayin imkanlarından mahrum bulundukça, Amerika ile de direkt bir alış-verişimiz yoktur. Ne var ki; biz uyanık, bilgili, gerçekçi ve devrimci düzeyde; çeşitli münasebetler ve ilşikiler kurmak zorundayız. Biz hedefimizi net bir şekilde belirledikten, kendi gücümüze inandıktan ve ideolojik olgunluğa eriştikten sonra; niçin şuurlu ve muvakkat ilişkilerden çekinelim. Bir şartla ki, kendimizi teslim etmeyelim ve satmayalım. Halkımızın ve partimizin yararı uğruna; çeşitli ilişkilerin içine girebileceğimiz gibi, düşman içi çelişkilerden de mutlaka istifade etmeliyiz. Anlaşılıyor ki, bahse konu her iki görüş de dar, yanlış ve sapmadır. Bu sektan ve sonuçsuz tuzaklara düşmemek için, devrimci teori ve sosyoloji bilimi kadar; milletimizin geçmişi; tarihi, etnik coğrafyası ve yaşadığımız zamanın durumu hakkında da derinlemesine bilgi sahibi olmamız gerekir. Nasıl ki, devrimci teori bilinmediği zaman ”duygusal ve dar milliyetçiliğe saplanılıyorsa…”, şayet bu sonuncu bilgilerden (milletimizin geçmişi ve tarihi, etnik coğrafyası ve günümüzün durumu…) yoksun olursak, o zaman da yüzdeyüz ”sol sapma ve sol sektanlık… ” bataklığına saplamak kaçınılmazdır. Şayet, biz gerçekten sağlıklı bir çalışma ve mücadele arzuluyorsak, o zaman herşeyden önce şu yukarda bahsi geçen her iki hastalık ve tuzaktan, kendimizi ve tüm üyelerimizi dikkatle koruyalım.”[17]

Tüm bu nedenlerledir ki, ”anti-emperyalizm” ve ”anti Amerikacılık” ile ilgili konular, T-KDP programının 7. Maddesi’ne şöyle yansımıştır:

“T-KDP, emperyalizmi ve özellikle günümüzde ortaya çıkan bazı azgelişmiş ülkelerdeki dahili milli-sosyal çelişkileri, bilimsel metotlarla analiz eder: Giriş bölümümüzde kısaca belirtilen dahili milli çelişki çözülemediği yani Türkiye’de Kürt halkının inkârı ve demokratik milli haklarının gaspı şeklinde ortaya çıkan dahili milli ezme tatbikatı sona ermediği müddetçe Kürt halkının dahili muhalefet potansiyelini münhasıran, ‘MİLLETLERARASI EMPERYALİZME KARŞI SAVAŞ!’ alanına kanalize etmek isteyen tüm fikri ve aksiyoner çabaları kötü bir tuzak ya da fahiş bir yanılgı olarak telakki eder.”[18]

Dr. Şıvan’ın, yukarıda belirtilen aynı konuşmasında, Türk milliyetçiliğinin Kürt düşmanlığından beslenen temel karekteri ile parlamenter mücadele ve Türk Parlementosu’nun Kürt milli mücadelesindeki yeri/rolü ile ilgili görüşleri ise şöyledir:

”Arkadaşlar! Somut bir analizin sonucunda, halkımızın milli demokratik haklarının istirdadı için; milli bir yolla program ve milli bir teşkilat öncülüğünün zarureti, kesinkes olarak açıkça ortaya çıkmaktadır. Bazı oportunist ya da safdil kimseler, yıllardanberi parlamento ile ve kemalist partilerle halkımızı oyalıyarak o’nun milli potansiyelini israf etmek istemektedirler. Evet, 1946 yılından bu yana, Türkiye’de şekli oyuncakları andıran birtakım piyasa partileriyle, hiçbir pratik değeri bulunmayan yalancı bir seçim oyunu vardır. Fakat, bugün biraz izan sahibi ve uyanık olan herkes çok iyi bilmektedir ki, perde arkasında ve bazan da çok açık  olarak (27 Mayıs 1960) hükümet darbesi ve o’nu takip eden olaylar…), yine de subaylarla faşist bürokratlar ve bunların cuntaları, siyasi iktidarın sahibi olmakta devam ediyorlar. Bu gerçeğin yanı sıra, 25 yılı aşkın bir zamandanberi; bazı Kürt aydınlarıyla milliyetçileri, hala yılgınlık ve gevşeklik uykusundadırlar. Ya gerçekten bunların beyinleri donmuştur, hiçbir zaman doğru ve bilimsel bir analiz yapamazlar ve hatta anlıyamazlar; ya da kişisel yaşantıları dolayısıyla kemalistlerin ortakları olmuşlardır. Ve bu nedenle de bize hergün sivil hükümetlerin, piyasa partilerinin ve parlamento arpalığının hikayesini okumaktalar. Zira bunların yaşantıları ve ilişkileri, faşist düzenin gereklerine uygun bir şekilde düzenlenmiştir. İşte bu durumda olan bayların, kendilerini korkaklıktan, ödleklikten ve yılgınlıktan kurtarabilmeleri çok zordur. Ne var ki, bir köşeye de çekilmiyorlar: Hem Kürt olduklarını hatta su katılmamış Kürt milliyetçisi olduklarını söylerler ve hem de Kürt milli haklarının ve onurunun istirdadı uğrunda hiçbir tehlikeyi, fedakarlığı, feragati ve kesin sonuçlu mücadeleyi göze almamaktadırlar.”[19]

Dr. Şıvan’ın kırk yıl önce oluşturduğu bu stratejideki prensipler, günümüzdeki Kürt harerketi tarafından önemli oranda benimsenen prensiplerdir. Ancak Kuzey’in Kürt hareketi olarak son 35-40 yılda tüm bunlardan çok farklı prensiplerle çok farklı şeyler yaparak büyük bir bedel ödedik.

Bu niçin ve nasıl oldu?

Zira Sömürgeciler, diğer milletler gibi milletleşip devletleşmememiz için, toplumumuzun her alandaki yapısını, dokusunu bozdukları gibi, milletleşmenin doğrudan misyonunu üstlenen politik süreçlerimize de daha bir kaba müdahalelerde bulunmuşlardır ve hâlâ da bulunuyorlar. Dolaylı veya dolaysız, bizi, belirtilen alanlarda yanlış yönlendirmeye çalışıyorlar; hatta gerektiğinde belli başlı kadrolarımızı öldürüyor veya öldürtüyorlar. Böylece ideolojik, politik ve örgütsel birikim, istikrar ve sürekliliğimizi bozarak, bizi etkisizleştirmeye çalışıyorlar.

 “İki Sait Olayı” tam da böyle bir olaydır.

Bilindiği gibi, 1970’li yılların başında, “İki Said”in bilinen o trajik yokluğunda,  partileri de süre içinde etkisizleşerek yok olup gittiler. Böylece Kürt hareketi, Kuzey’de,  1970’li yılların çok elverişli ulusal ve uluslararası koşullarına, yine politik ve örgütsel olarak önemli dezavantajlarla girdi. Cumhuriyet sonrasındaki ayaklanmalar sonrası dönemin zaten az sayıdaki bilinçli ve tecrübeli liderlerini ve kadrolarını kaybettiği için, hareket, neredeyse tümüyle “sosyalizm”i benimseyen gençliğin öncülüğüne geçti. Bilinçli olarak tırnak içinde kullandığım bu “sosyalizm” öyle bir sosyalizmdi ki,  ideolojik ve politik olarak Kürt halkının güçlü milletleşme iradesinin en doğal ideolojisi olan milliyetçiliğe adeta küfrediyordu. Yanısıra Kürtler’in Türkler’den ayrı örgütlenmeleriyle ilgili pratik adımları tekrar tartışma konusu ediliyor ve nihayet çoğunlukla ayrı örgütlenilse de örgütler, çoğunlukla Kürdistan’ın ve Kürt toplumunun ekonomik, sosyal, politik koşul ve ihtiyaçlarıyla bağdaşmayan ve Kürdistan’da da neredeyse hiç olmayan işçi sınıfına ve onun ideolojisine dayandırılıyordu.

 Kısacası “enternasyonal”leşen Kürt hareketi,  daha kendi vatanını işgalden kurtarıp özgürleşmeden, varolan enerjisinin ve gücünün çoğunu, TC’den çok, Emperyalizme, Amerika’ya vb. güçlere karşı yönlendiriyor; yani dünya’yı “vatan” belleyerek özgürleştirmeye(!) çalışıyordu. Kürtler, daha kendi ulusal marşını öğrenmeden, bu marşı doyasıya söyleyip bağırmadan; Enternasyonal marşını söylemeye başlıyordu.

Açıktır ki,  belli koşullar içinde politik görevlerini ve yapabileceklerini, içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve dolayısıyla siyasal koşullarla gerçekçi ve doğru bir biçimde bağlayaman bir sol, kendi anlayışını doğmatizm ve iradecilikle  zehirleyerek sonuçta ucube bir sola dönüşecek ve ulusal kurtuluş mücadelesinde üstüne düşen rolü oynayamıyacaktı.

Kürt hareketi, tüm bu şaşılıklar içinde, her bakımdan bindiği dalı adeta kesmeye başlamıştı.  Böylece Kürt solu, önemli bazı konularda tekrar Dr. Şıvan’ın ideolojik, politik ve örgütsel olarak nihayet doğrultup ayakları üzerine oturttuğu politik stratejinin öncesine dönüyordu. Kürt solu olarak benimsediğimiz veya belli planlarla bize benimsetilen tüm bu şaşılıklar nedeniyledir ki, halen örgütsel ve politik olarak Kuzey Kürdistan’ın hegemonik gücü durumunda olan  PKK’nin, otuz yıllık bir savaşla Kürt halkına ödettiği ağır bedellerden sonra, ideolojik ve politik olarak geldiği yer; bizi biz edecek olan milletleşmeye, milliyetçiliğe ve devletleşmeye küfretmek olmuştur. 

Tüm bunlar, Kürt ulusal hareketinin yakın tarihi bakımından çok özgün koşulların bir ürünü olan Dr. Şıvan’ın, bundan tam otuzaltı yıl önce, iki yoldaşıyla birlikte, Sait Elçi’yi öldürttüğü için, kurşuna dizilerek trajik bir biçimde  öldürülmesiyle ödediğimiz bedelin ağırlığını daha bir gözler önüne seriyor. “Özgün koşullar”la Cumhuriyet sonrasında, ulusal hakları için ayaklanan Kürt halkının bu ayaklanmalarının kanlı bir biçimde bastırılarak, Kürt ulusal davasının tümden yok edilmek istendiği yakın Kürt tarihinin ideolojik, politik, ekonomik, sosyal ve kültürel koşullarını kastediyorum.

Dr. Şıvan,  “tertele”lerle yaratılmak istenen çok yönlü bir “ölüm sessizliği” döneminin olağanüstü yaratıcı,  cesaretli ve fakat aynı zamanda aceleci ve hırslı  bir siyasal lideriydi. Dr. Şıvan’ın aceleciliği ve hırslılığı, ideolojik politik  görüşlerini hayli pragmatize etmiştir. Bu pragmatizm, Dr. Şıvan’ı, pratikte, Sait Elçi olayında olduğu gibi  komplolara kadar varan bazı yanlışlara sürüklemiştir. Açıktır ki, bu zaaf komplo yapmakla kalmaz, komplolrara alet edilmeyi de kolaylaştırır.  

Bu trajik konuda araştırması olan birisi olarak ( yakında Komal Yayınları tarafından yayınlanacak olan Yakın Tarihimizde ‘İki Sait Olayı’ adlı kitap), olayın, arkasında TC’nin bulunduğu ve iki Said’in de ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir komplo olduğuna kuvvetle inanıyorum.

Dr. Şıvan’ın öncülüğündeki T-KDP’nin bir komplo ile öldürttüğü Sait Elçi de Kürt ulusal davası açısından Dr. Şıvan kadar, inançlı, kararlı, tecrübeli ve değerli bir liderdi.

Maalesef,  bu komplolara o dönemin önde gelen bazı IKDP yöneticileri de ortak olmuşlardır. O dönemin IKDP yöneticileri, iki Said’i uzlaştırıp birleştireceklerine, onları birbirinden uzaklaştırıp çatıştırmayı hedefleyen bir politika izlemişlerdir.

Konuyla ilgili ayrıntılara girmek yerine, bir olayın şahsında konunun özünü anlatmaya çalışacağım.

I-KDP,  Dr. Şıvan’ın, Kuzey Kürdistan’da başlatmayı düşündüğü “Şoreş” için en gerekli ve stratejik olan  Mardin, Siirt ve Hakkari sınır boylarındaki parti örgütlenmesini,  elinden alarak Sait Elçi’nin sekreteri bulunduğu TKDP’sine bağlamıştır. 2 Temmuz 1970’te, Derbent’te, I-KDP, MK üyesi Neoman kanalıyla anılan bölgedeki T-KDP komiteleri ilgili Polit Büro kararını, Dr. Şıvan’ın, adının açıklanmasını istemeyen yetkili bir arkadaşına iletmiştir ve bu kişi de bu görüşmeyi, kendi elyazısıyla Dr. Şıvan’a rapor etmiştir.[20]  Anılan karar uyarınca, I-KDP’nin de belli oranda etkisinde olan bu komiteler, Sait Elçi’nin TKDP’sine bağlanmış ve belirtilen bölgede örgütlenmek, Dr. Şıvan’ın T-KDP’ne adeta yasaklanmıştır. Böylece, Dr. Şıvan’ın partisinin en güçlü ve stratejik  bölge örgütüne, adeta zorla el konularak, Sait Elçi’nin liderliğindeki TKDP’ye verilmiş ve zaten bir müddettir ilişkileri kısmen bozulan iki liderin arasına böylece adeta nifak tohumu serpilmiştir.

Bu karar, Dr. Şıvan’ın arkadaşına iletildiği günden tam beş gün önce kurulan  T-KDP’nin, sınır yörelerindeki potansiyel üyelerini, zor ama sonucu belli bir tercihle karşı karşıya bırakacaktır. T-KDP üyeleri için tercih, T-KDP ile TKDP arasında değil, T-KDP  ile IKDP arasında bir tercih anlamındadır; diğer bir ifade ile bu, pratikte, M. Mıstefa Barzani  ile Dr. Şıvan arasında bir tercihe dönüşecektir. O günün koşulları göz önünde tutulduğunda, bu tercihin Dr. Şıvan’ın lehine sonuçlanması mümkün değildir. O koşullarda, Dr. Şıvan’ın kendisi bile böylesi bir pozisyonda, halkının genel çıkarını düşünerek, belki de kendisini tercih etmeyecektir. Muhtemelen Dr. Şıvan, böylesi bir tercihle karşı karşıya bırakılmayı  politik  olarak zorunlu görmemektedir; ama  çaresizdir de…

Bu “çaresizlik”, kendi çıkarları için özel planları olan bazılarının teşvikleriyle de Dr. Şıvan gibi, kararlılığının yanısıra, aşırı derece hırslı da olan birisine, düşünülebillecek  en kötü alternatifi “çare” haline getirecekti. Nitekim mayıs 1971’de Dr. Şıvan, Dışêş’teki kampta kalabalık bir partili kitlesine verdirttiği “Propaganda” adlı bir seminerin “provakatör” alt başlıklı bölümünde, Sait Elçi için adeta ölüm fermanı çıkartacaktı:

“Yine dikkati çekmeyen iki büyük provakatör Sait Elçi ve Derwêş Akgül, halk arasında milliyetçi tanınmışlar, bu yüzden hapise girmişler, gizli bir partinin merkez komitesinde çalışmışlar,bMilli Emniyet, Parti’yi kontrolü altına almak için, partinin sekreteri Faik Bucak’ı bir eşkiyaya öldürtmüş ve bahsettiğimiz bu iki provakatörden birini sekreterliğe getirmiştir.”[21]

Öte yandan, TC sisteminin kararlı bir düşmanı olan Sait Elçi’nin, kendi partisine bağlanan “belalı” komiteler dahil, tüm bu konular hakkındaki bilgisini ve algısını da bilmiyoruz. Ancak ulaşabildiğimiz tüm belge ve bilgilerle saptadığımız tek şey, Sait Elçi’nin tüm yurtsever inancı, dürüstlüğü ve iyi niyetiyle Dr. Şıvan ve arkadaşlarıyla – hem de Dr. Şıvan’ın liderliğinde- birleşme yanlısı tutumundan sonuna kadar vazgeçmemiş olduğudur. Tüm bu nedenlerledir ki, Mayıs 1971’de, 12 Mart Faşist Cuntası’na yakalanmamak için Güney’e geçen Sait Elçi, arkadaşlarının uyarısına rağmen, Dr. Şıvan ile “ölüm yolculuğuna” çıkmakta hiçbir sakınca görmemiştir. Oysa Sait Elçi’yi, IKDP’nin  Zaxo Bürosu’nda Dr. Şıvan’a teslim edenler, iki Sait arasındaki konuyu ve çelişkileri çok iyi bilen IKDP’nin önemli yöneticileridirler. Şıvan haraketinin o dönemden kalma yetkililerinden sıkça duyduğuma göre, bu yöneticilerden bazıları “Elimizde  bunların ajanlıklarının belgeleri bulunmaktadır; ancak bizim yerimize, bunları sizin temizlemenizde fayda var” demişlerdir. Bu yoldaki teşviki IKDP’nin o dönemdeki 1. Bölge temsilcisi ve aynı zamanda Musul Valisi olan Eli Şıngalî de  doğrulamaktadır. Eli Şıngalî’nin, konuyla ilgili olarak 1975’te Celal Talabani’ye anlattıkları ve Celal Talabani’nin de Necmettin Büyükkaya’ya aktardıkları şudur:

“Türkler, İran Kürdistan’ı yöneticileri gibi, (Melle Eware ve arkadaşları kastedilmektedir- S.A.)  Dr. Şıvan ve arkadaşlarını da Barzani’den istediler. Fakat Barzani, buna razı olmadı. Bunun üzerine o kirli oyun oynandı. Said’i Zaxo’ya getirdiler. Şıvan’a haber yollamışlar ve demişler ki, elimizde Said’in hain olduğuna dair belgeler var. Dr. Şıvan’ın götürüp sorgulaması isteniyor. İtiraf ederse eder, etmezse öldürülecek. Sonuçta Said öldürülüyor. Ardından, Türklerin gözetiminde Dr. Şıvan ve arkadaşları da öldürüldüler.”[22]  

Bu yoldaki teşviki yapan yöneticilerden biri olan Osman Qazi, ortadan kaybolan Sait Elçi’yi arayan TKDP MK üyesi Şakir Epözdemir’e “O’nu görmedim, nerede olduğunu da bilmiyorum” derken; aynı gün Polit Büro üyesi Mahmut Osman’a çektiği telgrafta ise, “Zaxo’da bizim Parti Bürosuna geldi, iki gün kaldı ve 25 Mayıs tarihinde  Dr. Şıvan ve arkadaşlarıyla beraber onların kampına gitti” demektedir.[23]

Nihayet, IKDP yetkilileri, Sait Elçi  ve arkadaşı Mehemedê Begê’nin gömülen cesetlerine ulaşırlar.  18 Temmuz 1971 tarihinde, anılan cinayet nedeniyle Dr. Şıvan tutuklanır ve akabindeki günlerde de diğer  bazı arkadaşları tutuklanıp sorgulanmaya başlanır.

 Dr. Şıvan ile Çeko’nun, tutuklanmalarının ilk günlerinde, Elçi ve Begê’yi öldürttükleri ile ilgili hem yazılı hem de sözlü itirafları bulunmaktadır.[24] Dr. Şıvan, Çeko ve Brusk, Sait Elçi ve Mehemedê Begê’yi öldürdükleri gerekçesiyle, 26 kasım 1971’de kurşuna dizilerek öldürüldüler. Dr. Şıvan ve arkadaşlarının işledikleri vahşete, üstelik belli bir süre içinde planlanan ve belli kampanyalarla “topluluk”laştırılarak vahşetle cevap vermek; hukuksal olmasa da, özellikle bizim gibi geri kalmış toplumlarda, maalesef olagelen bir yöntemdir. Bu yüzden, işlenen vahşete  şiddetle karşı olsam da olayımızın bu yanında fazlaca bir “bityeniği” aramıyorum. Ancak gerek Dr. Şıvan ve arkadaşlarına,  varolduğu söylenen sözde yargılama sürecinde  yapılan muamele ve gerekse de Dr. Şıvan’ın sağ kalan bellibaşlı arkadaşlarının günümüze kadar izledikleri tutum ve davranış değerlendirildiğinde, olayda bir “bityeniği” olduğu şiddetle hissedilmektedir.

Dr. Şıvan’ın ve arkadaşlarının hapislik koşulları, infaz sonrasındaki spekülasyonlar ve tutumlar; onların yargılanıp yargılanmadığı konusunda fikir de verebilecek niteliktedir. Yakın zamanda anılarını yayınlayan ve I-KDP’ye sadık birisi olarak bilinen Dr. Hezni Haco, Dr. Şıvan’ın hapislik koşulları konusunda şöyle demektedir

“Dr. Şıvan Hasta düştüğünden ona uğramam istendi. Yanılmıyorsam 1971 sonbaharı idi. Öğleye doğru zindana  ulaştım. Cezaevi sorumlusu bizzat benimle geldi ve içeri girmeden şunları söyledi: ‘Doktor’a hastalığı dışında lütfen başka bir şey sorma! Bu üstten gelen bir emir’ İkimiz içeri girdik. Karanlıktan dolayı gözlerim alışıncaya, önümü görünceye kadar bir süre kapıda bekledim. Köşede bir adam gördüm, beni görünce ayağa kalktı ve bana doğru yürüdü. İyice yaklaştığımda onun Dr. Şıvan olduğunu anladım. Selam verip durumunu sordum. Yüzde yüz eminim ki, kendisine de benimle  hastalığı dışında hiçbir surette konuşmaması söylenmişti.

“Hani o daha önce tanıdığım Dr. Şıvan ve şimdiki Dr. Şıvan?!…

“Said Elçi’nin öldürülmesini haber aldığımda oldukça üzülmüştüm.

“Dr. Şıvan’ı bu durumda görmemden dolayı sanki bir hançer kalbime saplanmıştı. O gün ağzımdan tek bir sözcük dahi  çıkmış olabileceğini sanmıyorum. O’nu o durumda görmekle şok olmuştum ve eve varıncaya kadar bende başdönmesi devam etti.”[25]

Dr. Heznî Haco’nun açıkladığı bu durum, Necmettin Büyükkaya tarafından da doğrulanmaktadır. Necmettin Büyükkaya, 2.7.1974 tarihinde, Berlin’de, Dr. Faik Savaş’ta bulup okuduğu ve Dr. Şıvan tarafından İdris Barzani kanalıyla M. Mıstefa Barzani’ye yollanan bir mektubta da, Dr. Şıvan’ın aynen benzer koşullardan bahsettiğini yazmaktadır.[26]

Dr. Hezni Haco, bu açıklamanın hemen devamında, “Hatırladığım kadarıyla Dr. Şıvan ve iki arkadaşı, Serok Barzanî’nin emri üzerine, 1972 yılının baharında öldürüldüler” diyor.

Dr. Şıvan ve iki arkadaşı, yukarıda da belirtildiği gibi, 26 Kasım 1971’ de öldürüldüklerine göre, H. Haco, bu tarihi yanlış hatırlıyor. Bu durumda, H. Haco, Dr. Şıvan’ı 1971 sonbaharında  hapishanede muayene etmek için gittiğine göre, muayene tarihiyle Dr. Şıvan ve arkadaşlarının öldürülme tarihi arasında, en iyimser bir tahminle birkaç aylık bir süre olması gerekir. Yani H. Haco’nun, Dr. Şıvan’ı ziyaret ettiği günde, artık Dr. Şıvan son günlerini veya son aylarını yaşamaktadır. Bu durumda, -eğer iddia edildiği gibi varsa- yargılamada da artık olan olmuştur.

Peki öyleyse, Dr. Şıvan’ın sağlık muayenesinin bile yukarıda belirtildiği gibi, bu derece tenbihli ve sıkkı tutulmasının hikmeti ne olsa gerektir? Dr. Şıvan’ın , IKDP açısından oldukça güvenilir bir şahsiyet olan  Heznî Haco’ya iletmesinden bile bu derece sakınılan  “sır” ne olabilir ki?

Açıktır ki, bu “sır”ın esas konusu, günümüzde de aktüalitesini ve dolayısıyla önemini koruyan Güney Kürdistan-Türkiye ve ulusal hareketler olarak Güney Kürdistan-Kuzey Kürdistan ilişkisidir. Bu  “esas” içindeki özel  “sır” ise, muhtemelen, yukarıda belirtilen iddia ve duyumlarla da desteklenen Dr. Şıvan ve arkadaşlarının Sait Elçi ve arkadaşlarını öldürmeleri için bazı IKDP yöneticilerince teşvik edilmesidir. İki Sait ve ardaşlarının ortadan kalkması, partilerinin etkisizleşmesi ve ortadan kalkmasının Kuzey’deki Kürt ulusal hareketi açısından yarattığı olumsuz politik sonuçlar, Dr. Şıvan ve arkadaşlarının zindan koşulları ile yargılama ve infaz  sürecine  ilişkin  bitmek bilmeyen spekülasyonlar, özellikle daha sonra serbest bırakılan  Dr. Şıvan’ın yetkili arkadaşlarının konuyla ilgili günümüze kadar devam etmekte olan “ölüm sessizliği”, hep bu “sır”ları işaret etmektedir.

Necmettin Büyükkaya’nın Dr. Faik Savaş’ta okuduğunu belirttiği mektupla da doğrulanan Dr. Heznî Haco’nun yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla ortada yargılama bakımından çelişik ve koşullar bakımından da hazin bir durum bulunmakta ve bu iki husus da konunun esası bakımından biribirini tamamlamaktadır. Yani, Dr. Şıvan ve arkadaşlarına zındanda reva görülen tecrit ve zulümle yargılama konusundaki çelişik durum kurtarılmaya çalışılmaktadır. Yukarıdaki alıntılar, Dr. Şıvan’ın söyleyecek şeyleri olduğunu ve IKDP’nin  yargı sürecinde Dr. Şıvan’ın söyleyeceklerinden korktuğunu, onların açığa çıkmaması için elinden geleni yaptığını açıklıkla ortaya koyuyor.  Zaten Dr. Şıvan gibi gelişkin, iddialı ve hırslı politik bir liderin, işlenen cinayeti itiraf etmek dışında, konu ile ilgili başkaca da bir diyeceğinin ve dolayısıyla  savunmasının olmaması ve bir politik davada bunu özellikle yazılı bir biçimde sunarak tarihe not düşmemesi düşünülemez!…

İşin bu faslını, yani “İki Sait Olayı”nı, bir biyografinin sınırlarını aşmamasına gayret ederek, mümkün olduğunca, kısa tutmaya çalıştım. Böylece, daha 1960’larda, Kürt hareketinin bu iki liderinin, özellikle konumuz olan Dr. Şıvan’ın, daha o zaman ulusal davamız konusunda düşündükleri, yazdıkları ve yaptıklarını, içinde bulunduğumuz koşullarla karşılaştırarak gözönünde bulundurduğumuzda; O’nu, ömrünün baharında (36 yaşında) hem de kendi elimizle   kaybetmekle   nasıl yüksek bir bedel ödediğimiz çok daha iyi anlaşılmaktadır.

Biyografiyi, Yakın Tarihimizde ‘İki Sait Olayı’  adlı araştırmamın son cümleleri ile bitirmek istiyorum:

“Saitler öldürülmeseydi, politik yarışta biribirini öldürmek gelenekselleşmeseydi, ‘meydanlar ortaokul ve lise talebelerine’ kalmasaydı; önderlerimizi, kadrolarımızı ve dolayısıyla tecrübelerimizi dönemden döneme aktarabilseydik, acaba 70, 80 ve 90 ve 2000’li yılları  yaşadığımız gibi yaşayıp onbinlerce şehitten, acımasız zulümden, milyonlarca  sürgünden,  bu kadar köyün, yerin, yurdun viran edilmesinden, talanından  sonra, yine 40-50 yıl öncesine, yani başa döner miydik?

“Umarım bu sorunun karşılığı olarak, Kuzey Kürdistan’da ortada duran ağır bedeli, bu yazımla aydınlatmaya çalıştığım, tarihte kalmış bu trajik olaydan çıkaracağımız derslerle bir daha ödememek üzere, Güney’i, Kuzey’i, Doğu’su ve Batı’sıyla hep beraber elele vererek telafi ederiz.”[27]



31 Aralık 2007, Stockholm







[1] Miroğlu Orhan, Canip Yıldırım’la Söyleşi-Hevsel Bahçesinde Bir Dut Ağacı, İletişim Yayınları, s. 172,173 1. Baskı,  2005-İstanbul.

[2] a.g.e., s. 174,175,176

[3] Osman Aydın, Dr. Şıvan, Kürt Millet hareketi ve Irakta Kürdistan İhtilali, APEC yayınları, Stockholm-1997, “Önsöz”, s.8

[4] Bu bilgiler, DDKD eski genel sekreteri Paşa Uzun’un Zınarê Xamo(Vahap Kumruaslan) ile yapılan ve fakat yayınlanmayan bir görüşmesinden alınmıştır.

[5] Sait Kırmızıtoprak’ın hayat hikayesi ve eserleri ile ilgili bilgiler derlenirken; APEC Yayınları’nın 1997’de  Stockholm’de  yayınladığı  Dr. Şıvan’ın “Kürt Millet Hareketleri ve Irak’ta Kürdistan İhtilali” adlı kitabın Mahmut Lewendi tarafından hazırlanan ekleri ile Pêri Yayınları’nın 1998’de İstanbul’da yayınladığı Hüseyin Akar’ın  “Dersim-Civrak: İki Uçlu Yaşam” adlı kitabından yararlanılmıştır.

[6] Dicle- Fırat gazetesi, Sayı no:4, s. 2, 1962

[7] Dicle- Fırat gazetesi, Sayı no:5, s. 2, 1962

[8] YÖN dergisi, sayı: 63. 1963

[9] Burkay Kemal, Anılar Belgeler, Cilt 1, s. 279

[10] YÖN dergisi, sayı: 63. 1963

[11]Epözdemir Şakir, ”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”, War, sayı: 7, s.49-50 (Zivistan- 1999)

[12] Kutlay Naci, Anılarım, s.139-140

[13] Büyükkaya Şervan, T-KDP programı,  İlk Anlatım, Apec yayınları, Stockholm 2004, s.149

[14]  a.g.e. s.125-126 ( 22 Agustos 1970 tarihinde Olağanüstü Kongre’de yapılan konuşma)

[15] a.g.e., s147, ( T-KDP Programı Giriş Bölümü)

[16]  Büyükkaya Şervan,  İlk Anlatım, Apec yayınları, Stockholm 2004, s.149 (T-KDP Programı)

[17] a.g.e. s.127-128 ( 22 Agustos 1970 tarihinde Olağanü Kongre’de yapılan konuşma)

[18]  Büyükkaya Şervan,  İlk Anlatım, Apec yayınları, Stockholm 2004, s. 151 (T-KDP Programı)

[19] a.g.e. s.121-122 ( 22 Agustos 1970 tarihinde Olağanü Kongre’de yapılan konuşma)

[20]  a.g.e. s. 74-75, (Şerwan Büyükkaya, redaktör olarak yayınladığı  ”İlk Anlatım” kitabının 70. sayfasına aldığı “Dr. Şıvan’ın Güncesinden Bir Yazı” adlı bölüm için yazdığı ön açıklamada, anılan bölüm için ”Dr. Şıvan’a ait olduğunu tahmin ettiğimiz not defterine yazılmış bir yazı” ifadesini kullanarak, kitap boyunca takındığı ihtiyat ve titizliği elden bırakmamış ve iyi de etmiştir. Zira, 2 Temmuz 1970’te bu görüşmeyi yapıp 8 Haziran 1970’te “Rewşname” adı altında el yazısıyla temize çekip düzenleyen kişinin Dr. Şıvan’ın kendisi olmadığı, Dr. Şıvan’a veya partisine sunulmak üzere bu raporu kaleme aldığı anlaşılıyor.  Bu konuda beni ilk uyaran, araştırmamda adı geçtiği için, yayınlamadan önce okuyup görüşlerini iletmesi için araştırmayı gönderdiğim Reşo Zilan oldu. O günleri, yaşayan biri olarak Reşo Zilan, Dr. Şıvan’ın Kongre için gittiği Türkiye’den, bu görüşmenin tarihi olan kongreden beş gün sonra değil, aylar sonra döndüğünü çok iyi bildiğini söyledi. “İki Sait Olayı”la ilgili kimi konularda görüşlerimiz farklı olmakla birlikte Reşo Zilan, bu hususta olduğu gibi, diğer bazı husularda da araştırmamı kimi yanlış anlaşılmalardan, abartılardan ve yanlış bilgilerden arındırmama dostane ve yapıcı bir tavırla yardımcı oldu. Reşo Zilan, bu tutumuyla tarihe karşı oldukça sorumlu davrandığını ve davranılmasını istediğini ortaya koydu. Reşo Zilan’ın bu uyarısından sonra anılan yazıyı daha bir dikkatle okuduğumda, Mela Behçet’in söylediklerinin, görüşmeyi yapan ve dolayısıyla ”Rewşname” isimli bu raporu yazan kişinin Dr. Şıvan olmadığını açıklıkla ortaya koyduğunu anladım. Zira Mela Behçet’in, görüşmeyi yapan kişiye ”Ben burada perişan ve pişman oldum. Mücadele etmek, çalışmak istiyorum. Bunun için size müraacatım var, fakat aylardır bana bir cevap göndermediniz. Bunun gibi Kek Şıvan da bana demişti ki, ’çalışma için yukarıdan yol(izin)alacağız’, hani ne oldu? İzin vermediler mi? Eğer izin verdilerse, Allahın hatırı için beni de bu dertten kurtarın (…)” demesi, karşısındaki kişinin Dr. Şıvan değil, başka biri olduğunu ortaya koyuyor. Zaten konumuz açısından da, görüşmenin kimin tarafından yapıldığından çok, görüşmenin içeriği önem taşıyor.)

[21] Büyükkaya Şervan,  İlk Anlatım, Apec yayınları, Stockholm 2004, s. 24

[22] Büyükkaya Necmettin, Kalemimden Sayfalar, s. 180

[23] Epözdemir Şakir, Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı, War, sayı: 7, s. 52-53

[24] Büyükkaya Şervan,  İlk Anlatım, Apec yayınları, Stockholm 2004, sç 11-12-13

     Epözdemir Şakir, ”Yakın  Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”, War, sayı: 7, s. 58-59                    

[25] Haco Heznî,  Tê Bîra Min, Avesta Basın Yayın, 2007-İstanbul.

[26] Büyükkaya Necmettin, Kalemimden Sayfalar, Stockholm-1992, s.174-175

[27] a) http://www.kurdinfo.com/portre/s_aydogmus_Saitler_olayi.pd

 b) Aydoğmuş Sait, Yakın Tarihimizde “İki Sait Olayı”, Komal Yayınevi tarafından yakında yayınlanacak!.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder